1980’lerde Batılı oryantalistler ümmet coğrafyasındaki İslami hareketler için iki farklı yaklaşım içindeydiler. Birisi İslami uyanış hamlesini anlamaya çalışırken, ötekisi bu hamleyi boğmaya-karalamaya çalışıyordu. John L. Esposito gibi oryantalistler “Güçlenen İslam’ın Yankıları”ndan bahsederken, OlivierRoy gibi pesimist oryantalistler “Siyasal İslam’ın İflası”nı ilan ediyordu.
Aslında ABD’nin “Ilımlı İslam” hezeyanının ilk adımlarını içimizdeki Seyyid Ahmed Han, Ali Abdurrazık gibi İngiliz emperyalizminin işbirlikçisi olan 19. ve 20. yüzyılın öncü modernistleri atmışlardı.
Coğrafyamızda küresel vesayetin de onun işbirlikçisi yerel vesayetin de en çok çekindiği husus, Müslümanların Kur’an’la hayatın tüm alanlarını kuşatan Tevhidî İslam’la yeniden tanışıp dirilme, adalet ve özgürlük mücadelesini başlatma bilincine ulaşmaları olmuştur.
En azından Türkiye pratiğinden bildiğimiz kadarıylaKemalist resmî ideolojinin kurumlaşma aşamasındaki kıyıcılığı karşısında imtihanı kaybederek karşıtını sığınanlar olmuştur. Karşıtına sığınmacılığı veya onun çizdiği sınırları aşma ruhunu kaybedenleri fiilî olarak 28 Şubat sürecinde yaşayarak gördük. Roy’un“Siyasal İslam’ın İflası” ile çizdiği istikamette kalem oynatanları, rol kapmaya çalışanları…
Tabii ki Rabbimiz günleri insanlar arasında döndürüyor. 15 Temmuz direnişinde yükselen tekbirler ve salalar, kimliksel ezikliği aşmanın kitlesel göstergeleri oldu. Ama hâlâ zihinsel vesayetlerini aşamayan veya 28 Şubat sendromundan kurtulamayanlar televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde özeleştiri vermeden konuşmaya-yazmaya devam edebiliyorlar.
“Hiçbir darbeci Atatürkçü değildir!” algısından 15 Temmuz direniş nöbetlerinde insanları “Tekbir” getirmemeye davet edenlere, tekbirlerle tankların altında can veren şehitlerin yakınlarının katıldığı toplantıda “Tekbir diye bağırmak bizim geleneğimizde yok!” diyenlere kadar hâlâ egemenler karşısındaki mahcubiyet psikolojisini veya sığınmacı reflekslerini aşamayan alnı secdelilerimiz bulunuyor.
Tabii ki ümmet bağı bozulmuş ve ulus devletlere/toplumlara bölünmüş Müslümanlar olarak içinde yaşadığımız reel şartlarda birçok sorunumuz var. Seküler ulus kavramların anlamları, bazı örfi veya İslami sembol ve kavramlarımızın içini boşaltmış ya da bulandırmış durumda. Üstelik reel politika ile genişletilen sınırlar dışında sünnetullah çizgisinde kendimizi ifade edip tebliğimizi yükselteceğimiz pek fazla alan da mevcut gözükmüyor.
Küresel cahiliyenin kuşatılmışlığı içindeyiz. İdeal harekât hattımızı temellendirmeye çalışırken, reel siyaset alanında da ideal olan değer ve sembollerimizi bulandırmadan ve tahfif ettirmeden fikrî ve siyasi harekât hattının ilmihalini de oluşturabilmeliyiz. Ayrıca reel siyasete uymayan değer ve sembollerimizi terk etmek yerine, reel siyaseti bu konularda nasıl esneteceğimiz üzerinde kafa yormalı, çabalamalıyız.
Yeni Şafak dış politika yazarı Taha Kılınç “Ümmetçiliğin Kayıp Bayrağı” başlıklı 16 Kasım tarihli yazısında Türkiye’de “ümmetçi cereyan”ın bütün coğrafi sınırları kaldırarak “tek bir ümmet” olma iddiası içinde olduğunu ve ırk mefhumunu da uzun zaman yok saydığını iddia etti.
Kılınç, 15 Temmuz’daki hain kalkışmanın ümmetçilik saflarında da ilginç bir değişime yol açtığını ve şimdiye kadar hiçbir eyleme Türk bayrağı ile katılmayan çok sayıda insanın, ay-yıldız gölgesinde tanklarla çarpıştığını, sonrasında da yine elinde bayraklarla kışlaların önünde nöbet tuttuğunu söyledi. (Oysa Kılınç’ın gözden kaçırdığı husus, tüm farklı alt kimliklerine rağmen en azından Cuma namazına giden, hac ve umre yapan her mümin ümmet ruhu ve dayanışmasıyla bir yanından irtibatlıdır.)
Ayrıca Kılınç, Hasan el-Benna’dan ve Müslüman Kardeşler (İhvan) teşkilatının siyasi manifestosundan “Araplık” vurgusuyla ilgili alıntılar yapmış. El-Benna’nın Risaleler’inden de şunu aktarmış:
“Davetimizde, Araplığın belirgin ve vazgeçilmez bir yeri vardır. Araplar, İslâm'ın ilk ümmetidir. Arap coğrafyasının her bir karışını kendi toprağımız gibi kabul ederiz."
“Fars Körfezi'nden [ifade Bennâ'ya ait] Atlas Okyanusu'nda Tanca ve Marâkeş'e kadar bütün Arap coğrafyası, akidenin ve dilin birleştirdiği bir dünyadır. Bu sebeple, Araplık için çalıştığımızda aynı zamanda İslâm için de çalışmış oluruz."
“Hanîf İslâm dini, Arap olarak yayıldı. Diğer milletlere Araplar vasıtasıyla ulaştı. Kerîm kitabı, apaçık bir Arapça ile nâzil oldu. İşte bu yüzden 'Araplar zelil olursa İslâm da korumasız duruma düşer' denilmiştir."
Kılınç, sanki İslam ile Türklüğü bütünleştirmek gayretlerine kapı aralamak için Araplıkla İslam’ı bütünleştiren bu yaklaşımı alıntılamış. Oysa daha 1950’ler ve 1960’larda ilkin Nurettin Topçu bu gayretlerin teorik zeminini izah etmiş; 28 Şubat’tan sonra da şair İsmet Özel bu söylemi yeniden propaganda etmeye başlamıştı. Kılınç’ın hakkını da yemeyelim. Yazıda “ırksızlaştırma” çabalarını eleştirirken, sloganik milliyetçilik ve katı devletçilik tuzaklarına düşmemekten de bahsediyor.
Hatırlardadır. Resmî ideolojinin Türklüğü önce 5 bin yıllık sarı, sonra 7 bin yıllık beyaz ırk üzerinden tanımlaması, bin yıllık Türk-İslam sentezi ile cevaplandırılmaya çalışılmıştı. Teorisini en güçlü olarak Nurettin Topçu’nun işlediği Türklük ile İslam’ı sentezleyen“Bin Yıllık Tarih” anlayışı ise Türkiye’deki İslami uyanış sürecinde oldukça aşılmıştı. Ama 28 Şubat sendromu içinde “Türklük demek İslam, İslam demek Türklüktür!” anakronizmini İsmet Özel yeniden keşfetti.
Sekülerliğe dayanan ulusal sistemler tarafından kuşatılan Müslümanlar, ulusçuluğun ikonlarını aşamazlar ise fıtrî ve vahyî olan çerçevede yerelliğe değil, cahilî asabiyeye (48/26) yaslanan bir inhiraf içinde olur. Oysa dağılan ümmet yapımızı yeniden inşa edeceğimiz sivil veya özerkleştireceğimiz alanlarımız resmî ideolojinin sembol ve kavramlarının dayatmasından arınan bir özgünlük içinde olmaları gerekir. Ant törenleri, Anıtkabir’i ziyaret zorunluluğu veya Ata’ya saygı duruşu gibi ritüellerle resmi veya reel siyasetin içinde yürümenin zorlukları özel ve sivil alanlarımıza taşınmamalı veya dayatılmamalıdır.
Bu bağlamda zaaflı yaklaşımları genelleştirerek Türkiye’de yükselmekte olan “ümmetçilik” duygusunu adabı içinde ıslah etmek yerine tahfif eden benzer yaklaşımlarla ilgili şu hususlara dikkat çekmek isteriz:
1- Öncelikle Churchill başkanlığında 1921’de 40 Avrupalı harita mühendisiyle yapılan Kahire toplantısında Müslüman coğrafyayı ulusal sınırlar, bayraklar ve manifestolarla bölme kapısı açıldı. Böyle bir dönemde maalesef ki Müslümanların önde gelenleri arasında Avrupa paradigmasına ait seküler nationality/ulus vakıası yeteri kadar bilinmiyordu. Örneğin sanayi toplumuyla beraber vahyi ve kiliseyi dışarıda bırakarak dinamikleri oluşturulan nation örneklemini çözüm olarak gören Jön Türkler, bu kavramın Osmanlıca karşılığı olarak “ümmet”i mi, “kavim”i mi, “millet”i mi kullanalım diye İttihad-ı İslam taraftarlarıyla uzun bir süre tartışmışlardır.
Babanzade Ahmed Naim “İslam Kavmiyetçiliği Reddeder” risalesini yayınladığında karşı çıktığı kavmiyetçilik veya Türkçü Ziya Gökalp’ın da karşı çıktığı ırkçılık Avrupa’daki yeni toplumsal olguyu ifade eden nation veya nationality kavramını -yani daha sonra Öz Türkçe olarak üretilen “ulus” kavramını- karşılamıyordu. Çünkü o süreçte Kemalistler Babanzade’nin karşı çıktığı ırk temelli bir kavmiyetçilikten ziyade sanal ve yeni seküler bir ulus inşası peşindeydiler.
Garplılaşmanın tüm kurumlarımızı kuşattığı ve tasfiye etmeye çalıştığı bir dönemde Avrupa menşeli kavramlara yeterli bir vukufiyet Mısır Müslümanlarında da İstanbul-Ankara hattındaki Sebilürreşad yazarlarında da oluşmamıştı. Bu nedenle içinde o zamanlar galat-ı meşhur olarak farklı anlamlarda kullanılan “ırk” ve “millet” kavramlarını Kur’an şairi Mehmet Akif Ersoy “İstiklal Marşı” içinde kullanmıştı ama modernite içindeki anlamı ile “ulusal marş” için kullanmamıştı.
2- “Ümmetçiliğin Kayıp Bayrağı” türü başlıklar vatan, bayrak, “millet” gibi kavramların kullanımının seküler kutsallık açısından okunup içselleştirilmesi yönelimini ifade ediyorsa tabii ki kabul edilemez. Amareel olanı değerlendirme hususunda bir eleştiriyi ifade ediyorsa, bu eleştiri yanlışın ve doğrunun ölçülerini de hissettirebilmeli.
Seküler ulusalcı dayatmaya tabii ki karşı çıkılacaktır. Ama öte taraftan “Af yolunu tut, örf ile emret, cahillere kulak asma” (7/199) ilahi emri bağlamında vatan, bayrak, devlet gibi Kur’an dışı anlamların, İslami ıstılahlarla çelişmediği oranda Osmanlılardan akıp gelen örf bağlamında niçin değerlendirilmediği de tartışma konularımız arasında olmalıdır. Ulus toplum yapısında bu reel vakıaların seküler ulusçuluk açısından değil de Müslümanlarıntarihî süreçlerinin maslahatı çerçevesinde müzakere edilmesi, konuyu üslubu içinde gündeme getirme nezaketiyle de ilgilidir.
3- Ancak sekülerleşme sürecinde üretilen “tek bayrak” imajı Mısır’da da Türkiye’de de ona yüklenen anlamlar açısından değerlendirilmelidir. Haziran 2013 Tahrir Meydanı’nda İslam ve İhvan-ı Müslimin karşıtı Temerrüt Hareketi’nin dalgalandırdığı Mısır bayrağı ile Temmuz 2013’te Adeviyye Meydanı’nda darbecilere karşı Müslimlerin dalgalandırdığı Mısır bayrağı aynı şey değildi. Türkiye’de “Kahrolsun Şeriat” höykürmelerinin yükseltildiği 2007 Cumhuriyet Mitinglerinde dalgalandırılan Türk bayrağı ile Kemalist “Yurtta Sulh Konseyi” bildirisi ile harekete geçen 15 Temmuz darbecilerine karşı tekbirlerle dalgalandırılan Türk bayrağı da aynı anlam değerlerini ifade etmiyordu.
Mısır’da da Türkiye’de de aynı şekildeki bu bayraklardan birisi dayatmayı, yabancılaşmayı ve İslamofobiyi ifade eden seküler kutsallığı içeriyordu. Diğeri ise yabancılaşmış merkeze karşı, çevreyi ve Müslümanları temsil eden bir direniş aracı idi; ümmet coğrafyasının bir parçası olan Mısır’ı, Türkiye’yi Batıcı elitlere bırakmama, işgal ettirmeme şiarıydı.
4- Ayrıca Müslüman halkın, halkların varoluş mücadelesinde bayrağın bir mücadele aracı mı yoksa ikonlaştırılan bir kutsallık aracı mı olduğunun ayırdında olunması gerekmektedir. Kutsallığın kaynağı, Kur’an’da “Kuddus” (59/23) olarak zikredilen Rabbimizdir. Rabbimize karşı hiç kimse mutlaklık izafe edilen bir kutsallık belirleyemez, belirlerse bu şirk olur.
5- Ayrıca bilinmeli ki toplumsal yapılarla ilgili “kabile-kabail, şa’b-şu’b, kavim, ümmet” gibi kavramlar Kur’an lafızlarıyken, Kitabullah’da geçmeyen “ırk, etnik, nation” gibi kavramlar doğrudan doğruya seküler Batı paradigmasının yaslandığı ve kullandığı kelimelerdir.
Her namazda Rabbimize “Biz” diye yakarıyoruz. (1/4) Rabbimiz bizleri “şüheda”lığı üstlenmiş “vasat ümmet” olmaya çağırmaktadır. (2/143) Ayrıca Rabbimiz ideal birlikteliğimizi ırk birlikteliği veya ulus olarak değil, hayırlarda yarışan bir ümmet olarak belirtmektedir. (3/110) Tabii ki “müminlerin kardeşliği” (49/10) ilkesi, tedvini ayetlerden olan dil ve renk gibi alt kimliklerimizi (30/22) yok saymayacağı gibi, nass’ın olmadığı yerde meşru örfe göre davranma fıkhından da alıkoymaz. (7/199)
Eleştirilecek olan Muhammed ümmeti değil, vahyî ölçüleri gözetmeyen asabiyedir. Eleştirilerimiz ise ıslah adabını ve ümmet maslahatını, Allah rızasını gözetmeli; kıyıcı değil, yapıcı olmalıdır.