Üretilen Tüketim, Tüketilen Tüketici

Beytullah Emrah Önce

I. Yeni dünya görüşü

İnsanlar siyasi kimlik ve ideolojilerinden uzaklaştırılmak istendiğinde; onlara kendilerini yeniden tanımlayabilecekleri, dünyayı ve dünyada olan bitenleri yorumlayabilecekleri kavram ve araçlar, insanlarla iletişim kurarken kullanabilecekleri yeni bir ideoloji, farklı bir kimlik sunmak gerekiyordu. Kapitalizm, bu noktadaki ihtiyacı 'tüketim ideolojisi'ni ve 'tüketici kimliğini' dolaşıma sokarak kapatmak istedi ve bugün insanların genel görünümüne baktığımızda, amacına büyük oranda vardığını görüyoruz. Artık insanlar, gündelik hayatında hakları devlet güvencesiyle korunan birer tüketicidir ve her şeyi tüketmeye hazır halde yaşamaktadır; ideolojileri bile…

Kişi, tüketim ideolojisini ve tüketici kimliğini kabullendiğinde, tanımını 'üretici'nin yaptığı başka bir dünyada yaşamaya başlar. Böylece 'dünya'ya bu yeni 'görüşü'yle bakar. Her şeyi 'ekonomi' açısından okumaya başladığında ise; insan 'alet' yapan 'hayvan' olur, insanlık tarihi salt 'sermayenin iktidar mücadelesine' dönüşür, coğrafya 'yer altı ve yer üstü kaynakları'nın keşfedilmesine çıkar, matematik sadece 'paranın hesabı'dır… Kişi, olan bitene kendine söylenen tek pencereden bakmaya başladığında; göreceği manzaranın kendi seçimi olmadığını unutur; aslında gördüğü gösterenin istediği gibidir/kadardır.

Dünyada var olmanın ve yaşamanın her şartı ekonomik sebeplere bağlandığında, insanlar büyük bir kıskaca alınmış demektir. Çünkü kıskaç ekonomi olunca, onu sıkan eller de elbetteki ekonomik yönden zengin ve güçlü tutana aittir. O halde yaşam, üreten ve tüketen arasındaki karşılıklı bir ilişkidir. Yaşamak, önemli bir tüketim faaliyetidir. (Tüketim, önemli bir yaşamak faaliyeti değil!) İnsan tüketici kimliğinin gereklerini yerine getirdiği kadar bu dünyada bir yer tutar, henüz tüketici olamayanlar, bunun sıkıntısını çekmelidir ve kendisini yaşatacak bir meslek edinmelidir.

II. Bir tanrı olarak ekonomi

Bugün, ekonominin belirleyici olduğu benimsetilen bir dünyada, sorunlar konuşulmaya başlandığında ortaya çıkan listenin ilk sıralarını hemen "'işsizlik, fakirlik, gelir dağılımındaki adaletsizlik, yaşam kalitesinin düşüklüğü…" alır. Sorunun sebebi, kişinin belirlenen yaşam standartlarını sürdürebileceği bir gelirinin ve bunu ona sağlayabilecek bir işinin olmamasına bağlandığı noktadan itibaren; her şey farklı bir şekilde yorumlanmaya başlanır. Kişi, bunalıma düştüğünde, vaktini kumar ve şans oyunları oynayarak geçirdiğinde, hırsızlık yaptığında, kapkaççılık yaptığında, fuhşa bulaştığında, adam öldürdüğünde, hatta eline silahı alıp dağa çıktığında bile; ortaya tek sebep sürülür; 'işsizlik'.

İş sahibi olmak, insanlara gerekli hayat standartlarını sağlayacak bir işle meşgul olmak şeklinde tanımlanır. Bu tanıma itiraz edilmediği andan itibaren, bakış açısının belirleyici unsuru ekonomidir. 'Hayat standardı'nı ve bunun alt sınırının ne olduğunu ise kişi kendisi belirleyemez. Nelere ihtiyaç duyacağını, ne kadar şeye sahip olması gerektiğini, bunların kaça mal olacağını…  üretimi elinde tutanlar listelediğinden; kişinin tek yapması gereken -verilen listedekileri yaptığında iyi yaşayacağını düşündüğünden- iyi bir iş bulmaktır.

Dünyanın ekonomik düzeninde, tüketiciler ihtiyaçlarını kendileri belirlemedikleri halde, listedekileri elde edememekten rahatsızlık duyarlar. Çünkü onların dünyası, tükettiği miktarda değerlenir; 'sahip olduğu' kadar anlamlanır. Bu düzende, işsizlik ise kişiyi anlamsızlaştırmakta ve bir amaçtan yoksun bırakmaktadır. Böylece işsiz kişi, potansiyel bir sorun sahibidir; ahlaksızlığa ya da adli suçlara meyletmesi de ona standart bir hayat sürdürtecek meşgalesinin olmamasındandır. Ahlakın/ahlaksızlığın sebebi de, ölçüsü de ekonomik göstergelerle ifade edilir hale geldiğinden beri; insanlar 'ekonomik' bir 'tanrı'nın boyunduruğu altına iyice girmiştir.

III. Tüketilen alternatif

Kapitalist düzenin mantığına uygun bir tüketim, insanlar için kötü bir hastalıktır. Bu hastalığın pençesine düşen kimsenin kurtuluşu, ancak 'tüketici' kimliğinden sıyrılmasıyla mümkündür. Fakat bu mevcut düzen içinde söylendiği kadar basit değildir.

Son yıllarda tüketimin çılgınlığa vardığı boyuttan rahatsızlık duyanlara karşı alternatif olarak sunulan 'sade ve doğal hayat' reçetelerinin tuzak olma ihtimali pek de düşük sayılmaz. Bir moda olarak sadelik, insanlara tüketim dünyasının karmaşık yapısından kurtulmanın bir yolu olarak gösterilmiştir. Fakat sadeliğin üretimi de; maalesef karmaşıklığı doğuranların eliyle gerçekleşmiştir. Hayatın suniliğinden şikayetçi olanlar için doğal ürünler; yine aynı sanayi tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla alternatif; yine düzenin kendi içinden çıkartılmıştır.

Peki bu durum kısır bir döngü olarak kalmaya mahkum mu? Alternatif çıkarmak mümkün değil mi? Alternatif, ekonomi eksenindeki tüm tanımları ve ilişki biçimlerini reddetmekle mümkün olabilir.  Zihinsel bir arınma ise önceliklidir. 'Hayat standardı, kalite, marka, ihtiyaç malzemesi, çağın gereklilikleri…' gibi ifadeleri dilimizden çıkarmadan, düşünce dünyamızda ekonominin etkilerini gideremeyiz. Daha sonra yapılması gereken, alternatif olarak sunulan tüketim maddelerini tercih etmek değil, tüketim miktarını en alt seviyeye indirgemektir.

IV. Yoksulluk bir hastalık değildir

'Yoksulluk' temasının nasıl işlendiğine dikkat edilmesi gerekiyor. O zaman günümüz dünyasında yoksulların, toplumun el uzatılması gereken kardeşleri gibi değil de, 'yoksulluk'tan kurtarılması gereken hastalar muamelesine tabi tutulduğu görülecektir. Yoksul olmak; acı bir mahrumiyet hali gibi insanlara sunulurken, mahrum kalınanın mahiyeti bir türlü tartışılmamaktadır. Neden bazı şeylere sahip olamamak bizi acınacak bir hale getirsin ki?

Bugün rahatsızlık duymamız gereken konu; yoksulların varlığı değil, yoksulluğun dramatize edilmesidir. Çünkü yoksulluk bir hastalık değildir. Oysa son yıllarda, sosyal kuruluşların faaliyetlerinde ya da televizyon programlarında 'yoksullar' iyice sefilleştirilmektedir. Adeta yoksulluk 'aşağılanarak', insanlar yukarı çekilmeye çalışılmaktadır. Böylece, zahmet edip onlara yardım elini uzatanlar da konumlarını meşrulaştırmış olmaktadır.

Sanıyorum sorunu 'yoksulluk' ekseninden 'zenginlik' eksenine kaydırmadan doğru bir yere varamayız. Çoğunluğun nelerden yoksun olduğunu değil, azınlığın neden bu kadar çok şeye sahip olduğunu tartışmalıyız. Zengin olmak ve daha çok kazanmak hırsıyla yanıp tutuşanların, ateşleriyle başkalarını da yaktığını görmeliyiz. Çünkü var olan kaynaklar zaten sınırlı. Birilerinin daha çok şeyi elinde tutması, kalanların elindekini azaltacaktır. Bu denklemin başka bir eşitliği var mı? Bugün, dünyada bir çok insanın çektiği açlığın sebebinin, yeterli kaynak sıkıntısından değil, birilerinin zamanında kaynakları sömürmüş olmasından kaynaklandığını hepimiz biliyoruz. Bu gerçeği atlayarak, sadece yoksulluğa odaklanmak ve onları kurtarmaya çalışmak, sistemin devamı sağlar; değişmesi değil…

Burada sorulan soruların cevapları üzerinde düşünmeliyiz. Bir paradigma değişikliğine gitmemizde fayda var. Tüketim dilinden kurtulmalıyız. Çünkü ekonomiyi hayatın merkezine aldığımızda; sahiplik öncelikli bir kıstasa dönüşüyor, alınması gerekenler de bir liste halinde önümüzde uzayıp gidiyor. Azlığın ve çokluğun göstergeleri ise sistemin isteklerine uygun hale getirilmek istendiği anda ise kişi zaten farkında olmadan kısır döngünün içine çekilmiş oluyor. Bir iş sahibi olmak; yaşamak için çalışmak amacından çıkarak, çalışmak için yaşamak düzlemine kayıyor. Üretim, sadece daha çok tüketmeye yönelik hale geliyor. Kişinin ihtiyaçları tükettikçe artıyor. Daha çok tüketmek ihtiyacı hissediyor… Tüm bunlara karşı, yoksul kalmak bir alternatif olarak neden sunulmasın? Fakat bu, romantik bir tepki değil, bilinçli bir tercih olmalıdır. Meta olan her şeyin bu dünyada kaldığını bildiğimiz halde neden bu sahip olmak hırsı? Yoksul kalmak tüketime verilebilecek bir cevaptır. Bunun anlamını ve imkanlarını tartışmak bizim için bir başlangıç noktası olabilir.