Türkiyeli Müslümanların yaklaşık son 50 yıllık süreçlerinin en önemli tartışma konularından birisi sağcı, muhafazakâr kimlikten ayrışma meselesidir. Sağcı, muhafazakâr kimliğe karşı tahkim edilen ise İslami kimlik olmuştur. Neticede arayışlar, tartışmalar genel anlamda adına ‘İslamcılık’ denilen bağımsız bir çizginin ortaya çıkmasına yol açtı. Söz konusu kimlik mücadelesinde temel hassasiyet her türlü cahilî değerden bağımsız, arı-duru İslami kimlik ve karakteri hayatın tüm alanlarına taşımaktı. Malum olduğu üzere elde edilen bu kimlik ancak Allah’ın rızasına uygun bir cemaat örnekliğiyle, mücadele kültürüyle korunabilirdi.
Askerî darbe politikalarından bir türlü yakasını kurtaramamış Türkiye’de süreç içerisinde laik-Kemalist sistemin Müslümanlara yönelik sistematik baskı ve saldırıları arttı. Bu baskı ve saldırılar karşısında esaslı bir muhalefeti ortaya koymakta zaafa düşenler ise maalesef ilk iş olarak İslami kimliklerini ve hedeflerini sorgulamaya başladılar. Yenilgi ve başarısızlık süreçlerinde ideolojinin sorgulanıp terk edilmeye çalışılması birçok siyasal-sosyal çevrede karşılaşılan bir durumdur zaten.
Zor Zamanda Konuşamayıp İslamcılığı Harcayanlar
Rejimin baskılarının yoğunlaştığı 28 Şubat sürecine gelindiğinde kimlik meselesinde epey mesafe alınmasına rağmen önemli zaafların bulunduğu da göz önüne alınırsa süreçle birlikte sarsıntıların meydana gelmesi doğal oluyor. Aslında 28 Şubat sürecine kadar genel anlamda siyasal yaklaşım itibariyle ayrışılsa da usulu’d-din, Kur’an-Sünnet anlayışı, tarih-toplum değerlendirmesi gibi hayati konularda sağcı-muhafazakâr kimlik değerleriyle örtüşen bir görüntü hâkimdi. Öncelikle usul konusunda yaşanan zafiyet darbe sürecinde tarihselci tezlere prim veren yaklaşımlara evirilerek yeni bir boyut kazandı. Mücadele süreçlerinden uzaklaştırıcı teorik tezler yaygın bir biçimde dillendirilmeye başlandı. Dinin amaç değil bir araç olduğu gibi tezler dillendirilerek iktidar sınıflarının beklentileriyle uyumlu dinî değerlerin benimsenmesine doğru eğilimler ağırlık kazanmaya başladı. Örneğin, bugünün ‘sermaye karşıtı’ İslam söylemini dillendirenlerden İhsan Eliaçık’ın dönemin Değişim, Ülke, Yarın dergilerindeki yazılarına bakıldığında bu durum açık bir şekilde görülür. 28 Şubat sürecinde devlet, millet, bayrak gibi önemli konularda açık sağcılığa denk düşecek yaklaşımları ortaya koyan şahsiyet AK Parti’nin kuruluş sürecinde Yalçın Akdoğan, Ali Bulaç gibi isimlerle Bilgi ve Düşünce dergisini çıkararak “Yeni İslamcılık” söylemiyle söz konusu partinin teorisinde “Bizim de tuzumuz olsun” kabilinden katkılar sunmaya çalışıyordu.
Muhtemelen, müstakbel iktidar partisinin yönetiminden müspet bir karşılık bulunamaması gittikçe kontrolsüzleşen bir tipin ortaya çıkmasına yol açtı. 28 Şubat’tan sonra Üçüncü Roma-Osmanlı ulusalcılığı ve Enver Paşacılık siyasetinin kısa bir zamanda sermaye karşıtı “Ebu Zercilik”e dönüştüğüne şahit olduk. İktidar ve güce endeksli zihniyet yeni duruma uygun teoriler geliştirme konusunda oldukça atak davranıyordu. Güce tapıcılık, kompleksler, çabuk sonuç alma, farklı olma, farklı olanı üretme ve komplocu zihin ise inatla korunuyordu. Buna karşın ahlak, sabır, metanet, tedric, uzun soluklu mücadele sürdürme mükellefiyetine karşı ise ayak diretiliyordu.
Bu arka planın işlediği siyasal süreçte liberalizmi büyük oranda AK Parti çizgisi temsil ediyordu. Diğer kardeş sosyalizm ise sahipsizdi ve müşterisi azdı. AK Parti iktidarıyla birlikte adeta Türkiye’de kapitalizme yeni geçilmiş, kapitalist süreç yeni başlamış gibi bir tavırla yazı ve görüşler piyasaya sürülmeye başlandı. Hedef kitle Müslümanlardı. Müslümanlar için “kapitalizmi uygulayan, her türlü adaletsiz tasarrufa imza atan” imajını oluşturacak söylemler yoğunluk kazanıyordu.
Bugün siyasal çevrelerde ideolojik değişim ve dönüşümün, farklılaşmanın büyük oranda liberal kimliğe savrulma şeklinde yansıması liberalizmin hegemonyasından kaynaklanıyor. Bu bağlamda asıl savrulmanın bu alanda yaşandığı açık zaten. Müslümanların saflarında bir liberalleşme hastalığı yetmiyormuş gibi şimdi yeni bir sapma, sol/ulusal sol hastalığı yaygınlaşıyor.
İslami sol, Müslüman sol gibi terkiplerle ifade edilen bu sapma ise şimdilerde Emek ve Adalet Platformu adı altında zemin kazanmaya çalışıyor. Tıpkı liberal sapmaya uğrayanların yaptığı gibi İslam hakkında ahkâm kesen, hoyratça konuşan, İslam’ın içinden konuşmaya çalışan değil “Laikler, sol, ulusal sol çevreler ne der?” yaklaşımıyla hareket eden bu insanların merkez medya desteğiyle bazı Müslümanları etkilediğine şahit oluyoruz. Müslümanlar adına utanç duyulacak bir vakayla daha karşı karşıyayız: Vahye ve insan fıtratına ters, insanlığın derdine çare olmayacak sosyalizm, Müslümanların kurtuluş reçetesiymiş gibi sunulmaya çalışılıyor. İnsanın, 1970 yapımı bir Yeşilçam filmini izliyor hissine kapılmaması elde değil.
Geç dönem solculuğunun öne çıkan ismi, bu mahallenin içinden çıkmış, mutsuz ve de kızgın yazar İhsan Eliaçık oldu. Merkez medya marifetiyle öne çıkarılan Eliaçık’ın söyledikleri bazılarının kafalarını karıştırıyor. Söylediklerine ve yazdıklarına bir göz atınca korkunç bir cehalet ve tutarsızlık örneğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Eliaçık’ın eser ve konuşmalarında İslam’ın namaz, başörtüsü, kurban gibi temel rükünlerine, tarihsel olaylardan tarihî kişiliklere kadar keyfi yorumlar, saptırmalar, çarpıtmalar gırla gidiyor. Fikrî tutarlılık ve dürüstlük hak getire. İnsanların en zaaflı yerlerinden olan mal-mülk meselesi üzerine heva-hevesleri kışkırtıcı söz söylemenin popülizminden yararlanma ile karşı karşıyayız.
İslamcı birikimimizde önemli yer tutan mustazaf-müstekbir kavramlarının zihinsel arka planda bıraktığı derin ağırlık bazı Müslümanların bu ‘İslami sol’ hikâyesine sıcak bakmasına yol açabiliyor. Oysa Müslüman adildir ve adil olmak zorundadır. Allah’ın haram kılmadığı meşru servet üzerinden zenginliğe düşmanlık asla İslami bir tavırdan kaynaklanmıyor. Mesnetsiz düşmanlık doğru da değildir. İslam adalet, hikmet, itidal dinidir. Liberallerin küstah, vurdumduymaz hali ile sosyalistlerin her şeye düşman, insanı materyalist ve mekanikleştiren özelliği İslami kimlik ve karakteri bozuma uğratır. Aydınlanmanın ürettiği iki düşünce değil midir insanlığın son yüzyılını mahveden? Kapitalizmi meydana getiren aydınlanmanın diğer çocuğu sosyalizmden ümitlenmek düşüncesizliğin, sığlığın boyutlarını göstermektedir. Kapitalizme karşıtlık temelinde çıkmış olsa da hayatı sadece sermaye, emek, üretim biçimleri, üretim ilişkileri temelinde anlamlandıran sosyalizm ile insan-insan, insan-eşya, insan-yaratıcı ilişkilerini çok boyutlu ve derinlikli anlamlandıran İslam arasında yerden göğe kadar fark vardır.
İslami sol iddiasında bulunanlar ne sosyalizmi biliyorlar ne de İslam’ı. Solun hangi düşünsel köklerden hareketle bir emek, sermaye, üretim tanımı yaptığını, eşitlik temelli adalet anlayışına nasıl ulaştığını, sınıf temelli tarih ve toplum değerlendirmesinin ne demek olduğuna dair bilgileri oldukça az. Sol adına bildikleri tek şey sosyalizmin sermaye, kapitalizm karşıtlığından ibaret. Bir dünya tasavvuruyla (ahireti olmayan bir dünya tasavvuru) muhatap olunduğunun farkında bile değiller. Tam bir anakroniyle karşı karşıyayız aslında. Solun kendisine dahi faydasının dokunamadığı bir zaman ve süreçte bazıları İslami sol söylemiyle ortaya çıkarak garip ama ayı oranda hüzün verici bir rol kapma yarışına girebiliyor. Bugün gelinen süreç de Türkiye’de, toplumun İslamlaşmasına muhalefette solun öncülük rolü oynadığı bir vasatta düşmanın ekmeğine yağ süren basiretsiz dostun durumu gibi bir şey. Sol, sosyalist hareketlerin bu rolünün açık ve net bir şekilde ortaya konulması gerekiyor. Aydınlanmanın ortaya çıkardığı laik yaşam kültürü ve hayat tarzını Kemalist-ulusalcı kesimlerle birlikte topluma dayatmaya çalışanlar arasında sol, sosyalist kesimler olduğu unutulabilir mi? AK Parti’ye muhalefet görünümü altında toplumun İslami taleplerini engelleyip bloke etmeye çalışan kesimler arasında solun başat rolü halen devam etmiyor mu? Solu ve sosyalizmi bilmeme durumu bu grubun içindeki Müslüman kökenli olanları için geçerli. Sol geçmişi olanların ise İslam adına okudukları ve bildikleri şey Ebu Zer ve Ali Şeriati. Bu daraltılmış, kısırlaştırılmış tasavvurda “Şeriati eşittir İslam” formülasyonu geçerli. Lütfedip okuduklarında “Hımm, İslam buysa zaten biz de Müslümanız!” dedikleri cinsinden bir okumanın ilerisine geçebilmeleri ne mümkün! Hayata dair temel pozisyon değişikliğine yol açmayan bir okuma bu. Takvayı, tesettürü, namazı, cihadı, gaybe imanı gerektirmeyen, gayet light, gayet relax bir okuma.
En nihayetinde İslami sol hikâyesini dillendirenler sadece kafalarından uydurdukları tutarsız, Kur’an metnine ve Rasulullah’tan itibaren yaşanan tarihsel tecrübelere aykırı bir din anlatıyorlar. “Bu insanlar İslam’ı ne kadar yaşıyorlar?” sorusu bir boyutuyla anlamsızdır. Namazın, kurbanın olmadığı, başörtüsünün, Ruh-ul Kuds/Cebrail’in getirdiği vahyin olmadığı, sadece materyalist diyalektiğe dayalı bir ekonomi ile ilgilenen Rab anlayışının hâkim olduğu bir söylemin yaşayacak, yaşatacak çok fazla ibadeti, ritüeli yoktur. İnsanların namaza, başörtüsüne, takvaya sarıldığı bir yönelimi değil, tersine insanların namaz kılmayı terk ettiği, başörtülerini çıkarttıkları bir pratiği var bu söylemin. Sabah akşam medyada, ulusalcı kanallarda, yayın organlarında, sitelerde, meclislerde İslamcılara, Müslümanlara hakaret etmek bunların akaidine göre ibadet etmek sayılıyor herhalde.
Kemalizm’e Kuzu, Müslümanlara Şahin Kesilenler
Solculukla İslam’ı birleştirmeye çalışanların tarihselcilikten yola çıkarak tamamen farklı bir din inşa ettiklerini söylemiştik. Bu düşüncenin siyasal yaklaşımlarına bakıldığında da yine enteresan bir durum ortaya çıkıyor. Ece Temelkuranlara, Tuna Kiremitçilere pek de devrimci görünen bu tarzın siyasal olaya ilişkin tahlil ve tavırları ise saç-baş yolduracak cinsten. Bugün sol İslam fikriyatını ortaya atanlar, 28 Şubat’ta darbeye karşı Müslümanlar mücadele ederken hiçbir yerde görünmeyen, F tipi cezaevlerine karşı eylem koyan Müslümanların semtinden geçmeyenlerdir. Keza Avrupa ve ABD dâhil dünyanın dört bir tarafında Afganistan ve Irak’ın işgaline karşı insanlar kitleler halinde emperyalizmin politikalarını engelleme mücadelesi verirken “bu tatlı su mücahit-militan kırmaları” sırra kadem basmışlardı. Devletin baskı ve engellemelerine rağmen meydan ve caddelerde başörtüsü yasakları, İHL’lerin kapatılması, Siyonist İsrail vs. protesto edilirken ortalıkta görünmeyenler bugün yüzleri kızarmaksızın devrimci, özhakiki İslam edebiyatı yapabiliyorlar. Bu bağlamda öne çıkarılan muhalif siyasal dilin AK Parti sonrası döneme denk gelmesi de tesadüf olmasa gerek.
28 Şubat sürecinde sadece darbecilere karşı mücadeleyi pasifize edecek, zayıflatacak, rayından çıkaracak söylemler geliştirilmiyordu. Aynı dönemde ordu, yargı, sermaye, medya tarafından Müslümanlara karşı saldırıların artarak yoğunlaştığı bir vasatta özeleştiriye davet numarasıyla keskin İslamcılık eleştirileri yapılıyordu. Yarışa girmişçesine her fırsatta Müslümanları eleştirmeye, sonrasında ise sistem nezdinde makbuliyeti olan ilişki ağlarına tenezzül etmeye kadar bir dizi olumsuz fiile imza atanlar ortalık sütliman olunca yeni bir süreci daha başlatmış görünüyorlar. Bütün bir toplumun altında ezildiği sistemin askerî vesayetini, militarist yapısını ve melanetlerini küçücük bir çocuğun dahi bildiği bu ülkede Eliaçık ve yanındakiler Ergenekon ve Balyoz süreçlerine tavır almadıkları gibi darbecileri masum gösteren yayınlara imza atabiliyorlar. Türk ulusal sermayesini örgütleyen, bu ülkede kapitalist bir sistem inşa etme mücadelesi veren Mustafa Kemal’e övgüler düzebiliyorlar. Bugüne kadar varlık sebepleri İslam’ı ve Müslümanları yok etmek, ezmek, sindirmek olan ulusalcı laiklerin Ulusal Kanal’ında, ODATV’sinde çok rahat program yapıp yazı yazabiliyorlar. Nerede ve kime karşı durdukları gayet açık değil mi?
İslami sol saçmalığını besleyici diğer faktörleri de görmek gerekiyor. Bu anlamda söylemin yayılmasında vebali olan birinci unsur Has Parti’dir. Aldığı oy düşük olmasına rağmen bir siyasal parti olması neticede bazı söylem ve eylemlerinin medyada yer bulmasına yol açıyor. Sol kökenli bazı parti yöneticilerinin de yönlendirmesiyle Has Parti yönetimi bu söyleme sıcak bakıyor. Oysa başarı şansı zaten zayıf görünen parti böylece Müslüman toplum nezdindeki itibarını da zedeliyor. Böylece kendisi açısından ileride oluşması muhtemel olumluluklara da kapıyı kapatmış oluyor. Karun, Belam, Firavun düzeninin bu coğrafyadaki temsilcileri, kurucu unsurları laik-Kemalist kadrolardır. Has Parti yönetim kadrolarının müfsit statükoya yönelik esaslı hiçbir şey söylemeden sadece Müslümanlara, dindarlara söz söylemesi doğru değildir. Kemalizm’in artık bittiği, kurulmakta olan yeni sistemin sahiplerinin Müslümanlar olduğu masalıyla bu tavrı sürdürmek ise hiç doğru değildir. Kemalist oligarşi önemli darbeler almasına rağmen hâlâ çok güçlüdür. Sermaye üzerinden gidilecek olursa dahi TÜSİAD bileşenlerinin Türkiye’nin toplam sermayesindeki ağırlığı barizdir. Ama her ne hikmetse Koç’u, Sabancı’yı, Eczacıbaşı’nı protesto etmek bu arkadaşların akıllarına gelmiyor. Resmi ideoloji muhafızlarının ciddi darbeler almış olması bitip tükendiği anlamına gelmediği gibi kaybettiği mevzileri tekrar elde edemeyeceğinin garantisi de yoktur. Türkiye siyasal tarihini yakından bilenler 1950’den beri yaşanan benzer örnekleri hatırlayacaklardır.
Nerede Popülizm Orada Kontenjandan Yazarlar
Çoğu zaman olduğu gibi bu sefer de uç, aykırı ve ifsat edici fikir ve tavırların yaygınlaşmasında rol oynayan hasbelkader Müslüman yazar kontenjanını dolduran ama ortaya koydukları söylem ve tarzla daha çok lümpen yazar kategorisine uygun kişilerin bu heyecanı kışkırtmaları söz konusudur. Ağızlarından her daim Schopenhauer, Baudrillard, Nietche, Kafka, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal duyulur ve bir de tarikat şeyhi gibi bağlandıkları şair üstatlarının mısraları. Olur ya ayetler ağızlarında okundu mu, sanki ayet değil de aforizma dinliyor gibi olursunuz. Sırrı Süreyya ile yan yana geldiklerinde 40 yıllık sosyalist Sırrı Süreyya bile insana daha Müslüman görünüverir. İslam adına bildikleri ise ya sübjektif bir bilgidir ya hurafedir ya da abartılı mistik hikâyelerden mülhemdir. Ama her nasıl olmuşsa bunlar İslamcı yazar kontenjanını dolduruvermişlerdir. Hasbelkader katıldıkları eylemlere bir göz atın muhakkak haber değeri taşıyan eylem türü olduğunu göreceksiniz. Popüler ama herhangi bir bedel ödemeyi gerektirmeyen eylemler. Zaten büyük oranda popüler kültür ürünüdürler ama ne hikmetse popüler kültürü eleştiren sözler de çıkıverir ağızlarından. Televizyonun, internetin ve daha da önemlisi zamanın kültürünün buyruklarına göre hareket ederler. Ama konuştuklarında da muhalif edayı vermeyi iyi bilirler. İşte bu kurgusal görüntüye aldananlara tabloyu izah etmek gerçekten çok zor. Popüler kültür ve ürünleri çekicidir. Buna karşı direnebilecek, her hıyarım var diyene tuz yetiştirmeyecek bir ilim, ahlak ve basireti elde edebilmek o kadar da kolay değil.
Yeri gelmiş iken “Müslüman yazar” diye ayrı nitelen kişilerdeki bireysel yaşama ve davranma tarzına da değinmek gerekiyor. Zaten ne söylüyorlar ya da ne yazıyorlar ki eleştirisi bir açıdan doğru değildir. Bugün kötü yazıyorlar, yarın iyi yazabilirler. Önemli olan zihniyet ve ahlak meselesi. Gerçekten neden yazar oluverenler ya da kendini öyle zannedenler birey yaşamak zorunda hissediyor. Hakkı ve sabrı tavsiyeleşmek, Müslümanlarla beraber olmak, cemaatleşmenin farziyeti bu insanları bağlamıyor mu? İslami mücadele saflarının mütevazı birer müntesibi olmak “entelektüel” konumlarına halel mi getiriyor yoksa? Yazarlık, cemaate mensup olmayı da aşan bir üst kimliktir de biz mi habersiziz bu durumdan?
Post-Modern Kültürle Müslüman Genç Olunabilir mi?
Hâkim kültürün kodlarını benimseme zaafına karşı en elverişli konumda olan Müslüman gençliğin saflarında da bu popülizmin ürettiği söylemlere kapılan kardeşlerimize rastlamıyor değiliz. Burada olayın genel anlamda iki boyutu var. Birincisi, yeterince okumama, sıkı takip etmeme, eleştirel ve de tutarlı bakamama hastalığından maalesef gençler de nasibini alıyor. Sanki her birisi bir derin düşünür psikolojisiyle hareket eden; falan sitede filan blogda yazarım diyen yığınla insanla muhatap olunuyor. Meğer bizim camiada yazarlık ne kadar büyük bir heves imiş. Klavye tuşuna dokunmanın beraberinde yazarlığı getirdiği zannediliyor.
Kültürel donanım ve İslam’ı yaşama konusunda zayıflığın olduğu vasatta insanlar çelimsiz, basit, temelsiz görüntüyü esas zannedip abartabiliyor. Beslenme kaynağı büyük oranda internet, facebook veya twitter ile kayıtlı bir kültürün iyiden iyiye tartışılması gerekiyor. Yeni bir insan tipiyle daha karşı karşıyayız. Sathi bilgilerden beslenen, facebook, twitter gibi büyük oranda kişisel saçmalıklarını bütün insanlara teşhir etmeye, dedikodu yapmaya yarayan araçları kullanmakla zamanını geçiren, kitapla arasına büyük bir mesafe koyan ama her şeyin de âlimi olduğunu zannedebilen insan tipidir bu.
Sosyal medya tutkunu bu insan tipi heyecan taşıyor, İslam adına bir şey yapmak istiyor lakin kendisi planlamak, organize etmek şartıyla. Bilgisine, birikimine, ilmine, ameline bakmadan tehlikeli sonuçlara yol açacak kadar özgüven taşıyan yığınla genç dolaşıyor ortalıkta. Diyelim ki başkası bir şey yaptığında ve katılım sağlayacaksa o organizasyonun gevşek ilişki ağı sonucunda oluşmuş olmasına dikkat edilir. Bir İslami cemaat ya da hareketin yaptığından olabildiğince uzak durma özelliği hâkim. Bütün sebep kişisel hareket alanını kısıtlayıcı, kendisine sorumluluk yükleyici, hakkın ve sabrın birbirine tavsiye edildiği ilişki ağından kaçmak. Biraz da gençliğin ve öğrenciliğin verdiği lümpen kültürün de etkisiyle yeni sapma sol özentinin bazı söylemlerinden de etkilenebiliyorlar. Başkasına gelince kolayca reddeden, harcayan, eleştiren, itiraz eden ancak kendine en küçük eleştiri yönelince ‘özgürlük ve bunalım’ dengesizliği dikiliveriyor karşımıza. İslami her türlü nasihate, eleştiriye kapalı Müslüman genç tipolojisinin sağlıklı bir tip olmadığı da açık. “İddialı ve depresif” bu genç tipinin rehabilite edilememesi muhtemel sıkıntıların habercisi olacaktır.
Ne Kadar da Kolaymış Mücadele
Yıllardır Kur’an çalışması yapan, zulme, haksızlığa, adaletsizliğe gücü ölçüsünde karşı çıkan, itiraz eden çevrelerde yetişmiş bazı insanların yoksulluk, kapitalizm eleştirisi, adalet gibi vurguların yoğunlukta olduğu İslami sol, sol İslam gibi sapmalar karşısında kafa karışıklığı yaşaması bir boyutuyla anlaşılabilir. Çünkü burada aldatıcı birçok unsur ve kavram yer alıyor. Yetmedi iftar protestosunda olduğu gibi pratik de var. Dolayısıyla kâğıt üstünde, basit bazı hassasiyetleri baz alarak ve o kadar derine de gidilmezse inanıvermek kolaylaşıyor. Burada bir şeye doğru denilirken zihinde bilinçli ya da bilinçsizce işletilen kriterlerin yeniden ele alınması gerekiyor.
Örneğin iftar protestosu olayını ele alalım. Bu olayda lüks bir yerde lüks bir iftar yapıldığı düşünüldüğünden dolayı medyanın da oluşturmuş olduğu havayla birçok kişi eyleme sıcak bakabiliyor. Peki, eyleme katılanlarca şu sorular soruluyor mu: Birincisi söz konusu yerlerde iftarı verenler İslami çevreden insanlar mı? Hayır. Peki, dindar olmayan hatta İslam’la bağı olmayan bir işadamı ya da şirketi çalışanlara, müşterilerine iftar veremez mi? Ölçüp biçmeden, düşüncesizce bir pratik ortaya koymak ne kadar İslamidir? Lüks otelde Müslüman olmasa da iftar veren kişilerin niyetleri sorgulanıyorsa, o protestoyu yapanların da niyeti sorgulanmalıdır. Üstelik İslami bir muhalefet ve siyasal hattın gereğini yerine getirmenin doğal sonucu olarak değil laiklerin, solcuların öne çıkardığı popülist söylemle ortaya konulan pratikler elbette sorgulanmalıdır.
Siyasal Bir Eylemin Doğruluk Koşulları
Burada daha temel bir soru olarak siyasal bir eylemin doğru olabilmesi için gerekli olan koşulları tartışmak gerekiyor. Bir siyasal eylemi “Valla sadece zengin iftarını protesto için yaptık!” benzeri gerekçelerle izah etmek anlamlı bir sonuç vermez. Eylemin niçin, nerede, kimlerle, hangi araçlarla, hangi söylem ve sloganla, hangi döviz ve pankartla, hangi duruşla, hangi konjonktür, hangi sosyo-psikolojik ortamda ve kime karşı yapıldığı, neyin talep edildiği, neyin reddedildiği gibi önemli soruların birlikte ele alınması neticesinde doğru bir eylemin cevabı bulunmuş olur. Bu sayılanlar normal bir siyasal eylem için geçerli olan koşullardır. Bir Müslümanın yapacağı eylemin doğruluk koşullarına yukarıda sayılan maddelere ek olarak imanın gerektirdiği başka maddeler de eklenmek zorundadır. En önemli ve esaslı madde bütün eylemlerimizin amacı olan Allah’ın rızasını kazanmaktır. Dolayısıyla bu önemli ilke bir disiplin olarak eylem ya da medyaya yönelik bir aktivitede çok rahatlıkla ortaya çıkacak gösterişçiliği engeller. Çünkü gösteriş varsa Allah’ın rızası yoktur orada ve o anda.
Gaybe iman etmek, bir kavme olan kin ve sevginin bizleri adaletsizliğe sevk etmemesi demektir. İlaveten gözleri kör etmemesi, beşerî ideolojilerin kullandıkları propaganda kültürünün yapısında olan yalana iyi niyetle dahi olsa asla başvurmamak, tenezzül etmemektir. Bir şeye karşı çıkılırken o konumda veya mevkide olunmadığı ya da sahip olunmadığı veya kaybedildiği için değil gerçekten ahlaki ve ilkesel nedenlerden ötürü karşı çıkma gibi hususlar İslam ahlakının gereğidir. Haram bir fiili işlememek kaygısı belirleyicidir. Bir sol örgüt kendi amaçları için doğru olmayan bilgilere dayalı propaganda ve ajitasyon yapabilir. Ama Müslümanların bu rolü sahiplenme meşruiyetleri yoktur.
Sırf lüks otel ve sırf iftar diye bir protestoda bulunmak dar düşünceli bir zihnin ürünü olan eylem tipidir. Eğer ortada kötü niyet yoksa, en hafifinden düşüncesizce yapılan bir iştir. Eylemin kime karşı yapıldığı belli değil. Kimin yaptığına baktığımızda sicili İslami-ahlaki açıdan temiz olmayan tipler ön planda. Öne çıkarılan söylem lüks iftarları protesto etmek. Abartılı, lüks olan iftara tabi karşı çıkmak lazım. Sadece iftarda mı karşı çıkmak lazım. Her zaman için geçerli bir durumdur bu. Neden sadece iftarın lüks olanına karşı çıkılıyor anlamak mümkün değil. Laik-Kemalist sistem ve kadroları kuruluşundan bugüne kadar Müslümanlara ve halka ait malları gasp edip keyifleri istedikleri gibi harcadılar. Somut bir örnek olarak TSK’nın bütçesi verilebilir. Memleketin bütçesinin neredeyse üçte biri TSK’ya gidiyor. Her yıl Meclis’te bütün bakanlıkların bütçesi hazırlanırken komisyonlar çok gergin ve tartışmalı geçer, biri hariç. O da Milli Savunma Bakanlığı bütçesidir. Sıra MSB’ye geldiğinde Genelkurmay’ın istediği rakam üzerinde tartışmaya gidilmeden kabul edilir. Bugüne kadar da askerin yaptığı harcamalar da sivil denetime tabi değildir. Memleketin mecburen askerliğini yapmış her insan evladı askeriyedeki korkunç harcamalar, israf, komutanların lüks yaşamına ait sayısız örnekle terhis olur.
Siyasal Miyopluk Ya da Büyük Zulmü Görmemek
İftar protestosunun yapıldığı aynı günlerde medyada yer alan bir haber, yaşanan çarpıklığı göstermesi açısından önemli. İlker Başbuğ, Genelkurmay Başkanı olduğu dönemde kanunsuz bir şekilde 32 trilyon 750 milyara 10 lüks daire yaptırıyor. Bu evlerde kimlerin oturacağına da Başbuğ karar veriyor. Son iki daireye de YAŞ’ta hükümete tavır alıp emekli olan Genelkurmay Başkanı Org. Işık Koşaner ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Eşref Uğur Yiğit’i alıyor. Şimdi popülist söylemi çok sevenlerin ifadesiyle “asgari ücret 658 bin TL, 10 daire 32 trilyon 750 milyar lira”. Peki, bugüne kadar Fenerbahçe Orduevi’ne gidip herhangi bir protesto gerçekleştirmeye niyetlenildi mi? Askerin lüksüne, şatafatına, yolsuzluğuna dair yazı yazıldı mı, konuşmalarda iki cümle de olsa değinildi mi? Hayır. Bu bağlamda dile getirilen “Başka birileri de gitsin Fenerbahçe orduevini protesto etsin!” itirazı ise tam bir aldatmacadır. Çünkü neyi öne çıkarttığımız aynı zamanda neyi gizlediğimiz ve ötelediğimizi de içermesi açısından önemlidir.
Her ne olursa olsun Müslümanlara yönelik abartılı, çoğu zaman haksız bir dil kullanmanın laik medya tarafından öne çıkarılmanın bir koşulu olduğunu keşfedenler eğer dürüst olsalardı eylemlerinden birini olsun Fenerbahçe, Harbiye, Gazi gibi beş yıldızlı otellerden daha lüks orduevleri önünde yaparlardı. Günümüzün mazlumları dedikleri, haksız ve güçsüz konuma düşürüldüğünü iddia ettikleri TSK için bugün de benzer eylemleri yapma şansına sahipler. Geç kalmış değiller. Bakalım Ece Temelkuran, Tuna Kiremitçi, Eren Erdem, Ulusal Kanal ve bilumum laik ve de İslam düşmanı dostları eylemlerine teşrif edecekler mi?
Laik Mücahitler Görev Başında!
İkinci bir durum ise bu yıl geçmiş yıllara göre İslami kamuoyunda ve toplumda ciddi anlamda iftarların sade olmasına yönelik hassasiyetlerde artış oldu. Siyasiler, hükümet dahi lüks iftarların yapılmamasına yönelik açıklamalarda bulundu. Bunda Somali ve Afrika’da açlığın gündemleşmesi önemli rol oynadı. Gerek Müslümanlar gerekse de toplumun geniş kesimleri konuya ilişkin yardım, dayanışma etkinlikleri yapıyor iken sanki herkes lüks iftar veriyormuş gibi bir söylemde bulunmak doğru değildir, çarpıtmadır. Soldan kötü huy edinmenin tipik bir yansımasıdır. Zaten Somali’ye yönelik yardım kampanyaları dahi aynı tarzla karalanmaya, insanlara iftira atılmaya çalışılıyor. Bu arkadaşlar illa soldan etkileneceklerse gerektiğinde hayatlarını ortaya koyacak mücadele kültürü ve sıkı örgütlenme anlayışlarından istifade edebilirler. Böylece yoz kültürü yansıtan kılık kıyafet, söylem ve ilişki biçimlerinden, içinde debelendikleri anarşizmden kurtulabilirler belki.
Eylem, katılımcı ve çağrıcılarını ele aldığımızda; saf Müslüman gençleri hariç tutarsak söylem ve ilişkileriyle ciddi güven sorunu oluşturan kişiler, İslami camianın lümpen yazarları ön planda yer aldı. Bir de olayın yayılmasını, bu konuda kamuoyu duyarlılığının oluşmasını sağlayan medya organları. Tabi daha muhteşemi ise Ece Temelkuran ve Tuna Kiremitçi gibi sabah akşam İslam’a ve Müslümanlara hakaret eden kişilerin eylem mücahitliği yapması. Ece hanım İngiltere’de olduğu için iftarı şereflendiremeyeceğini yazmış ama bütün müminlerin eyleme katılması gerektiğini hakkı ve sabrı tavsiye babında dile getirmiş. Sorumluluğu, vebali üzerinden atmış yani. Bayağılıkların yazarı Tuna Kiremitçi de “Artık Cihangir’de bir mücahit var!” sevincine gark eyledi Müslümanları. İnanılması gerçekten çok zor. İslam düşmanı ve ayık gezdiği zor tespit edilen kişiler namaz kılmam, oruç tutmam, İslami bir hayat tarzından ifrit olurum ama iftarların yozlaştırılmasına da izin vermem havasındalar. Acaba gerçekten bu kadar mı? Yoksa tilki gibi kurnazlıkta, hinoğlu hinlikte şeytana pabucunu ters giydirecek bu İslam dışı medya ve müntesipleri iftar protestosu eylemlerinde bir bütün olarak İslam’ın yıpratılması, Müslümanların toplum nezdinde değersizleştirilmesi fırsatını koklamış olmasınlar sakın! Ülkede muhafazakâr-dindar bir atmosferi hâkim kılma mücadelesi verdiğine inanılan AK Parti Hükümetinin karalanması imkânını kaçırmak endişesi sarmış olmasın onları? “İçeriden” kişiler eliyle cemaatlere saldırının nimetlerini keşfetmiş olmaları şevklendirmiştir belki de onları.
Hayatlarını İslam’la mücadele ile geçiren bu zevat laik-Kemalist sistemin o geleneksel mütekebbir tavrını takınmaya devam ederek kendilerince Müslümanlardan hesap sormaya kalkıyorlar. Ama usta cambazlarının taktiğiyle Müslüman olmadan, İslam’ın en temel ibadetlerini dahi yaşamadan bunu yapmaya cüret edebiliyorlar. Kemalizm’le harmanlanmış sol romantizmi ve laik kültürü din edinmiş ulus devlet kültürünün müntesipleri başımıza birer fıkıh âlimi kesilecekler neredeyse. En saf ve insani duyguları harekete geçirebilecek basit söylem ve argümanları devreye sokarak Müslüman mahallesinden eleman devşirmeye çalışıyorlar. Bir kez daha basiretsiz dost ile kurnaz düşmanın ahbap-çavuşluğunun sonuçlarını izlemek zorunda kalıyoruz.
Dinime Dahleden Bari Muselman Olsa
Bir de İslami sol sapmasının Eren Erdem, Yılmaz Yunak gibi daha enteresan ama bir o kadar tehlikeli tipleri mevcut. “ABDestli Kapitalizm” diye bir kitap yazan Eren Erdem, Müslümanları hem kapitalist hem de Amerikancı olarak lanse etme cüretinde bulunabiliyor. Aynı kişi Soner Yalçın’ın ODATV adlı kirli sitesinin müdavim yazarlarından. Ulusal Kanal ve İşçi Partisi’nin gençlik örgütü olan Türkiye Gençlik Birliği’nin panellerinin aranan konuşmacısı. “Türban Nedir?” başlıklı makalesinde “Kur’an’ın dininde Türban; don bezinden daha kutsal değildir!” kıyaslaması yapabilecek kadar edepsizleşen birisi Müslümanlara yön çiziyor, akıl veriyor kendince. Ne günlere kaldık ey Rabbimiz! Eren Erdem’in örneğin başörtüsü ile ilgili ilim deryası fikirlerini öğrenmek isteyenler “Örtü”, “Türban Nedir?” başlıklı yazılarına bakabilirler. Müslümanlara ait bir yayınevinden “Benzerleriyle Değiştirilenler” isimli romanı yayınlanan Yılmaz Yunak da Ulusal Kanal’da “İslam ve Kapitalizm” adlı programlar yapmakta. İhsan Eliaçık da bu kanala zaman zaman çıkmakta. Önemli olan hangi sözün söylendiği, hangi zeminde ve mekânda söylendiği çok da önemli değil savunusu boş laflardır. Ne söylendiği önemli olduğu gibi hangi zeminde söylendiği de önemlidir. İslam ve Müslüman düşmanlığını temel gaye edinmiş bir kanalda Müslümanları hırpalamak, küçük düşürmek, nefret objesine dönüştürmek hiçbir gerekçe ile meşru gösterilemez. Kapitalizm ve sermaye eleştirisi yapanlar dürüst olmak zorundadır. Yaşadığımız topraklarda kapitalizmi ve kültürünü devlet eliyle uygulayan ve yaygınlaştıran başta Mustafa Kemal olmak üzere laik-Kemalist kadrolardır.
Gayri Meşruluğu Sermaye Düşmanlığıyla Örtme Çabası
Bugüne kadar Mustafa Kemal ve Kemalizm’e bir kez olsun eleştiride bulunmayanlar sanki bu ülkeye kapitalizmi Müslümanlar getirmiş gibi bir söylem ve pratik içerisindeler. Üstelik İhsan Eliaçık örneğinde olduğu gibi Mustafa Kemal’e övgüler dizebilmekteler. Eliaçık “Benim Gözümde Atatürk” başlıklı makalesinde; “Ben bunları başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere saygı ve minnetle anmakta ve kendi aralarında her insanda olabilecek hırslarını, rekabetlerini kendilerine bırakmaktayım… Mustafa Kemal Paşa da şu demektir: Realizm, taktik düşünme, derlenme, toparlanma, tutunma, akılcılık, bağımsızlık, özgürlük, çağdaşlık…” cümleleriyle resmi ideolojinin ilahına müdahanede bulunmakta. Gerçekten traji-komik bir durum. Bu zihniyet mi kapitalizme karşı çıkacak? Eliaçık’ın bu sözlerine mi şaşmalı yoksa onda bir hayır uman Müslümanlara mı? Müslüman, namazın dahi terk edildiği bir ilişki biçiminden nasıl hayır umabilir? Bir tek Müslümanın dahi namazı terk ederek ahiretini terk etmesi bütün Müslümanların yüreğini yakması gerekirken mezkûr şahsiyetin etkisiyle yaygınlaşmaya başlayan namazı terk etme ifsadı karşısında nasıl sessiz kalınır? Başörtüsünün farziyetinin inkâr edildiği bir İslam nasıl kabul edilebilir? Başta vahiy meleği Cebrail olmak üzere bütün meleklerin varlığını reddeden, dolayısıyla Rabbimizden inzal olunan bir vahiy hakikatini inkâr eden zihniyet mahallemizde kendine nasıl yer edinebilir? Allah için mücadele eden İslami hareketleri sürekli olarak aşağılayan, ümmet kardeşliğinden nasibini almamış bir kişiliğin sözlerine itibar edilmesi olacak iş değil.
Yarım Hekim Candan Yarım Hoca Dinden Eder!
Daha bunun gibi İslam’ın akaid ilkelerinden ibadetlere, Kur’ani kavramların keyfi ve cahilane yorumlanmasından tarihselci, İslam’ın referanslarını çarpıtarak, ayet, hadis ve vakaları cımbızlayıp, Hz. Ömer’in bazı uygulamalarının arkasına sığınarak başkaca tutumların üzerini örterek, sanal, usulsüz, tarihsiz, sorumsuz ama sorunlu bir zihinsel inşaya yönelen bir saptırmaca ile karşı karşıyayız. Can alıcı siyasal konularda laik, ulusalcı yaklaşımların serdedilmesine kadar bir dizi çarpıklığa imza atan İhsan Eliaçık ve ekibinin oluşturmaya çalıştığı düşünce ve eylem tarzını öğrenmek isteyenler dikkatli bir gözle bütün yazdıkları, konuştukları ve etrafındaki insanlara bakmak zorundadırlar.
Basit bir sermaye düşmanlığının aldatıcı cazibesine kapılmak asla yanlışları meşrulaştırmaz. Hayatı dolayısıyla dini salt ekonomiden ibaret gören yaklaşım da sorgulanmak durumundadır. Sanki mutlak bir doğruymuş gibi bazı insanların inandığı bu söylem de asla ve kat’a doğru değildir. Ne Kur’an-ı Azimüşşan böyle bir perspektif veriyor bizlere ne Hz. Peygamber’in uygulamaları böyle bir örneklik sunuyor ne de 1400 yıllık Müslümanların tarihsel tecrübeleri. Sonuçta hayata materyalist pencereden bakmayı doğuran bu yaklaşım olsa olsa 1970’lerde iflas etmiş olan sol “iktisatçı” bakış açısından kendine dayanak bulabilir. Marksizm dahi hayatın çok boyutlu ve katmanlı oluşunu fark edip çok yönlü bir ideoloji oluşturma çabası içerisinde iken İslam ve Müslümanların kurtuluşu adına primitif söylemleri dillendirmeye çalışmak düşünsel sefaleti gösteriyor.
Türkiye Müslümanları Cumhuriyetin kuruluş sürecinden beri İslam’ı “ulusal bir din” haline getirmeye çalışan projeler ve dayatmalara muhatap oldular. Projelerin iflas ettiği yerde açık darbe politikalarıyla sindirilmeye, ezilmeye çalışıldılar. Turan Dursun, Bahriye Üçok, Yaşar Nuri, Zekeriya Beyaz, Beyza Bilgin gibi kişiler eliyle Müslüman kitleler yoldan çıkarılmaya çalışıldı. Nasıl ki geleneksel din anlayışına getirdiği eleştiriler ve Kur’an vurgusu Yaşar Nuri’yi Müslümanlar nezdinde “Samiri” olmaktan kurtaramadıysa Müslümanların içerisinden çıkmış kişiler de Allah’ın izniyle sahte kapitalizm eleştirileriyle insanları aldatamayacaklardır.
Medyanın ayartıcılığı ve basiretsiz tutumların ortaya çıkardığı farklı bir örnek de yeri gelmişken burada zikredilebilir. Geçtiğimiz Ramazan ayında sanki Müslümanların temel sorunu teravih namazıymış gibi Abdülaziz Bayındır kanal kanal gezerek çok önemli, bir o kadar da derin açıklamalarda bulundu! Hocamız İslam’da teravihin olmadığını buyurarak adeta fazla namazın göz çıkaracağı tehlikesine işaret etti. Bayındır’ı siper edinen Yaşar Nuri de insanlar nezdinde popülaritesini tekrar kazanmak üzere yeniden zuhur eyledi. Nasıl bir mantık anlamak mümkün değil. İnsanların nafile de olsa namaz kılmasından güzel bir şey olabilir mi? İsmi teravih olmuş, teheccüd olmuş, nafile olmuş ne fark eder? Neden insanları namazdan uzaklaştıracak tehlikeli ve ferasetten uzak açıklamalarda bulunulur?
Zamanı ve mekânı aşkın boyutuyla genç-yaşlı, öğrenci-yazar, kadın-erkek, işçi-esnaf, halk-âlim, Kürt-Türk tüm kategorileriyle Müslümanlar sübjektif koşullarına teslim olmadan Allah’ın rızasına uygun yaşamak durumundadır. Zulme, haksızlığa, zorbalığa, emperyalizme, işbirlikçiliğe, İslam’dan uzaklaştırıcı her türlü unsurlara karşı tutarlı, adil, hududullah çerçevesinde Hz. Peygamber’in örnekliğini rehber edinmeliyiz. Her türlü sentezi, sağ-sol her türlü eklemeyi reddederek yalnızca İslam’ın aziz olduğu, diğer bütün beşerî ideolojilerin insanlığı kurtuluşa erdirmeyeceği bilinciyle hareket etmek zorundayız.
Dar ve sübjektif koşullara teslim olma sonuçta bir öğrenci ya da genç sorumsuz, cemaat bilincinden, hakkı ve sabrı tavsiyeden uzak, anarşist ve lümpen, post-modern ve tüketim kültürünün nesnesi, kadının feminist, erkeğin ataerkil, işçi ya da müflisin sermaye düşmanı, esnafın ya da tüccarın her türlü kazancı meşru gördüğü ve dilediği gibi tasarruf edebileceğine inanan, Kürt’ün Kürt milliyetçisi, Türk’ün Türk milliyetçisi, medyanın ve kitlelerin pohpohlamasına aldanarak insanları dinden çıkaran yarım hoca tipinde insanlar ortaya çıkaracaktır. Bu kapsama girenlerin de ‘kurtuluşa erecek olanlar’ ayetinin kapsamında yer alacağını söylemek mümkün gözükmüyor. Hz. Ali’nin Muaviye ile savaşta karşı tarafın Kur’an hakem olsun taktiğine karşı, saflarında bazı Müslümanların bu tuzağa düşmeleri karşısında “Kendisi ile batıl kast edilen hak söz” tespiti açıkça görüldüğü üzere bugün de geçerliliğini korumakta; bütün Müslümanların uyanık olmaları zorunluluğunu beraberinde getirmektedir.
Her türlü ifsada, tuğyana, zulme, sömürüye, ancak bütüncül bir İslami kimliğe sahip, Kur’an’ı Rabbimizin indirdiğine iman eden, Hz. Peygamber’in güzel örnekliğine sadık, sabırla ve namazla takvayı kuşanmış, kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi saflara sahip, yerel ve küresel sisteme muhalif bir cemaat karşı çıkabilir. Kılık kıyafetten zevklere, kullanılan dil ve söylemden metodolojiye, özgürlük anlayışından ilişki biçimlerine, girilen mekânlardan düzenlenen etkinliklere kadar post-modernizmin ve tüketim ideolojisinin kendisine dayattığı kültürü reddeden kurtuluşun liberalizm ya da sosyalizmden mülhem olduğunu değil, yalnızca İslam’da olduğu idrakini derinlemesine içleştirmiş müminler topluluğu ancak alternatif olabilir.