Giriş
Denilebilir ki İslam dünyası 18. yüzyılda açıkça kendini gösteren ve devam edegelen Batı tehdidine, İslam tarihinin hiç bir döneminde bu denli muhatap olmamıştı. Elbette bunun bir çok sebepleri bulunmaktadır.
İslam dünyası özellikle Hicri 4. yüzyıldan sonra düşünce ve pratikte taklit aşamasına girmeye başlamış; toplum, nüfuz alanı genişleyen bir hurafe ve bidatler yığını ile karşı karşıya kalmış; İslam düşüncesinin Kur'ani saflığı zedelenmiştir.
Bir takım ıslahatçı ve müceddid müslüman şahsiyetlerin, toplumu, içine düştüğü bu taklit ve donukluktan kurtarmaya, hurafe ve bidatlerden arındırmaya ve saf İslam düşüncesine döndürmeye çalışmalarına rağmen; tüm bu hastalıklarla maluliyet daha bir yoğunluk kazanarak modern zamanlara kadar varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Tüm bunların, uzun vadede İslam ülkelerinin siyasal ve nizami yapılarını da dejenere etmeye başlamasıyla artık her alanda bütünüyle bir çöküş duyulmaya başlanmıştır. İşte tüm bunlar, Malik b. Nebi'nin ifadesiyle "sömürgeleşmeye müsait olma" durumudur.
Öte yandan Batı dünyası, rönesans ve reform hareketleri yaşamış, fikri, ilmi, kültürel ve teknolojik bir çok değişiklikler geçirmiştir. Aynı zamanda büyük bir sanayi devrimi gerçekleştiren Batı, İslam dünyası ile kendisi arasında maddi bakımdan büyük mesafeler açmıştır.
Tüm bu güçleri arkasına alan Batı, 18. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını ve diğer halkları şiddetli bir sömürge tehdidiyle karşı karşıya bıraktı. 1757'de Bengal İngiliz hakimiyetine geçti. 1798'de Napolyon Mısır'ı işgal etti. Fransızlar, Cezayir'i 1830'da işgal etti. 1841'de İngilizler Şam'a ayak bastılar. 1852'de Hint-Pakistan alt kıtası İngiliz himayesine girdi ve ilk defa Hindistan'da Batılı kanunlar müslümanlara tatbik edildi.
Batı, Osmanlı Devletini tamamen etkisiz hale getirerek İslam coğrafyasının tümünü ele geçirme ve sömürgeleştirme planlarına devam ediyordu. Gerek iç, gerekse dış, tüm bu şatlar altında Cemaleddin Afgani (1839-1897) bir yanda, İslami ıslahat ve tecdid hareketinin bayrağını yeniden dalgalandırırken, bir yandan da o bitmez tükenmez enerjisiyle ülkeden ülkeye dolaşıp sömürgeleşmeye karşı aydınları ve halkları uyandırmaya ve mücadele etmeye çağırıyordu.
Bu paralelde o, İslami basının, daha doğrusu İslami dergiciliğin de öncüsü konumundadır. Biz burada genel hatlarıyla Afgani'nin çıkardığı Urvetü'l-Vuska adlı dergi ile başlayarak onun etkileri ile oluşan o dönemin İslami dergilerini ve kısa da olsa Türkiye'de çıkan diğer İslami dergileri tanıtmaya çalışacağız.
Urvetü'I-Vuska
Emperyalizme karşı tüm gücüyle mücadele veren Cemaleddin Afgani, 1879 yılında İngilizler tarafından tehlikeli görülerek Mısır'dan bir gemiye bindirilmiş ve Bombay'a getirilmişti. Urabi direnişi başladığı sıralarda Afgani'nin bağlantılarının, direnen Mısır halkına destek olmasından korkan İngilizler, Bombay'da onu daha sıkı kontrol etmeye başladılar. Daha sonra o, Bombay'dan Kalküta'ya nakledildi. Mısır'daki hareketin başarısızlıkla sonuçlandığı ve İngilizler'in Mısır topraklarını işgale başladıkları haberi Afgani'ye ulaştığında kafasındaki büyük projeyi uygulamaya geçirmeye başladı.
"el-Urvetü'l-Vuska" adında, sonraları İslam dünyasının ileri gelenlerinden Çoğunun katılacağı uluslararası gizli bir İslami teşkilat kurdu.1 Teşkilat, adını "Tağut'u inkar edip Allah'a inanan kimse kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa (el-Urvetü'I-Vuska) sarılmıştır." (Bakara, 256) mealindeki ayetten alıyordu,
1882 yılı civarında, Afgani faaliyetlerini sürdürebilmek amacıyla zorunlu olarak Paris'i merkez seçti. Talebesi ve dostu Muhammed Abduh (1845-1905) ise, İngilizler'e karşı direnişe geçen Urabi Paşa'yı desteklemek ve bu harekete katılmak suçundan tutuklandı ve üç yıl sürgüne mahkum edildi. Bu yüzden Beyrut'a oradan da Paris'e gitti. Burada Cemaleddin Afgani ile buluştu ve "el-Urvetü'l-Vuska" teşkilatının Başkan Yardımcılığı'nı üstlendi. Afgani Abduh'un da katılımı ile birlikte burada el-Urvetü'l-Vuska adlı dergiyi çıkarmaya karar verdi ve Başyazarlığa Abduh getirildi.2
Arapça olan el-Urvetü'l-Vuska'nın ilk sayısı 13 Mart 1884 tarihinde yayınlandı ve yayını 18 sayı sürdü. Onun son sayısı aynı yılın 26 Eylül'ünde yayınlanmıştır.
Dergi İslam ülkelerine bedava gönderiliyordu. Her sayının ilk sayfasında "Tüm Doğu ülkelerine ücretsiz gönderilir. Durumu iyi olanlar için posta ücreti yıllık 5 Frank olarak tesbit edilmiştir." ifadeleri yer almaktaydı. Dergiyi ekonomik yönden "El-Urvetü'l-Vuska" teşkilatı finanse etmekteydi.3
el-Urvetü'l-Vuska 'nın bütün yazılarının Abduh'un kaleminden çıktığı yazılmıştır; çünkü o yazılarda has Arapça kullanılmıştır. Oysa Seyyid'in yazılarının çoğunun üslubundan, onların yazarının Arap olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat bu dergi konusunda önemli olan, yazı üslubu değil, makalelerin içeriğidir. Bu konuda çoğu makalenin içeriğinin Afgani'nin düşüncesinden sızdığından kuşku yoktur. Çünkü el-Urvetü'l-Vuska 'nın İngiliz sömürü siyaseti karşısındaki devrimci tavır ve tutumları, barışçıları eleştirmesi, Abduh'un düşünce tarzından çok Afgani'nin düşüncesiyle uyum taşımaktadır. Afgani'nin üslubu, hayatı boyunca müslümanların devrimci duygularını uyandırmak olmuştur. Oysa Abduh, daha çok aşamalı ıslah, eğitim, tartışma ve ikna yoluyla siyasal hedeflerine ulaşmak istiyordu.4
Dergide birçok konular işlenmekle birlikte bunların en önemlileri şöyle sıralanabilir:
1. Sömürgeci Avrupa Devletlerine, Özellikle İngiltere'ye Karşı Direnmek: Dergi, sömürgecilerin Hindistan, Mısır vd. kolonilerde İşledikleri suçları dile getirerek müslümanlarda onlara karşı bir öfkenin ve düşmanlığın doğmasına çalışır. Onları İslam sancağını yükseltmek için çalışmaya çağırır.5 İngiliz sömürüsü Asya'da büyük hedeflere ulaşmış, Herat Savaşı'nda İran'ın yenilmesinin (1856), Hindistan karışıklığının sonuçsuzluğunun (1857) ve Mısır'ın işgalinin (1882) etkisiyle İngiltere, müslüman kitlelerin gözünde yenilmez bir güç gibi görünmeye başlamıştı. Cemaleddin Afgani, müslümanlar kendilerini İngiliz sömürüsü karşısındaki çaresizlik duygusundan kurtarıncaya dek, onlardan yabancı sömürücülere ve "baskıcı zalim" emirlere karşı savaşa tutuşmalarının beklenemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden dergi vasıtasıyla, müslümanları İngiltere'yle savaşma konusunda cesaretlendirmeye ve müslümanlar birlik içinde ve hazırlıklı olurlarsa İngiltere'yi yayılmacılıktan ve baskıcılıktan alıkoyabileceklerini göstermeye çalışmaktaydı.6 Nitekim o "Bir Efsane" adlı yazısında İngiltere'yi büyük bir tapınağa benzeterek şöyle söyler; "...İngiltere de işte böyle bir tapınaktır. Siyasetin karanlıklarından korkan zavallılar ona sığınırlar. Amaçlarına vehmettikleri hayallerle ulaşırlar. Nice kararsız ve zayıf insanlar bu tapınağın duvarları arasında helak olmuştur. Ancak ben, umutsuzluğun ve ölüm isteğinin oraya sağlam güçler taşıyacağı kanısındayım. İşte o zaman bu tapınakta umutsuzların cesur haykırışları yükselecek ve duvarlar çökerek büyük tılsım bozulacaktır."7
2. İslam Birliği (Panislamizm): İslam dünyasında milliyetçilik ve ırkçılık rüzgarları estirmeye çalışan Batı, bu düşüncelerle, emperyalist emellerini gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. İşte bu dönemde Afgani, dergide ırkçılığı ve milliyetçiliği şiddetle eleştirerek tüm müslümanların kardeş olduklarını ve birlikte bir dayanışma içinde hareket etmeleri gerektiğini savunuyor ve böyle bir amacı gerçekleştirmek istiyordu. Ona göre "soy ve sopun insana verebileceği imtiyaz ve övünmenin seri ölçüye göre hiç bir değeri yoktur. Şeri bağ dışında kalan her türlü bağlılık şeriatı koyan tarafından yerilmiştir."8 Öyleyse esas olan ümmet olma bilincidir. Bu yüzden "Peygamberin diliyle şereflendirilen alimler, kendilerine bırakılan veraset hakkı için, dini bağlılıkları yeniden kurmak, ayrılıkları ortadan kaldırarak dinin emrettiği birliği ve ahengi sağlamak" zorundadırlar. "Hatta her cami, her medrese birliği meydana getirmeğe hazır birer okul olmalı; her biri aynı amacı güden büyük bir kurumun ayrı halkaları durumuna gelmelidir." Varlığımızı devam ettirebilmenin bir yolu da "yakınındakilere birlik elini uzatmak, uzakta bulunanları, davetçiler göndererek birlik sınırı içine almak, dine, millete faydalı olacak işlere yine el birliği ile girişmekle mümkündür."9
3. Müslümanların Geri Kalmışlığının Nedenleri: Dergi ya da Afgani, darma dağınık olmuş ve felakete düşmüş İslam ümmetine çarelerin bulunması ve bu durumdan kurtarılması için, öncelikle, tıpkı bir hastayı inceler gibi, o ümmetin daha önce bünyesine aldığı mikrop ve yaraların araştırılması ve incelenmesi gerektiğini söyler.10 Dergide işlenen teze göre, nasıl ümmetin ortaya çıkış sebebi, yükselmesini sağlayan etken din ise, düşüşü ve ortadan yok oluşu, şüphesiz dinîn esaslarını bırakması, arkaya atması ve aslında olmayan bidatleri yerine geçirmesi dolayısıyladır. Bu da ilahi mesajın evrak okur gibi okunmasından kaynaklanmaktadır.11 Aslında İslam ümmeti ilk zamanlarda oldukça başarılı ve büyük zaferler kazanmış durumdaydı. Daha sonra ise ortaya çıkan din dışı unsurlar -ki bunlar din kisvesi altında İslam'a sokuluyordu- müslüman zihinlerde bulanıklıklara ve gerçeği açıklamada sakatlıklara ve kırılmalara yol açtı. Bu sahih anlayışın ve sahih gerçeği kavrayışın bulandırılması kelam, tasavvuf ve felsefenin belirli kolları ve akımlarıyla yapıldığı gibi hadisler yoluyla da yapılmıştır.12
Tüm bunlardan sonra yapılması gereken şey, "ümmetin dini esaslara geri dönmesi, hükümlerini başlangıçta olduğu gibi alması ve yeterince konuşarak kamuoyuna, doğru yolu göstermesidir." İşte bu şekilde ilk dönemde olduğu gibi, insanlar nefislerini arındıracak, ahlaklarını düzeltecek ve yeniden toplumsal dinamizm gerçekleşecektir. Çünkü zaten Kur'an'ın ilkelerini yaşayan bir toplumun zillet içerisinde yaşaması mümkün değildir.13 Onun için Afgani, derginin bir sayısında şöyle seslenir: "Ey okuyucu! Bidatlardan uzak hakiki dini esasların şu cansız ümmete yeniden hayat vereceğini, ondaki dağınıklıkları giderip birlik sağlayacağını, faziletler için fertlerini harekete geçireceğini, kültür alanını genişleteceğini ve medeniyetin amacına götüreceğini söyleyen sözlerime şaşıyor musun? Eğer öyleyse, ben sana daha çok şaşıyorum..."14
el-Urvetü'l-Vuska Teşkilatı'nın ileri gelen üyeleri Batılılar tarafından gayet iyi biliniyor ve tanınıyorlardı. Ayrıca onların faaliyetlerini de yakından takip etmek istiyorlardı. Çünkü sömürgeciliğin zirvesini yaşadığı o günlerde bu teşkilat ve bu teşkilatın faaliyetleri, kendilerine karşı gerçek bir direniş bayrağı oluşturmaktaydı. İşte bu çerçevede daha derginin kuruluş çalışmaları yürütülürken bazı Fransız gazetelerinin muhabirleri bunu duymuş ve gazetelerinde "belli belirsiz bir şeyler yazmışlardı." Büyük İngiliz gazeteleri de bunu görür görmez harekete geçmiş; hükümetlerini "böyle bir derginin İngiliz siyaseti üzerinde ne tür etkiler uyandıracağı hususunda sürekli uyarmaya" başlamışlardı.15 Sömürgeci güçler, dergi yayılmaya başladıktan ve tesirlerini gösterdikten sonra bir takım sorunlar ve engellemeler çıkarmaya başladılar. Fakat Paris'te basılmasına engel olamıyorlardı. Başka yollar bulmaya çalıştılar. Kolonilere girişini yasaklayarak okuyucularına baskı yaptılar. Hindistan'ın İngiliz hükümetinin yayınladığı kanun gereği "üzerinde el-Urvetü'l-Vuska'nın bir sayısı bulunan kimse iki yıl hapis ve 100 Sterlin para cezasına çarptırılıyordu." Aynı şekilde İngilizler Mısır Bakanlar Kurulu'nu da derginin Mısır'a girişini yasaklamaya ve "üzerinde bir sayısı bulunanı 5 Cüneyh'ten 25 Cüneyh'e kadar para cezası ödemeye varan" bir yasanın çıkarılmasına zorladılar. Nihayet dergi yayınını durdurmak zorunda kaldı (Eylül 1884).16 Fakat onun etkileri, tüm İslam dünyasında büyük yankılar uyandırdı. Dergi gerek emperyalizme karşı birlik halinde mücadele konusunda, gerekse de müslümanları bu durumlara düşüren gayri sahih din anlayışını düzeltmede büyük tesirler göstermiştir. Ve onların başlattığı bu ilk dergicilik hareketi çeşitli bölge ve ülkelerde devamını bulmuş ve bugüne kadar bu süreklilik varlığını korumuştur.
El-Menar
Cemaleddin Afgani ile Muhammed Abduh'un çıkartmış oldukları el-Urvetü'l-Vuska dergisinin büyük ölçüde etkisinde ve bu paralelde basın ve dergicilik olayını sürdüren en önemli şahsiyetlerden biri kuşkusuz Reşid Rıza'dır.
Reşid Rıza, Suriye'de dünyaya gelmiş; ülkesinin okullarında takip edilen eğitim metodları doğrultusunda İslami eğitimini tamamladıktan sonra, dini ve edebi çalışmalara yönelmişti. Başlangıçta kendini tasavvufa vermişti.17 1893 yılında -o zamanda 28 yaşındaydı- düşüncesinde ve hayatında büyük bir değişim meydana geldi. Babasının dosyaları arasında el-Urvetü'l-Vuska dergisinin sayılarını bulmuş, dikkatle incelemiş ve zihninde büyük bir inkılap meydana gelmişti.
el-Urvetü'l-Vuska'dan şunu öğrenmişti ki İslam sadece ruhani ve uhrevi bir din değildir. O ruhani ve cismani bir dindir; tıpkı dünyevi ve uhrevi bir din olduğu gibi. Artık o bu dinin, insanı hak ile yeryüzünü yönetmeye çağırdığını ve ilettiğini yakinen kavramıştı. Kendisi bu dergi sayesinde nasıl bir düşünsel inkılap yaşadığını tekrar tekrar vurgulamıştır.18
Reşid Rıza 1897 yılında Mısır'a göç etti. Halkına ve dinine hizmet etme idealini taşıyan Reşid Rıza, Suriye'deki şartların gerçekleştirmesine izin vermediği bu amacını Mısır'da gerçekleştirebileceğini umuyordu.
Reşid Rıza Kahire'ye varır varmaz Muhammed Abduh ile temas kurdu. Kendi deyimiyle üstadı bir gölge gibi izledi. 1898 Martında el-Menar dergisini kurdu. Dergi İslam'ın ruhuna yabancı adet ve uygulamaları eleştirmeyi, dini inançlara sonradan sokulmuş yeniliklerin yanlışlıklarını ortaya koymayı, ayrıca eğitim metodları ve ders kitaplarının yeniden düzenlenerek iyileştirilmesini ve öğrenime karşı istek uyandırmayı amaçlamaktadır.19 Genel olarak el-Menar dergisinde işlenen konular, el-Urvetü'l-Vuska'da işlenen konu ve düşüncelerle uyum içindedir.20
Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad)
1839'da Tanzimat Fermanı'nın ilanını takip eden yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nu siyasi, askeri ve iktisadi bakımdan ayakta tutabilmek üzere Osmanlı aydınları arasında Osmanlıcılık, İslamcılık ve Medeniyetçilik gibi belli başlı üç ideolojik cereyan yaygınlık kazanmaya başlar. Bilhassa 1908'de II. Meşrutiyetin ilanından sonraki yıllarda biraz da siyasi ortamın müsait oluşundan dolayı Türkçülük cereyanının katılmasıyla söz konusu ideolojik faaliyetlerin daha da yaygınlık kazandıkları görülmektedir.21 Fakat İslamcılık cereyanı II. Meşrutiyet'in düşüncesine hakim siyasal ve ideolojik akımların muhakkak ki en tesirlisi ve kuvvetlisi olmuştur.22
Bu akımın ortaya çıkışında hiç şüphesiz Cemaleddin Afgani'nin ve ortaya attığı fikirlerin büyük payı olmuştur. Nitekim o iki kez İstanbul'a gelmiş (birinci geliş 1870, ikinci gelişi 1890'lı yıllara rastlar) Osmanlı aydınları ve uleması arasında büyük tesirler icra etmiştir. Bunu, Mehmet Akif Ersoy'un anlattığı şu olaydan çıkarabiliriz: Cemaleddin Afgani'den Daru'l-Fünun'un açılacağı gün bir konferans vermesi istenir. O gün Afgani'yi dinlemek üzere İstanbul'un mülki amirleri, alimleri ve diğer seçkinleri olduğu gibi salona toplanırlar. Şeyhülislam da dinleyiciler arasındadır. Fakat Afgani'yi çekemeyen Şeyhülislam ona iftirada bulunur ve bütün cami imamlarını onun üzerine saldırtmaya çalışır. Bu olaylardan sonra Afgani'yi destekleyenler ve Şeyhulislam'ı destekleyenler olmak üzere gazete sütunlarında yazılar çıkmaya başlar. Basın ikiye ayrılmıştır.23 İşte Afgani bu kadar tesir ve nüfuz sahibiydi.
Afgani'nin etkisinde gelişen bu İslamcılık akımını sadece siyasi anlamda anlamamak gerekir. Aynı zamanda bu akım el-Urvelü'l-Vuska'da çerçevesi belirlenmiş olduğu şekilde müslümanları hurafe ve bidatlerden arındırmak, ıslah etmek ve müslümanları taklitçilik bağlarından kurtarmak şeklinde de anlaşılmalıdır.
İşte bu çok yönlü islamcılık anlayışı Türkiye'de daha çok Sırat-ı Müstakim çevresince temsil edilmeye çalışılmıştır.24 Zaten İslamcılık, İttihad-ı İslam adı altında 1870 yılından itibaren (Afgani'nin İstanbul'a ilk geliş tarihidir bu) Osmanlı Devleti'nin hakim siyasi düşüncesi olmakla beraber, bir fikir hareketi olarak, çok yönlü bir biçimde ortaya çıkışı II. Meşrutiyet sonrasında Sırat-ı Müstakim'in yayınlanmasıyla başlatılmaktadır.25
Sırat-ı Müstakim yayın hayatına 14 Ağustos 1908'de başlar. Müessisleri, Ebu'l-Ula Zeynelabidin ile Eşref Edip'tir. Dergi, adını Şura/52'deki "Kuşkusuz sen doğru yola (Sırat-ı Müstakim) götürüyorsun" mealindeki ayetten almaktadır. İlk sayıdaki girişte, derginin çıkış amacının İslam'a hizmet etmek, müslümanlara sağlam bir metodu tavsiye edip İslam aleyhine yapılan saldırı ve iftiralara cevap vermek olduğu ifade edilmektedir.
Dergi, oldukça geniş bir yazar kadrosuna sahiptir. Bunlardan bazıları şunlardır: Manastırlı İsmail Hakkı, Bereketzade İsmail Hakkı, Ahmet Naim, Mehmet Akif, Eşref Edip, Bursa Mebusu Tahir Bey, Kazanlı Halim Sabit, Ahmed Hamdi (Aksekili). Ayrıca Türkiye dışındaki bir çok yazardan da çeviriler yapılmıştır. Mesela Mehmet Akif, Ferid Vecdi'den "Müslüman Kadını", "Müslümanlıkta Medeniyet" gibi eserleri, Muhammed Abduh'tan makaleler ve el-Menar dergisinden de bir çok yazı çevirmiştir.
Dergi 1911 yılında örfi idare tarafından "şahsiyyata müteallik ve heyecanamiz makalat neşredildiğinden" dolayı süresiz kapatma kararına maruz kalmış, fakat daha sonra bu yasak kaldırılmıştır.26 1912 yılına kadar 182 sayı sürmüş, bilahare yayınlanan bu sayılar 7 cilt haline getirilmiştir. 8 Mart 1912'de 183. sayı Sebülürreşad adıyla yayın hayatına devam etmiştir. Mesul Müdür Eşref Edip Bey'dir.
Sebilürreşad, 16 Mart 1920'de İstanbul'un işgali üzerine Kastamonu'ya taşındı. Burada 3 nüsha çıktıktan sonra 13 Ocak 1921 tarihinde Ankara'ya gelerek neşriyatını sürdürdü. Ekim 1921'de Kayseri'ye nakledildi. Böylece Sebilürreşad Kastamonu ve Ankara'dan sonra Kayseri'de çıkmaya başladı. Sakarya Zaferi'nden sonra tekrar Ankara'ya taşındı. Bir süre burada yayın hayatını sürdürdü. Mayıs 1923'te tekrar İstanbul'a dönerek yayınına devam etti.27
Derginin bu şekilde şehirden şehire dolaşması Milli Mücadele yıllarının getirdiği zorluklardan kaynaklanıyordu. M. Akif, gerekli ve uygun gördüğü şehirlere hareket ediyor ve dergiyi halkın bilinçlenmesi ve cihada teşvik için hizmet ettiriyordu. Nitekim, Anadolu Harekatı Milliyesi genişleyerek Ankara'da toplanmaya başlayınca üstad: "Artık burada duracak zaman değildir, gidip çalışmak lazım. Bizim tarafımızdan halkı tenvire ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar. Mutlaka gitmeliyiz. Ben yarın Ankara'ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın. Sen de idarehanenin işlerini derle topla. Sebilürreşad klişesini al, arkamdan gel." diye Eşref Edip'le sözleşmiş ve Ankara'ya hareket etmişti.28
Dergi 5 Mart 1925'te yayınına süresiz ara vermek zorunda kaldı. Bu mecburiyet tam 22 yıl devam etti. Sebilürreşad 22 yıl aradan sonra, Türkiye'deki siyasi baskının yumuşaması ve umumi istek üzerine yeniden çıkarılmaya başlanmış, bu sefer yeni harflerle Mayıs 1948'de çıkarılmaya başlanmıştır. Bu tarihten itibaren kesintisiz Mart 1965 tarihine kadar yayınını devam ettirmiştir. Böylece 359 sayı da 15 ciltte toplanmıştır. Ancak 1947'den sonraki sayılarında ilk dönemdeki kaliteye ulaşılamamıştır.
Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerinde yayınlanan yazıların konu başlıklarını şöyle sıralayabiliriz: 1. Tefsir-i Şerif; 2. Hadis-i Şerif; 3. Sosyal Bahisler; 4. Felsefe; 5. Fıkıh ve Fetva; 6. Edebiyat; 7. Tarih; 8. Talim ve Terbiye: 9. Hutbe ve Mevaiz; 10. Siyaset; 11. İslam Kavimlerinin Hayatları; 12. Mektuplar; 13. Matbuat; 14. Şuunat... Mecmualarda her konu, belli başlıklar altında ve uzmanlarınca yazılmıştır.29
Şunu da belirtmek gerekir ki, derginin yazar kadrosunun zihni ve fikri yapısı homojen bir nitelik taşımamaktadır. Bazı yazarlarda gelenekçi öğeler, bazı yazarlarda ise modernist öğeler daha fazla göze çarparken, bazılarında da ıslahatçı yön ağır basmaktadır. Ama ıslahatçı özellik derginin geneline hakim durumdadır. Yine derginin bazı yazarları, genelin "İttihad-ı İslam" ve ümmetçi yaklaşımına rağmen "milliyetçi ve Türkçü" bir yapı arzetmektedirler. Nitekim ilk kuruluşundan itibaren Sırat-ı Müstakimde yazan Akçuraoğlu Yusuf 1911 yılında Türk Yurdu mecmuasını kurmuş ve "milliyetçi-Türkçü" bir politika izlemiştir. Yine Sırat-ı Müstakim yazarlarından Ağaoğlu Ahmed de ilk kuruluşundan itibaren Sırat-ı Müstakim'de yazmış olmasına rağmen Türk Yurdu dergisine geçmiş ve orada yazılarını yayınlamayı sürdürmüştür.30
Dergi, genel olarak, Urvetü'l-Vuska hareketi çerçevesinde faaliyetlerini sürdürmüş olmasına rağmen biz burada onun ortaya koymak istediği düşünce ve mücadeleleri genel hatları ile şöylece sıralamak istiyoruz:
1. Yeniden Asıl Kaynağa Dönmek: Derginin işlediği en temel konulardan biri, tarihi süreç içerisinde müslümanların İslam diye İslam olmayan düşünce ve eğilimlere sahip çıkmaları konusudur. Dergiye göre müslümanlar gerek inançlarında, gerekse pratiklerinde bir takım hurafe ve bidatlara saplanmışlardır. Bu nedenle, bunlardan kurtulmak için kişinin "amal ve akaidini Kitabullah ve sünnet-i resulden başka bir mahaldan ahz ve telakki" etmemesi gerekir. "Bugün erbab-ı şeriatın yapacağı iş, dini asr-ı saadetteki şekline avdet etmek, müslümanlığı o safvetiyle, o nezahetiyle muhafaza eylemek"tir.31 Ayrıca dergiye göre, İslam dünyasının bugünkü durumlara düşmesi sahih bir İslam anlayışına sahip olmamasından dolayıdır. Nitekim "Milleti İslamiye, şeriatı, saffet-i saliyesi ile muhafaza ettikçe hem dini, hem dünyası mamur imiş; o safveti böyle bir sürü bidatle bulaştırınca hüsrandan hüsrana düşmüş"tür.32
2. İçtihad Fikri: Şartlar sürekli değişmektedir. Bu değişen şartlar karşısında yüzlerce yıl öncesinin şartları çerçevesinde ortaya konulmuş fetvalara tabi olmak söz konusu olamaz. İçtihad kapısı sürekli açıktır ve daha öncekilerin yaptıkları gibi Kur'an ve sünnete müracaatla günün meselelerine çözümler bulmalı ve çareler üretilmelidir. Nitekim M. Akif bu düşünceyi şu mısralarıyla ifade eder: "Yedi yüz yıllık eserlerle bu dinin hala, / İhtiyacatını kabil mi telafi? Asla! / Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp / ilhamı, Asrın idrakine söyletmeliyiz / İslam'ı."33
3. Emperyalizme karşı mücadele ve İslam birliği siyaseti.
4. Hükümete karsı vatandaşın haklarının yeniden tesbit edilmesi meselesi: Bu çerçevede dergide. İslam'ın idare biçiminin 'şura' esasına dayanması; hürriyet, eşitlik, adalet gibi çokça ihlal edilen temel hakların gözetilmesi gerektiği fikri işlenmiştir. Buradan kalkılarak dergide meşruti yönetimin İslami bir yönetim olduğu, bunun zaten İslam'da da var olduğu ileri sürülmüş;34 "Kanun-i Esasi"nin şeriata müstenid olduğu, bundan başkasının zaten mümkün olamayacağı savunulmuştur.35
5. Eğitim-öğretimin ıslahı ve cehaletle, bilgisizlikle ve taklitle mücadele: Bu konularla ilgili dergide bir çok yazı vardır. Dergide mevcut eğitim anlayışı eleştirilir ve artık bunun İslam ümmetini ayağa kaldırmada bir fonksiyon icra edemediği üzerinde durulur. Felsefi düşüncenin yeniden canlandırılması, bu konu çerçevesinde önemli bir yer tutar. M. Akif şöyle seslenmektedir: Medresen var mı senin bence o / çoktan yürüdü; Hadi göster bakayım şimdi de / ibn Rüşd'ü. ibn Sina neye yok, nerde Gazali, / görelim. Hani Seyyid gibi, Razi gibi / üç-beş alim. / En büyük fazılınız bunların / arasından, Belki on şerhe bakıp bir kuru / mana çıkaran.
Diğer Dergiler
Aslında Urvetü'l-Vuska hareketi çerçevesinde gelişen akım, Türkiye'de sadece Sırat-ı Müstakim (Sebilürreşad) dergisiyle sınırlı kalmamış; bir takım farklılıklarla da olsa İslam Mecmuası, Beyanu'l-Hak ve Volkan gibi yayınlarda da değişik tonlarda kendini tezahür ettirmiştir.
Bunların içinde el-Urvetü'l-Vuska'ya en yakın olanın İslam Mecmuası olduğu söylenebilir. Dergi 1918'de, "Şian: Dinli bir hayat, hayatlı bir din" alt başlığı ile çıkmaya başlamıştır. Daha önce Sırat-ı Müstakim'de yazan Musa Kazım, Mehmed Şemseddin Günaltay, Halim Sabit gibi önemli bazı yazarlar da bu dergiye geçerek Sırat-ı Müstakim - Türk Yurdu arasında kendilerine bir yer bulmaya çalıştılar.36
Dergide Ziya Gökalp'in de din, ahlak, eğitim gibi konular üzerine sosyolojik değerlendirmeleri bulunmaktadır. Islahat, siyaset, içtihad gibi konuların yanı sıra dergi, iktisadi sorunlarla da ilgilenmekte, gündemine almaktadır. Nitekim Ahmet Muhiddin'in "Milli İktisat" ile ilgili görüşleri de bu dergide yer alır. Yabancı sermayeye karşı "milli sermaye" İslam Mecmuası'nın işlediği temel konulardan biridir.37
Beyanül-Hak, 1908-1912 yılları arasında 182 sayı çıkar. Mütareke döneminde Şeyhülislam da olan Tokat Mebusu Mustafa Sabri'nin yayımladığı dergi, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye'nin yayın organıdır. Dini konuların yanı sıra, güncel, siyasal ve toplumsal konulara da eğilen derginin geniş bir yazı kadrosu vardır. Ticaret, şirket vb. konular burada işlenen konular arasındadır.
Aynı yıllarda Sada-yı Hak geleneksel İslamcılığı savunur. Ceride-i İlmiye üst düzeyde medrese ilmini yayar. Mahfil ise İslam'a tasavvuf açısından yaklaşır.38
Volkan da, 11 Aralık 1908-20 Nisan 1909 tarihleri arasında Derviş Vahdeti'nin günlük olarak çıkartmış bulunduğu bir gazetedir. Burada da, her türden konular işlenmiş bulunmaktadır. Fakat ağırlıklı konular siyasal ve toplumsal konulardır. Ziyaüddin, Said-i Nursi, Hasan Tahsin, Mehmet Emin Hayreti gibi şahsiyetlerin birçok yazıları bulunmaktadır.
Dipnotlar:
1- Cemaleddin Afgani, Urvetü'l-Vuska, (Seyyid Hadi Hüsrevşahi'nin yazdığı Giriş'ten), Terc: İbrahim Aydın, İstanbul, 1987, Bir Yay., s. 21-22.
2- Muhammed Ammara, Müslimun Süvvar, (Beyrut, 1987), s. 443.
3- C. Afgani, a. g. e., s. 27.
4- Hamid İnayet. Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, (Terc: Hicabi Kırlangıç, İstanbul, 1991), s. 117-118.
5- C. Afgani, a. g. e., s. 30.
6- Hamid İnayet, a. g. e., s. 118.
7- C. Afgani, a g. e., s. 369.
8- C. Afgani, a. g. e., s. 83.
9- C. Afgani, a-g. e., s. 117-118.
10- C. Afgani. a. g. e., s. 90-91.
11- C. Afgani. a. g. E., s. 98.
12- C. Afgani, a. g. e., s. 108409.
13- C. Afgani, a. g. e., s. 98.
14- C. Afgani, a. g. e., s. 99.
15- C. Afgani, a. g. e., s. 376.
16- C. Afgani, (Hüsrevşahi'nin Girişinden) a. g. e., s. 35.
17- Osman Emin, "Mısır'da Rönesans: Muhammed Abduh ve Okulu", İslam Düşüncesi Tarihi, (Ed.: M. M. Şerif, Terc: İhsan Durdu, İstanbul, 1991), IV, 307.
18- Muhammed Ammara. a. g. e., s. 450-451.
19- Osman Emin, a. g. e., s. 308.
20- Hamid İnayet, a. g. e., s. 179.
21- Abdullah Uçman, "Akif ve Milli Mücadele", ölümünün 50. Yılında Mehmet Akif Ersoy. İstanbul, 1986, s. 13.
22- Tank Z. Tunaya. İslamcılık Akımı, İstanbul, 1991, s. 15.
23- Bu yazıda M. Akif Ersoy. C. Afgani'yi haklı bulmakta ve ona yapılan iftirayı eleştirmektedir. Bkz.: Mehmed Akif Ersoy, Modernleşmek mi, İslamlaşmak mı?, İstanbul, 1988, s. 22-25.
24- M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar, İstanbul, 1987, s. 169.
25- İsmail Kara, Türkiye de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul. 1988,1, Giriş. XXIX.
26- M. Ertuğrul Düzdağ,. a. g. e., s. 262.
27- Abdullah Ceylan, Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad Mecmuaları Fihristi, Ankara, 1991, Giriş, VIII.
28- Eşref Edip, Mehmed Akif, İstanbul, 1962, I, 139.
29- Abdullah Ceylan, a. g. e., Giriş, IX.
30- İsmail Kara, a. g. e.. Giriş, XXX.
31- Bununla ilgili olarak bkz.: Muhammed Abduh, "Müslümanlıkta Esaslar", Sırat-ı Müstakim, (Terc: M. Akif Ersoy), C. 1, sy. 10, s. 146-148; Muhammed Abduh, "Ataletin Intac Ettiği Fenalıklar", Sırat-ı Müstakim, (Terc: M. Akif Ersoy), C. I, sy. 26, s. 411-413.
32- M. Akif Ersoy. Sebilürreşad. C. I (8), sy. 27(209), s. 4.
33- M. Akif Ersoy, Safahat, (Haz.: M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul, 1987, s. 381.
34- Ebu'l-Ula (Mardinizade). "Sure-i Şura", Sırat-ı Müstakim, C. I, Sy.: I, s. 6-7.
35- Musa Kazım (Şeyhülislam), "Hürriyet-Musavat". Sırat-ı Müstakim, C. I, Sy.: 1, s. 1-3.
36- İsmail Kara. a. g. e.. Giriş, XXX.
37- Zafer Toprak, "11. Meşrutiyet'te Fikir Dergileri". Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, (İstanbul, tarihsiz),'l, 127.
38- Zafer Toprak, a. g. e.. I, 127.
39- Volkan gazetesinin tamamı latin harfleriyle basılmış olup, geniş malumat için oraya bakılabilir. Derviş Vahdeti, Volkan Gazetesi, İstanbul, 1992.