Evvel emirde belirtmek isterim ki, derdimiz ne üstatlıkla ne ağabeylikle ne de tâbilerledir. Dahası üstatlığın da ağabeyliğin de hak edildikten sonra kıymeti haiz dereceler, merciler olduğuna inanırım. Hele de zamane yeni yetmelerinin, modernlik havarilerinin, neredeyse insanlığın bütün kadim anlayışlarına ve kurumlarına dudak büktüğü, burun kıvırdığı bir aymazlıkta kadim geleneklerin, mertebelerin ve merhalelerin önemi ve gereği üzerinde titizlenmek lüzumuna da inanırım.
Bilginin, yaşanmışlıklardan, tecrübeden ve örneklerden bağımsız olarak ele alınma durumunda, sağlaması yapılmamış malumata dönüşeceğini tahmin ve tespit etmek zor olmasa gerektir. “Bir musibetin bin nasihate yeğ” oluşunun anlamı ve hikmeti de malumatın tecrübî bilgi karşısındaki yetersizliğine işaret eder.
Elbette değişen zamanın şartlarını, imkânlarını, insanlarını anlamazdan, tanımazdan gelme tavrı ve tarzı değildir önerilen. Ya da öz benliği geliştirme adı altında; bireyciliğin, bencilliğin biteviye körüklendiği, müstağniliğin ve kibrin, kirli endüstrilerce pazarlandığı bir dönemde yaşandığı gerçeğine göz yumma da değildir yaklaşımımız. Her şeyin kolayının çıkmasının, her şeyi kolaylaştırmadığı bir dönem ve durumdur karşımızda duran.
İnsanın varoluşundan/yaratılmasından bu yana önemini ve değerini yitirmeyen “bilgi”nin de bu söylenilenlerden nasibini alarak “bir tuş yakınlığına/kolaylığına” geldiği söylenmektedir. O halde, tecrübeye, ustaya/üstada, hocaya da yer olmamak icap eder! Ne yazık ki, bu tam ve ham bir hayal olmakla kalmayıp, yakıcı ve yanıltıcı bir “hal”e de dönüşmüştür. Cehaletin “okumuşlukla” buluştuğu ve dahası bulaştığı nokta da burasıdır.
Buraya kadar söylediklerimiz, en başta zikredilen “derdimizin” mahiyetine ve istikametine ilişkin tavzih çabaları olsun. Aynı zamanda da yazı başlığımızın muhtemel yanlışlıklara kapı aralamasının önü alınmış olsun. Elbette niyetimizin “bağcı dövmek olmadığına” delilimiz –söylediklerimiz çerçevesinde de– sadece harflerimiz, kelimelerimiz ya da yazılanlar değil, yaşadıklarımız ve yaşamımızdır. Dolayısı ile yanlış yerde “buzağı aramanın” da âlemi olmamalıdır.
Artık burada, “girizgâh”ın sınırına varmış olduğumuzu düşünerek, “ne var ki”li bir cümleye doğru yürüyebiliriz. Evet, ne var ki; durumun ve mevcut tablonun böyle bir çırpıda geçilebilmesi ya da izah edilebilmesi mümkün görünmemektedir. Şayet böyle yapılacak olsaydı, vaziyet anlaşılamayacak, tablo yarım kalacaktı. Bunun için “tuvalimize” daha başka bir şeyleri de ilave etmek gerekecek. İlave edeceklerimizin ustalardan/üstatlardan ve ağabeylerden ziyade; onların sevenleri, taraftarları ya da tabileri arasından olması, sanırım beklenen ve bilinen bir şey olsa gerek.
Birçok kere, “şeyh uçmaz mürit uçurur” sözünü haklı çıkartacak gelişmelere, olaylara şahit oluyoruz. Şüphesiz çok anlamlı ve değerli olan vefanın ve kadirşinaslığın yanı sıra, sevgi ve saygı da insani hasletlerdendir. Her hususta olduğu üzere, burada da itidalin ve adaletin yitirilme tehlikesine karşı, “ilke”ler hatırlanmalı iken vakıa, “sevenin gözünün körlüğüne” işaret etmektedir. Akabinde bir had bildirme, tahfif ve tezyif de cabası. Ve de sırtını dokunulmaz ve neredeyse layüsel addedilen “otorite”lere dayamışlığın rahatlığı ile “dilin kemiksizliğinden” sudur eden inciler…
Yaşadığımız hayatta, öğrendiğimiz karşılaştığımız bir durum olarak, herhangi bir işin uzmanlığının, o işte geçirilen zamanla ve emekle irtibatlı olduğunu biliriz. Buna paralel olarak da “ihtisas”ın bir tür iş kıskançlığına; yani başka işlere fırsat tanımayışına şahit oluruz da iş sanata, edebiyata ve onları icra edenlere gelince, nedense bu bilinenler hatırlanmaz oluverir.
Yaşamın içinde(n) tanıdığımız ve de tanınır pek çok “usta/üstat”, öncelikle uzmanlık/ihtisas alanları ile tebarüz etmişlerdir. Mesleğinin üstadı bir marangozun, aynı anda ve ayarda terzilik ile (ya da başka bir zanaatla) maruf olduğu pek vaki değildir. Bu bildik durumu, başka alanlara, sahalara; misal, edebiyat alanına da taşımamıza ne manidir? Bilen buyursun, sözü olan söylesin! İyi yazar olmanın, mükemmel şair olmanın, az bulunur hikâyeci olmanın anlamı, her işte, her alanda ya da zamanda tam isabet kaydetmek ve hiç yanılmamak mıdır? Edebiyatın, sanatın büyülü ve bazen buğulu dünyası kişilere yanılmazlık libası mı bahşediyor?! Kim demiş, başarılı edebiyatçılar, cins şairler, sanattan, şiirden anladıkları, bildikleri kadar siyasetten; iç ve dış politikadan, iktisattan, tarihten, felsefeden ya da ne bileyim psikolojiden de anlarlar ve anlatırlar diye? Eğer (b)öyle olsaydı isimlerini zikredemeyeceğimiz kadar çok kişinin, değil bu alanlarda, son derece basit işlerde ve uğraşlarda bile tökezlemelerine şahit olmazdık.
Şüphesiz söz konusu hayat olduğunda edebiyatın misal; “Ey hayat” diye feveran etmesinin şiirselliğini de önemsiyor ve inkâr etmiyoruz. Bu tavrın hayatı kolaylaştırdığını, çekilir (bazen de daha iyi anlaşılır) kıldığını kabul etmek, onu, sınırları ve sınırlılığı dâhilinde görmektir. Ne bir eksik, ne bir fazla…
Kelime cambazlığının, mantık oyunlarının -adı üzerinde- seyircisi de seveni de fazla olacaktır, eyvallah! Ama tribün amigoluğuna ya da kraldan fazla kralcılığa ne hacet! Sevginin, saygının, ille de (pek aşina olduğumuz) arabesk formatı ile zuhur eden; “sevdim mi tam severim” biçimi ile mi muhatap olmalıyız? Yok mudur bunun başka bir yolu?
Yine “bir zamanların” başarısının, “her zamanlara” teşmil edilmesi nerede ve hangi işte görülmüştür ki; söz konusu sanat ya da edebiyat olduğunda da bu durum geçerli olmasın. Burada, devri vaktinde yazılan bir şiirin ya da vücuda getirilen bir eserin kalıcılığından, değerini, önemini muhafaza etmesinden bahsetmiyoruz. Onun yerine, eser sahiplerinden, nefes alıp veren fanilerden bahsediyoruz. Bir yazısını sevdiğimiz, bir şiirine hayran kaldığımız kişi nasıl oluyor da/nasıl olur da “her şeyi bilir” makamına yükseltilir? Bunun psikolojik, patolojik, sosyolojik sebepleri olmalı. Ya da bir “lojik”e ihtiyaç göstermeyen çözümlemeleri bulunmalı.
Yıllardır zulüm kırbacını sırtımızdan eksik etmeyen laik ve despotik sistemin, başta Müslüman muhatapları olmak üzere, muhaliflerini itip kakması neticesindedir ki; entelektüel faaliyet alanları ile iştigal etmek, (elbette başka alanlar da sıralanabilir) söz konusu iştigalin muhatapları nezdinde, zorluğun yanında, ayrıcalığın da habercisi olmuştur. Bu vesileyle, az bulunurluğun prestijinden istifade etmek ve etrafta kurumla salınmak aramızdaki kimilerinin adetleri arasına duhul etmiştir. Yokluğun, azlığın, zorluğun çocuklarının, muhabbetlerini ve ilgilerini istismara kadar varan ve tipik bir “görgüsüzlüğe” de işaret eden, nice durumun zuhuru, kabaca böyle oluştu.
Malum zevatın, değil yazmalarından, susmalarından bile (onların kelimeleri tükenemeyeceğine göre!!) derin anlamlar çıkarmalar; sessizliklerini, en keskin çığlıklara tercih etmeler hep böyle gelişti, böyle serpildi. Avrupa’dan “Bremen mızıkacıları” muamelesi ile bizim memlekete gönderilen, futbolda miadı da miladı da dolmuş sporcuların, kendilerini karşılamaya koşan taraftarları için söyledikleri; “Hiçbir yerde böyle taraftar görmedim!” sözünü, şimdi tam da burada hatırlama zamanıdır: Evet, böyle “taraftar” görülmemiştir!
Oysa öğrendiklerimizden hareketle söyleyecek olunsaydı, “taraf” olmamızın, (ilkelerimiz dışında) “taraftar” olmayı icbar etmediği dile getirilirdi. Ve bunun basit bir kelime oyunundan öte anlamlar taşıdığı fehmedilirdi.
Dilerseniz, yakın ve yakıcı bir hadise üzerinden; yanı başımızda cereyan eden bir zulüm muvacehesinden sürdürelim mevzuumuzu. Lafı evelemeden ve gevelemeden konuşalım. Sanatın süslü, rüküş kelimelerine de müracaat etmeyelim. Kitabın tam orta yerinden soralım sualimizi, Suriye’de binlerce insan katlediliyor, neredesiniz ve ne diyorsunuz? Ey üstatlar, ey abiler!
Lütfen, o bildik soyutlamalara, dolayımlı yollara, mecazlara, istiarelere, iyi niyet beyanlarına, amalara, lakinlere sapmadan, tevessül etmeden söyleyin söyleyeceklerinizi. Şerh düşmeden, şart ileri sürmeden konuşun, konuşturun sanatınızı. Ölümlerin gerçekliği kadar gerçek olsun sunumunuz, bombalar kadar yalın olsun anlatımınız. Söyledikleriniz/yazdıklarınız "genelde doğru" türünden değil; özelde, "kardeşlerimiz özelinde" doğru olsun. Siz ki marifet ve maharet ehlisiniz, size yol göstermek kimin haddine! Ama ölüyor yanı başımızda insanlar, ölüyor insanlık. Hiçbir tevil, hiçbir izah kaldırmıyor "diri diri toprağa gömülen" mazlumun görüntüsü. Kimse yıkayamayacak Suriye'de kirlettiği ellerini. Ne Mescid-i Aksa bakacak onların yüzlerine, ne Filistin yüz verecek bunlara.
Evet, muhterem üstatlar, sayın abiler ve değerli tâbiler, sözümüz budur ve buraya kadardır. Kalın sağlıcakla...