Ümmetin Zorlu Sınavı Suriye

Adnan İnanç

Büyük bir sınavdan geçiyoruz. Aidiyetlerimiz, mezhebî taassuplarımız, mazlumlarla dayanışma ve vahdet bilincimiz, hülasa tüm tarafgirliklerimizden imtihan oluyoruz. Gelişen olaylar karşısındaki tavır ve duruşumuzla, olaylara yaklaşımımızda adil olup olamadığımızla da sınanıyoruz. Ümmet olarak, aile içi sorunlarla sınanıyor, çok zorlu ve çetin bir süreçten geçiyoruz.

Gelişen olayları günübirlik hadiselerden hareketle okumak yerine;  mevzuyu bir bütün olarak, öncesi ve sonrası ile birlikte ele almak ve değerlendirmek gerekir. Her hal ve durumla ilgili siyasi okumalarda, öncelenmesi ve dikkatten uzak tutulmaması gereken kriter, gelişmelerin kimlerin kazanç ya da kayıp hanesine yazılacağı hususudur. Gelişmeler İslam ümmeti ve dünya mazlumlarının amaçlarına uygun olarak yararlı bir sonuca mı evriliyor, yoksa bölge belirli planlar dâhilinde şekillendiriliyor da burada İsrail ve ABD’nin kazanımları mı esas alınıyor?

Suriye’de yaşananlar söz konusu olduğunda, İran’ın hangi gerekçelerle nasıl bir tavır geliştirmekte olduğu hususu da gündeme gelmektedir. Doğrusu şu sorunun önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum: “Bugün İran’ı suçlamak en çok kimi memnun eder, kime fayda sağlar?” Buradan İran’ın Suriye politikasını desteklediğimiz anlamı asla çıkarılmamalı. İran’ın Suriye politikasını kabul etmiyor, doğru bulmuyor ve tümden reddediyoruz. İran’ın öne sürdüğü kendine özgü gerekçelerini de kabul edilir bulmuyoruz. Ancak Suriye politikalarına karşıt oluşumuzu, topyekûn İran düşmanlığına dönüştürmek çok vahim sonuçlar doğurabilir, bunu da görmeliyiz. İran düşmanlığının, Müslümanların genel maslahatları açısından tam bir yıkım olacağına, İsrail ve ABD’nin bölgedeki beklenti ve amaçlarına hizmet edeceğine olan kesin ve keskin inancımı paylaşmak isterim. “Kahrolsun İran” sloganının bölge politikalarında İsrail’in elini güçlendireceği gerçeğine kimsenin itirazı olmaz sanırım. Arap devletlerinin İran korkusu temelinde şartlandırılması, bölgede Arap ülkeleri için en büyük tehdit ve tehlike olarak İran’ın gösterilmesi ve bu şartlanmışlığın bölge ülkelerinde yaygın bir eğilim kazanmasında İsrail destekli ABD stratejilerinin etkin rolü, ilgili herkesçe biliniyor. Buna, İran’ın hırçın ve uzlaşmaz tutumu ve mezhebî taassubunun da zemin hazırladığını ilave etmek gerekir. Bölgede gelişen mezhebî kutuplaşmanın keskin bir çatışmaya evrilmesi halinde, bölgede bundan etkilenmeyecek ülke yoktur ve -Allah korusun- bölge de İran’ın da dâhil edileceği bir çatışmanın yaşanması durumunda, İslam halklarının ve iktidarlarının on yıllarca kendisine gelebilmesi, toparlanması ve bu kardeş kavgasının hafızalardan silinmesi mümkün olmayacaktır.

Her hal ve durumda ümmetin vahdetine yürekten inanmak ve bunu “efraz” olarak görmek gerekiyor. Şiiler,1 yılların ezilmişliği ve dışlanmışlığını yaşayan kardeşlerimizdir. Dünya istikbarına karşı onurlu duruşuyla, yalın ayaklı halkların yanında olduğunu dünyaya göstermiş ve eşine ender rastlanan bir halk hareketini gerçekleştirmişlerdir. İran’ın, ABD’nin tüm oyun ve entrikaları karşısındaki haysiyetli duruşu her türlü takdire şayandır. Suriye politikası söz konusu olduğunda tüm bunları unutması ise şaşırtıcıdır.

Bizler yapılan hataya nişan alırız; hatalıya değil. İran’ın Suriye politikasını eleştirmeli fakat bunu kesinlikle topyekûn İran karşıtlığına dönüştürmemeliyiz. Bu husus, hayati derecede önemlidir. Hakkı söylemeli, haksızlık karşısında susmamalıyız, eyvallah; fakat mezhebî körlükleri dolayısıyla ABD ve İsrail’in ekmeğine yağ sürdüklerini bile bile İran/Şia düşmanlığı yapanlarla aynı safta olmak, aynı argümanları, aynı dili kullanmak da bir haksızlık olmayacak mıdır?

Hiç şüphesiz dünün yalın ayaklı halklarının direnişini selamlayan, örneklik oluşturan İmam Humeyni’nin evlatlarının bugün Baas diktatöründen yana tavır alması, öyle sanıyorum İmam’ın aziz ruhunu incitmiş ve başta mazlum Suriye halkı olmak üzere, Müslüman halklarda “kardeş ihaneti”ne uğramışlık hissi uyandırmış; “Yusuf’un kardeşlerini” hatırlatmıştır.

Biz biliyoruz ki; zulmü, dışlanmışlığı, diktatörlüğü en iyi Şii kardeşlerimiz bilir ve anlar. Çünkü baskı, zulüm, acı ve katliamlarla dolu Şahlık dönemi, İran halkının hafızasında tazeliğini koruyor.

Yine biliyoruz ki dostluğu, birlikteliği, yekvücut olmanın önemini en iyi İranlı Şii kardeşlerimiz bilir. Çünkü “iç denetim”, “birliktelik hissi” ve “manevi doku” irfan ekolünün en güçlü yataklarından olan bu topraklarda yeşermekte ve hayatın içine akmaktadır. Bundandır ki kardeşlik duygularının yaralanması, örselenmesi ve kirletilmesi en çok bu kardeşlerimizi incitecektir. Ancak savunulamaz Suriye politikaları ile İran, dünyanın dört bir yanında dostlarını kaybediyor, gönüldaşlarını zor durumda bırakıyor.

Katliam, aşağılanma ve tehciri de en iyi Şii kardeşlerimiz bilir. Onlar; bin dört yüz yıldır Ehli Beytin katledilmesine ağıtlar yakan, sanki Hz. Hüseyin dün şehit edilmiş gibi acısını yüreklerinde taşıyan, gözyaşları dinmeyen, matemleri devam eden bir acının çocuklarıdır. Acının ve katliamın ne demek olduğunu en iyi onlar anlar. Bahreyn’de yaşanan aşağılanma, tutuklanma, işkence ve öldürülmenin en büyük takipçileri olan ve derin bir yürek acısı ile arayışlara giren Şii kardeşlerimiz, eminim bununla Suriye’de yaşananlar arasında bir fark görmeyeceklerdir/görmemelidirler. Unutmamak gerekir ki her cana düşen ateş, sahibine aynı acıyı yaşatır. Öyle ki, “Zulme az dahi meylederseniz size ateş dokunur.” (Hud, 113) ilahi ikazı, hafızalardan silinmemeli, akılda tutulmalıdır.

Yavruların, ailelerin katledilmesini, sürülmesini, her türlü aşağılanmalara reva görülmesini de en iyi Şii kardeşleriniz anlar. Çünkü her bir Şii kardeşimiz bu dayanılmaz acıların tarihin şahitliğindeki canlı tanığıdır. Kerbela’daki yavruların çığlıkları yürekleri yakmaya devam ediyor ve hüznü dipdiri yaşıyorken, benzer zulümleri en iyi anlayacak ve acısını yüreğinde hissedecek olan da bu kardeşlerimizdir. Bugün olanlara sessiz ve suskun kalmak acıdır, acıtıcıdır; zalimlerin yanında yer alarak destek olmanın ya da kahreden bir suskunluğa bürünmenin kabulü imkânsız. Belki bir sürelik sessizliği, bölgenin özel ve özgün dinamikleri dikkate alındığında anlaşılır bulunabilir ancak kabulü mümkün değildir.

Kerbela’da yetmiş iki yareniyle akıl almaz ve vicdan kabul etmez bir zulme reva görülen Hz. Hüseyin’in acısını yüreğinde yaşayan Şii kardeşlerimizin, yenileri şimdilerde yaşanan Hama’daki gibi toplu katliamlara ilgisiz ve duyarsız kalmaları anlaşılır gibi değil.

Bosna katliamının yürekleri dağladığı zorlu süreçte ve Filistin’in yaşadığı işgal sürecinde hiçbir İslam ülkesinin yapamadığı ölçüde, muazzam destek sağlayan ve Hizbullah eliyle İsrail’i bozguna uğratan İranlı kardeşlerimizin, Suriye’deki katliamları ve yarım yüzyıldır halkının tepesine çullanmış bulunan Baas diktatörlüğünü de anlamaları ve büyük bir şecaatle bu zulme de karşı çıkmaları beklenirdi.

Er ya da geç Esed de diğer, zalim diktatörler gibi silinip gidecek. Kim bilir Esed’in gidişi, belki de bir yönü ile en çok İranlı kardeşlerimizin yararına olacaktır. Böylesi zalim bir diktatörlüğü sırtında taşıma yükünden kurtulacak. Baas’ın sık sık işlediği cinayetler karşısında derin bir sessizliğe bürünen İran’ın bu suskun tavrı da en doğal bir şekilde son bulmuş olacaktır. Belki daha masum ve Müslüman angajmanlar ile mücadeleye devam edecek ve daha ilkesel bir tutum izleyecektir.

Kendisini Ehli Sünnet şeklinde tanımlayan kardeşlerimizin de tüm olayları illet ve gerekçeleri ile değerlendirmeleri gerekir. Olaylara lokal ve parçalı değil, bir ve bütün olarak bakılması gerekir. Örneğin, Mısır’ın İsrail politikalarına olan desteği ve Filistinliler için uygulanan ambargo, baskı ve tehcire göz yumması, hatta destek olması tarihen sabitken, Suriye’nin tehcir edilen ve hiçbir Arap ülkesinin kabul etmediği Filistinli yetkililere -Halid Meş’al ve ekibine- ev sahipliği yapması ve Suriye’yi İsrail karşıtı bir üs olarak kullanmalarına imkân hazırlaması onu Mısır’dan farklı kılıyor. Bilinmeli ki, her ülke kendine özgü şartlara sahiptir. Bazı açılardan Suriye’nin Mısır’dan ya da Libya ve Tunus’tan farklı tarafları bulunmaktadır. Bu konularda İranlı kardeşlerimizi anlarız. Yine ABD’nin İran ve Hizbullah’a desteğini çekmesi karşılığında milyarlarca dolar vereceği taahhüdüne rağmen, Suriye’nin kabule yanaşmaması ve Hizbullah’a bölgede yerleşme imkânı sağlamasının, Suriye’nin ayırıcı hususiyetlerinden olduğunu da bilmeliyiz. Bölgedeki aşırı selefi/tekfirci akımların doğuracağı şiddet eğilimli eylemlerin, dışlayıcı ve tekfir edici girişimlerin, İranlı kardeşlerimizde haklı bir tedirginlik oluşturduğunu da bilmeliyiz. Yine Suriye’de, güçlü ve güvenilir bir grubun, halk temsilciliğinin olmayışı/olamayışının da ciddi endişelere sebep olduğunu bilmeliyiz. Yaklaşık bir yıldan beridir İran’ın, Suriye’deki muhtemel yönetim tarafından, Hizbullah’ın İsrail karşısında desteksiz bırakılabileceği ve etrafı kapalı olan coğrafyada boğulma tehlikesi ile yüz yüze kalacağı endişesini de anlamalıyız. Suriye’nin öteden beri İran’ın bölgedeki en yakın müttefiki ve destekçisi olduğunu da unutmamalıyız. Bu endişelerinin giderilmesi durumunda İran’ın ciddi tavır değişikliğine gideceği muhakkaktır; olmaması durumunu İran’ın izah edebilmesi ve tek bir kişiyi bile ikna edebilmesi mümkün olamayacak, ümmetin kanayan yüreğinde mahkûm edilmekten kurtulamayacaktır.

Tunus ile başlayan ve bugün Suriye ile doruğa ulaşan, aslında devam edeceği de beklenen, hatta Batı dünyasının kalbini de vurması muhtemel olan süreci, tamamen dış kaynaklı bir mühendislik hareketi olarak düşünme, akla ziyan komplocu ve sorunlu bir bakıştır. Dış kaynaklı olarak sadece Suriye’nin düşünülmesi de iknadan uzak bir yaklaşım; çünkü Suriye direnişi de önceden gelen sosyal dalganın uğradığı duraklardandır ve tabii bir sonuçtur. Şunu belirtmekte yarar var ki, Suriye, özellikle Kuveyt, S. Arabistan ve Katar gibi ülkelerin mezhebî saikle yakın ilgisini çekmiş ve bu ülkeler tarafından muhaliflere el altından çok büyük bir destek sağlanmıştır. Ama unutmamak gerekir ki, Mısır’daki muhalifler de Tunus ve Libya direnişi de benzer bir destek görmüştü. Ancak Suriyeli muhaliflere yapılan desteğin, daha ideolojik bir tavır olduğunun, daha çok taassup ve mezhebî saikler içerdiğinin altını çizmek gerekir. Tunus ve Libya gibi ülkelerdeki halk direnişine, bölge halkı tarafından yapılan destek, çok daha masumdu, mezhebî ve etnik bir gerekçeye dayanmıyordu.

Sözün özü: Her şeye rağmen vahdeti kuşanmak vaktidir ve bu, büyük ve zorlu sınavı başarı ile geçmenin de şartıdır. İranlı kardeşlerimiz, yüz yılların salık verdiği mazlumiyet ve direniş mektebine bağlı kalarak, halkların, yalınayaklıların, ezilmişlerin ve hakları gasp edilmişlerin yanında yer almalıdır. Büyük ve onurlu inkılâbi çizginin gereği de budur. Sünni diye tanımlanan kardeşlerimiz, Suriye politikalarından dolayı İranlı kardeşlerimizi eleştirebilir ve hatta bazen eleştirilerinin dozunu da artırabilirler ancak bu tavır asla toptan İran karşıtlığı ya da düşmanlığına dönüşmemeli, onların kardeşlerimiz oldukları unutulmamalıdır. Her iş ve oluşta, muhtemel her gelişmede, “İsrail ve ABD bunun neresinde?” sorusu sorulmalı ve onları memnun edecek tüm girişim, yorum ve teşebbüslerden uzak durulmalıdır. Gerekirse -kardeşlerimizden bile gelse- acımızı yüreğimize basmalı ama Ortadoğu’nun her bir neferi için mezar kazan İsrail’i sevindirmekten ve onun elini güçlendirmekten uzak durulmalıdır. Ümmetin maslahatı tam da bu tutumda gizlidir.

 

Dipnotlar:

1-Şii, Sünni ve Ehli Sünnet kavramları kerhen kullanılmıştır. Somutlaştırma ve anlaşılma amaçlanmıştır.