Bir salça kutusunda nasıl yemek pişer? Bir hasıra kaç insan sığar? Bezlerle dört tarafı kapatılmış bir çadırda hangi çocuk kendini güvende hisseder? Bir annenin yanan yüreğinin ateşini kim söndürür? Kim dindirir acısını? Yetim bir çocuğa nasıl anlatılır babasının yokluğu?
Bütün bu soruların cevabı çok uzakta değil aslında. Hemen sınır komşumuz olan ve Baas rejiminin, Esed’in zulmüne, katliamına maruz kalan Suriye’de. Ve burada yaşanan insanlık dramı ne anlatmakla, ne yazmakla ne de görmekle ifade edilebilir.
Suriye’de yaşanan katliam üçüncü yılına girerken savaşın mağduriyetini yaşayan insanların sayısı da yüz binleri aştı. Yetim ve öksüz kalan çocuklar, eşini, kardeşini şehit veren kadınlar, evini, ocağını geride bırakarak yurdundan, yuvasından olan insanlar…
14 kişilik bir bayan ekibiyle İHH İnsani Yardım Vakfı öncülüğünde Suriye’de yaşanan insanlık dramına bir kez daha şahit olmak, kardeşlerimizin dertleriyle dertlenmek ve yetim kalan çocukların yüzlerinde az da olsa bir tebessüm bırakabilmek kaygılarıyla Siccu, Şemmarin, Azez ve Halep bölgelerine gittik. Ayrıca Kilis’te bulunan muhacir kardeşlerimizi de ziyaret ettik.
Bugüne kadar neredeyse dört bine yakın çocuğun öldüğü Suriye’nin sokaklarında top oynayan, ip atlayan, uçurtmalarını gökyüzünde uçuran, ceplerini şekerle dolduran ve cıvıltıyla oynayan çocuk sesleri yok artık. Hayatı kurşunlarla, silahlarla anlamlandırmaya çalışıyor çocuklar. Gökyüzünden geçen uçak sesleri biraz sonra üzerlerine yağacak bombanın habercisi oluyor onlar için. Çocukların gözyaşları akan kanlara karışmış adeta. Açlık, yoksulluk, acı ve kayıp erken büyütmüş savaşın çocuklarını.
Sınırdan içeri girdiğimizde İHH’nın mutfağına gidiyoruz. Kapıda bekleyen Muhammed bizi çadırına götürüyor. Hz. Ömer’in torunlarına taş kaynatan anneye şahit olması misali biz de bir salça kutusunda beş tane yetimine yemek yapan bir anneye şahit oluyoruz. Bugüne kadar ne salça kutusuna tencere ne de bir hasıra yatak olarak bakmadığımızın farkına varıyoruz.
Suriye içindeki yetim kamplarını dolaşıyoruz arkadaşlarımızla beraber. İlk olarak Şemmarin kampına gidiyoruz. Büyük bir çadırın içinde toplanmış Kur’an dersi yapan çocuklara şahit oluyoruz. Ana dilleri Arapça. Ve Arapça Kur’an’ı okudukça ve hayatlarıyla karşılaştırdıkça daha bir içselleştiriyorlar sanki. Böyle bir anda bile düşmüyor Allah’ın kelamı dillerinden. “Biz yalnız sana sığınır ve yalnız senden yardım dileriz.” diyerek sanki dünyaya haykırıyorlar Allah’tan başka yardımcıları olmadığını. Böylece kibir içinde yüzenlere oturduğu yerden maval okuyanlara bir göndermede bulunuyorlar sanki: “Yardımı sizden değil Allah’tan istiyoruz.” Bu dik ve vakarlı duruş örnek oluyor bizlere. Biz de onların ders halkalarına katılarak tekrar ediyoruz Allah’tan başka kimsemizin olmadığını.
Yanlarına oturur oturmaz samimi arkadaşlıklar kuruyoruz. Bizi içlerine alıp ellerimize tutunarak, sımsıkı sarılıyorlar yüreklerimize. Kur’an okuyan bu çocuklar hocalarının (bakmayın hoca dediğimize 13-14 yaşında çocuklar) dersi bitirmesiyle bizimle ilgilenmeye başlıyorlar. Kısa bir tanışma faslından sonra 2-3 yıldır kalem tutmamış ellere hayatlarını renklendirsin düşüncesiyle rengârenk kalemleri veriyoruz. Çocuklar şaşkın bakışlarıyla kalemleri sıkı sıkı tutan ellerine bakıp ne yapacaklarını anlamaya çalışıyorlar. Bu faslı atlattıktan sonra bir sürur dolaşıyor çadırımızda. İşte bu sürurla birlikte buruk bir sevinç yaşıyoruz. Bir balona bu kadar mı sevinir insan diyoruz. Bir şeker bu kadar mı mutlu eder bir çocuğu. Ama bütün yokluğa rağmen yine de İslam ahlakıyla eğitiyor anneler çocuklarını. Yokluk talanı öğretmiyor onlara. Bir bardak suyu sırayla yudumlamayı, hayatı paylaşmayı öğretiyor anneler çocuklarına. Her biri isar kavramını yaşıyor adeta.
Vakit çabuk geçiyor. Vedalaşma vakti gelince bir anne geliyor yanımıza “Lütfen yine gelin. Bayramda bile böyle mutlu olmamıştı çocuklarımız!” diyor. Bir sonraki gün Siccu kampındayız. Her şey tekerrür ediyor: Anneler ve yetimleri; balonlar, toplar, ipler ve oyunlar; tükenen vaktimiz ve vedalaşmalar. Hiç çıkmak istememişti gönlümüz o kamplardan, hiç bırakmak istememişti gözlerinde hüznün denizini taşıyan dik duruşlu anneleri ve birkaç yıl sonra büyüyüp savaşa gitmek isteyen yetimleri.
Çocuklar erken büyüyor savaşta. Kimi babasının ölümüne tanık olmuş kimi abisinin kimi de hiç tanımadığı insanların. Bu yüzden on iki yaşındaki bir çocuk “Kaç yaşındasın?” sorusuna “Elli yaşındayım” diye cevap veriyor. Kendini o yaşta hissediyor. Böyle bir çocuk için ne oyun ne de oyuncaklar bir önem arz etmiyor. Bir şekil oluşturması için eline verdiğiniz kâğıdı alaycı bir gülümsemeyle geri veriyor. Öyle ya şu an elli yaşında bir çocuk ya da on iki yaşında bir adam o.
Getirdiğimiz boyama kâğıtlarını ve sulu boyaları veriyoruz. Su dağıtıyoruz bardakla fırçalarını batırsınlar diye. Sulu boya yapmasını hiç görmemiş bu çocuklar suyun ne anlama geldiğini kavrayamıyorlar. Fırçalarını batırmaları için verdiğimiz suları yudumlayarak içiyorlar.
Modern hayat ve modern psikolojinin kuşattığı zihin yapımızla bakıyoruz çocuklara. Keyifli şarkılar söyleyelim diyoruz. İçinde savaş olmayan, kan, zulüm olmayan. Çocuklara, kadınlara kayıplarını hatırlatmayan. Oysa bu çocuklar bütün inanç, kararlılık ve sabırlarıyla seslendiriyorlar ezgilerini. “Yallah İrhal Ya Beşşar” diyorlar. Savaşa, zulme, haksızlığa ve yeryüzünün tüm azgınlaşmış insanlarına lanet ediyorlar. Ve meydan okuyorlar modern kalıplara, geçmişlerini unutmayarak, geleceklerine sahip çıkarak…
Siccu’dayken uçaklar geçiyor tepemizden. Bizim farkına bile varmadığımız bu uçaklar ölüm korkusu oluyor çocuklara ve annelerine. Azez’de scud füzesi düşerek üç kız çocuğuna mezar olmuş bir çukurun belleklerde bıraktığı derin acıyı görüyoruz. Çocuklar sanki bir oyun parkında oynar gibi oynuyorlar yıkımların, harabe sokakların arasında.
Anneler dik durmaya çalışıyor savaşta. Eşi şehit olmuş, beş oğlu da savaşmaya gitmiş; ama hâlâ zalime boyun eğmemiş derin çizgili yüzler hâlâ Elhamdulillah diyor. Anlatılanlar karşısında hüzünlenen yüreğimizi, dolan gözyaşlarımızı onlar teskin ediyor. “Üzülmek yok” diyor bir anne. “Allah katında şehit olanlara üzülmek yok. Üzüleceksek kendi halimize üzülelim.”
Ama yine de çocuklar, babalarının, ağabeylerinin bazıları da annelerinin şefkatini özlüyorlar. Bir gün içinde öylesine kaynaşıyorlar ki bizlerle, onlardan ayrılırken göğsümüze dayadıkları başlarını ayırmak, avucuyla sımsıkı kavradığı elimizi bırakmamak zor geliyor hepimize. Minik yürekler kadar bizde ağlıyoruz ayrılışımıza…
Ve Suriye’de insanlar yorgun hayatları yaşamanın çabası içindeler. Yorgun ama yine de umutlu. Çünkü hayat umutla iyi. Bu yüzden imanlarını umutlarıyla onarıyor anneler. Her gün ölü olan hayata umut dolu türkülerle yeniden doğuyorlar. Çocukların hüzünlü yüzleri, mücadelenin simgesi olan zafer işareti ya da dayanışmanın sembolü olan Rabia işareti ile gülümsüyor her fotoğraf karesinde. Dillerinden düşürmedikleri Allahu Ekber sesleri yaşam kaynaklarının özeti oluyor adeta.