İnsanlararası ilişkilerde karşılıklı ince hesapların yapıldığı bir dönemde yaşıyoruz.
Yapılan hesapların mahiyet ve nitelikleri çok değişik olsa da çoğunda dünyevi menfaat ve maslahatların öncelendiği görülüyor.
Devrin hesap devri olduğu inancı, sadece ekonomik alanlarla ilgili olmaktan çıkıyor; hayatımızın bütün alanlarını kuşatıyor.
İdealizmin samimiyeti, hasbiliği; yerini rasyonalizmin hesabiliğine bırakıyor.
"İş bitirmenin", "köşe dönmenin" her tür insani değer ve hedefin önüne geçtiği, bireysel ve toplumsal bir kaosun yaşandığı bir dönemden geçiyoruz.
İnsanın heva ve heveslerinin ilahlaştırıldığı, egoizmin yemeden-içmeye, giyimden-kuşanmaya hatta sevmeye, bağlanmaya, ibadete kadar her şey üzerinde etkili olduğu bu dönemde, en hazin tabloyu eski sistem muhaliflerinin bugünkü durumları oluşturuyor.
Bir zamanlar ideal ve inançları için canını verme pahasına mücadele veren "eski tüfeklerin, şimdilerde çürümüş yapılara ya da önceden mücadele ettikleri kişi ve kurumlara akıl hocalığı yapmaları, onlar için çalışmaları, çürümüşlüğün, hedefsizliğin, umutsuzluğun insanları nerelere götüreceğinin ibretamiz örnekleri olarak duruyor.
Çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun toplumun bütün kesimlerini, dalga dalga etkilediği bu dönemde kimi müslümanlar da bundan hisselerine düşeni almakta pek mahzur görmüyorlar.
Beklentilerini ve hedeflerini tümüyle bu dünyaya ve hatta çok kısa bir döneme ayarlayanların umdukları gerçekleşmediğinde ya da tam aksine gelişmelerle karşılaştıklarında, büyük bir hayal kırıklığına uğramaları ve neticesinde savrulmalar yaşamaları anlaşılır bir şey olsa gerektir.
Karşılıklarını öncelikle ahirette umanların, isteyenlerin ya da en azından böyle bir iddia içinde olması gerekenlerin bozulmalarını ise izah edebilmek mümkün olamamaktadır. "Deri kokunca tuzlanır da tuz kokunca ne yapılabilir ki?" şaşkınlığını ve sorusunu akla getiren böyle bir açmazın müslüman kimliğimizden ve o kimliği oluşturması zorunlu olan vahyi ilkelerden uzak oluşla ilgisi olduğu ise kesindir.
Her şeyi sadece bu dünyayla sınırlı gören insanlardan, çok farklı bir inanca sahip olanların, olması gerekenlerin buna rağmen yanlış yerlerde duruyor olmaları ilkesizlik sorununu bir kez daha gündeme getirmektedir.
İlkesizlik ise -yapısı gereği- heva ve hevesin peşine takılan duyguların esiri olmaktan başka değildir.
Oysa "iman ettim" demeyle işe başlayan müslümanın bu sözünün gereği olarak vahyi ilkelere sımsıkı bağlanma, onları küçük hesaplara kurban etmeme, basiretli ve dirençli olma gibi sorumlulukları vardır.
Zira ilkesiz kazançların geçici, günübirlik kazançlar olduğunu, ilkeli davranmanın bütün zorluklarına rağmen kalıcı olduğunu unutmamak gerekmektedir.
İnsanın "aceleci olduğu" Kur'ani bir hakikattir. Yine insanın "zayıf olduğu" da öyle... O halde güçlü olmak için alemlerin Rabbine dayanmak, Kur'ani olmak zorunluluğu var demektir.
Kur'ani olmaksa, Kur'an'ı okumaktan, bilmekten çok daha ötede bir anlam taşır. Kur'ani oluş; en başta bütün davranışlarımızı Allah'ın razı olacağı bir esasa göre tanzim etme ve sadece Allah'ın rızasını kazanma isteği olarak belirir.
Bu meyanda, "Allah rızası" ifadesi şimdilerde bizler için yeniden keşfedilmesi gereken bir ifade olarak ele alınmalıdır.
Çoktandır dilencilerin ağzına sakız olan bu ifadenin gerçek anlamı kavrandığında ve gereği yerine getirildiğinde bütün çirkefliklerin ortasında bir şeref ve onur abidesi olması gereken müslümanlar, yeniden sadece kendilerinin ve içinde yaşadıkları toplumun değil, bütün insanlığın tek şansları yegane umutları olacaktır.
Böylesi önemli bir sorumluluğun üstesinden gelebilmekse, mücadele azmimizi bileyecek üstün bir morale ve umuda sahip olmak ile mümkün olabilir.
Yorulmuş, yıkılmış, umutları azalmış ya da kaybolmuş, moralsiz insanların mücadele vermeleri beklenebilir mi?
O halde öncelikle moralimizi, heyecanımızı yüksek tutmak gibi hayati bir zorunluluğumuz olduğu unutulmamalıdır.
Beklentilerini, çalışmalarını geçici dünya hayatına, hatta onun bir kaç yılına endekslemiş, ahiret düşüncesinden uzak insanların umdukları gerçekleşmediğinden ya da öyle sandıklarında umutsuzluk ve karamsarlık içine düşmelerine ise şaşılmamalıdır.
Yaptıklarına, verdiklerine, karşılık alamayanların umutlarıyla birlikte fedakarlıkları da bitmektedir.
Öyle ki bir zamanlar kendileri için fedakarlıklar yapılan kişilerin, kurumların sessizliği, teşekkürsüzlüğü karşısında onlardan intikam alma düşünceleri bile oluşabilmektedir.
İşte tam burada vahyin muciz yönü bir kez daha yolumuzu aydınlatmakta ve bize sadece Allah için yapmayı, yaşamayı, mücadele etmeyi öğretmektedir. Bununla beşeri ideolojilere olan üstünlüğümüz ve farkımız bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Çünkü müslüman için rızası aranması gereken şu ya da bu değil sadece Allah'tır: "Ve O'nun yanında hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. Yalnızca Yüce Rabbinin rızasını kazanmak için verir. Yakında kendisi-de razı olacaktır." (92/19-21) diyen Kur'an gerçek müslüman tavrının nasıl olması gerektiğini de böylece göstermiştir.
Küsmek, darılmak, davayı terk etmek müslüman olmayla birlikte düşünülemeyecek hissi, cahili yaklaşımlardır.
Zira umutsuzluk hangi koşullar içinde olursak olalım haramdır bize.
İslami mücadele ne liderle, ne arkadaşla hatta ne de peygamberle sınırlı ve kaimdir
Böyle olduğu içindir ki Kur'an'ın mesajı herkes için her dem yeni ve güçlüdür.
Allah'a küsmek, nasıl ki mümkün ve makul değilse kişileri ya da başka nedenleri ileri sürerek örgütlü mücadeleden geri kalmak da mümkün olmamalıdır.
Müslümanların ve mazlumların umudu olma yolunda gerekli olan mücadeleyi moralimizi yüksek tutarak gerçekleştirebileceğimiz unutulmamalıdır.
Bir müslüman için, Allah'ın varlığı ve yine O'nun varlığına işaret eden her şey, cennet; cehennem -diğer beşeri ideolojilerin sahip olamadıkları- umut, güven, güç ve moral kaynakları olarak durmaktadır.
Bu gerçek görüldüğünde ise davranışlarımıza sinen umutsuzluğu, monotonluğu, heyecansızlığı ve hatta korkuyu aşabiliriz.
Biliriz ki yapıp ettiğimiz hiç bir şey karşılıksız değildir ve olmayacaktır: "...Böyledir, çünkü Allah yolunda uğrayacakları hiç bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık; kafirleri öfkelendirecek bir yeri çiğnemeleri ve düşmana karşı bir zafer kazanmaları yoktur ki, mutlaka bunlarla kendilerine iyi bir amel yazılmış olmasın. Allah güzel davrananların ecrini zayi etmez. Küçük, büyük masraf yapmaları, bir vadiyi geçmeleri, mutlaka onların lehine yazılır ki, Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle mükafatlandırsın." (9/120-121)
İşte İslami mücadele ancak böylesi bir müjdeye gönülden bağlılıkla güçlenir. Bu aynı zamanda çoktandır ayağa düşen "sevab" kavramının da hatırlanması ve güçlendirilmesi ile mümkün olabilir.
"Allah rızası" ile birlikte unutulmaya terkedilen değerlerimizden birisi olan "sevap" anlayışının Kur'an'ın önerdiği gibi önemsenmesi ve güçlendirilmesiyle birlikte ilişkilerimizdeki, çalışmalarımızdaki mekaniklik, memurvari yaklaşımlar terk edilebilir.
"Allah rızası inancı" kişi ve kurumlarla ilgili hayal kırıklıklarına; "sevab" anlayışı ise memurvari, yeterci yaklaşımlara karşı, Kur'ani müslümanlar için adeta bir panzehir olarak görülmelidir.
Her kişinin kendi kazandıklarının rehini olduğu (74/38) ve ancak inanıp faydalı işler yapmaya devam edenlerin sonsuz ve büyük mükafata erecekleri ise asla (84/25) unutulmamalıdır.