Bu ‘yerli ve milli’ hassasiyeti yeni değil, epeyi eskilerden beri vardı. Emevi ve Abbasiler döneminde Müslüman olan kavimler (topluluklar), Müslüman olduklarında buldukları ve kendilerine tanıtılan İslam’ı kabul etmişlerdir. İslam dini o dönemlerde bir yandan Arap geleneğinin ve özellikle de Arap ırkçılığının, diğer yandan da İslam dışı kültürlerden taşınan yabancı unsurların karıştırılması neticesi taklitçilik hastalığına maruz kalmıştı; daha sonra Osmanlı da böylesi bir İslam’ı kabul etmiştir. Osmanlı’daki “herkesin dini kendine” söylemi, imparatorluğun sonlarına doğru Batı’ya öykünmelerle ötelenirken; İttihat Terakki’nin yönetimi ele almasıyla da daha farklı bir mecraya kaydı. İttihat Terakki geleneğinden gelen bürokratik elit halkı temiz ama cahil ve güdülmeye muhtaç görmüş, hâkim oldukları dönemde de bu insanları yanlış politikalarla cahil bırakarak heder etmişlerdir.
Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” adlı otobiyografik eserinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesinde yaşadığı bir anısını anlatır:
“Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim; sonra da askerlere sordum: “Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?” Hep birden; “Elhamdülillâh Müslümanız” diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi, “İmamı Âzam dinindeniz” dedi. Kimisi “Hazreti Ali dinindeniz” dedi. Kimisi de hiçbir din tayin edemedi. Arada, “İslâmız” diyenler de çıktı ama “Peygamberimiz kimdir?” deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı; hatta birisi, “Peygamberimiz Enver Paşa’dır!” dedi. İçlerinden peygamber adını duymuş olan birkaçına da “Peygamberimiz sağ mı ölü mü?” deyince, iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu. “Peygamberimiz sağdır” diyenlere “O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur?” diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da yahut Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler daha çoktu. “Peygamber ölmüştür” diyenlere de “Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?” denildiği zaman, bu sefer onlar şaşırdılar, “Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce” diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu fakat çoğu, vakit tayin edemiyorlardı. “Dinimizin adı” ve “Peygamberimiz” bilinmeyince de din ilkelerini, ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan dinlemişlerdi; fakat ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan, bir iki kişi çıktı fakat onların da hiçbiri namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.”
Yeni Türkiye devletinin kuruluşu ile birlikte “din yok, milliyet var” görüşü hâkim kılınmaya; ulusçuluk, Türkiye’nin yeni dini haline getirilmeye başlanmıştır. Ulusçuluğun adeta yeni bir din haline getirilmeye çalışılması CHP’nin 1935’te 4. Kurultayında oldu. Bu kurultay sonrasında Dr. Adnan Adıvar’ın belirttiği gibi, ülkede Batı düşüncesinin (pozitivizm) egemenliği, laiklik yani “resmi dinsizlik dogması” olarak tezahür etti ve uygulamaya başlandı. Devlet laikliği, Fransa’da olduğu gibi; devlet eliyle belli bir dinin, belli bir yorumunun bazı inanç geleneklerinden, kurumlarından, ritüellerinden arındırılarak toplumu kontrol altında tutmak için kullanılması oldu. Yani laiklik, devletin sivil dini oldu. Laiklik, insanları günah işlemek korkusundan uzaklaştırmış; demokrasi ise utanmayı unutturmuştur. Uygulamaya konan sistemin kirlettiği insan ise hem kendini hem de çevreyi kirletmiştir ve halen de kirletmektedir.
Toplumu bir arada tutan değerler hayattan diskalifiye edilince, meydana gelen boşluk, Batılı değerlerle (putlarla) doldurulmaya çalışılmış fakat bütün uğraşılara, işkence ve idamlara rağmen yeterli verimlilik sağlanamayınca, ihtiyaca binaen bu tür yerli ve milli çağrışımlı değerlere (putlara) tevessül edilmiştir. Ahmed b. Bella bu durumu şu sözlerle tanımlar: “Müslüman halkımızın gösterdiği büyük gayret ve fedakârlıklar bir bayrak ve bir milli marştan başka bir şey kazandırmadı bize; bu ikisinin bedeli olarak da dejenere bir toplum ve tahrif edilmiş bir inanç karmaşası…”
***
Müslümanların, siyasal-sosyal değerlendirmelerde kendilerini ifade etmeleri için bu tür kriterlere ihtiyacının olmaması lazım. İnandığımız İslam, bize bu konularda yetecek kadar kriter getirmiştir; yeter ki Kur’an’la barışık olalım, Resul’ün Kur’an’a dayalı örnekliğine vakıf olalım.
***
Cumhuriyet Türkiye’si dış güçlerin hazırladığı ortama uygun olarak kurulmuş; kurulduğu günden itibaren de uzun bir süre (23 sene kadar) tek parti olarak, Stalinist metotlarla varlığını sürdürmüştür. Varlığını yasaklara dayamış ve yasaklarını çiğneme temayülü gösterenleri de çeşitli bahanelerle diskalifiye etmiştir.
Türkiye devleti, Batı’nın NATO’ya girmeye mecbur bırakması sürecinde, partisi CHP içinden mutemet adamlarını görevlendirerek bir muvazaa partisi olan DP’yi kurdurdu. 10 küsur yıllık DP döneminde, kontrol altında bir dinî gelişme yaşandı. Bu süreçte ezan Arapça olarak okunmaya, imam hatip okulları açılmaya başlandı. Resmi ideoloji, tek parti döneminde tüm uğraşısına rağmen toplumun kalbinden dinî inancını söküp atamayınca; günümüze kadar gelinen süreçte kurdurduğu muvazaa partileri aracılığıyla dini kontrolü altına alma yolunu seçti. Resmi ideolojinin sürece ilişkin tercihini, hâlihazırda Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olan Cemil Ertem’in “Bir Politik Muhalefet Olarak İslam” başlıklı yazısından okuyalım:
“…Türkiye’de İslam’ı millileştirerek ehlileştirme ve ilk önce ulusal egemenliğin sonra da emperyalizmin bir parçası yapma projesinin tipik ve tarihsel örneği Erbakan ve onun ‘milli’ görüşüdür. Ortadoğu’da bütün laik ve Baas rejimleri bu temel anlayış üzerine bina edilmişti. Bu anlamda bütün bu coğrafyada ‘milli din’ aynı zamanda, ulus-devlet ve onun bekası sayılmıştır. Böyle olunca İslam’ın temel çıkış noktası olan ‘ümmet’ yok sayılmış onun yerine ırka bağlı aidiyet, İslam’la güçlendirilerek ulusal egemenliğin ve baskının temel ideolojik yapısı olmuştur. Türkiye’de, şimdiye değin faşist ideolojinin temelini, bundan dolayı, ‘Türk-İslam sentezi’ bulamacı oluşturmuştur. Türk-İslam sentezi, bu anlamda ne yalnız Türk ne de İslam’dır; hatta İslam hiç değildir. Doğrudan Amerikancı-faşist ve güdük bir ideolojidir. Şimdiye değin, Ortadoğu’daki bütün Baas rejimleri, Kemalist Türkiye, Nasır’ın ve Mübarek’in Mısır’ı, Esad’ın Suriye’si, Fas, Ürdün ve Körfez’in bütün aile krallıkları ve İran... Bütün bu rejimler, özellikle ikinci savaş sonrası, İslam’ı ‘millileştirerek’ soğuk savaş ‘düzeninde’ Amerikan ekseninde yer almışlardır. Baas rejimleri, milliyetçi ama aynı zamanda İslam vurgusu güçlü olan rejimlerdi. Diktatörler dinî önderler gibi davranıyor, bütün konuşmalarına besmele ile başlıyorlardı. Türkiye’de ise laisist düzen, din devletin içine alınarak gerçekleştiriliyor ve Diyanet İşleri en büyük bütçeli ‘laik’ birimlerden biri oluyordu. Ama Türkiye’de, aynı zamanda, aşağıdan gelen İslam muhalefetini bu çembere almak için İslam referansı partiler kurduruluyor, bunlar ‘Milliyetçi Cephelerin’ ortağı yapılıyor ve çember tamamlanıyordu...” (Taraf, 10.09.2010)
İşte böyle bir sürecin devamında bir muvazaa partisi; yani resmi ideolojinin ihtiyacına binaen kurulan AKP’nin referansları, parti tüzüğünün “Kuruluşun Temel Dayanakları” başlıklı ikinci bölümünde şöyle sıralanmaktadır: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, başta ‘İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ ile ‘İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ olmak üzere TBMM tarafından onaylanmış uluslararası belgeler, Siyasi Partiler Kanunu, seçim kanunları, diğer ilgili kanun ve mevzuat...”
Erdoğan, Davos Zirvesine katılmak üzere gittiği, “Küresel Kapitalizmin Kâbesi” olarak nitelenen New York’ta temasları esnasında sorulan bir soru üzerine bu temel dayanaklar doğrultusunda şöyle demiştir: “Ders aldık... Referansımız İslam değil, anayasadır.” (Derya Sazak, Milliyet, 2.2.2002)
Türkiye siyasetini bir taşeron olarak üstlenen AKP’ye çizilen hedef böyle de İslam coğrafyasındaki diğer devletçiklerin durumu farklı mı? O coğrafya da bir Batılının gözüyle şöyle resmediliyor:
“ABD dış politikası Ortadoğu’da, gücü ve cehaletiyle tarifsiz ve çılgın bir yoksul nesil bıraktı. Her şey sekiz yüzyıl önce yeniden doğan Avrupa’nın kutsal yerleri geri almak için bir sömürgeleştirme mücadelesine girişmesiyle başladı. Haritalar tasarladık, devletler oluşturduk; daha önce var olmayan ulusal kimlikler hayal ettik ve onları yeni ülkelere yerleştirdik. Ve eski etnik kimlikleri hem sınırlarının ötesine yayılan hem de içlerinde var olmaya devam eden bu devletler; güçsüz olmak üzere tasarlandı. Bu, petrol uğruna uygulanan klasik ‘böl ve yönet’ taktiğiydi. Bu korku içinde bizler de sadakatle ‘Amerika’yla omuz omuza duruyoruz.” (H. Williams, The Guardian, 19 Eylül 2001)
Bir ara, AKP’nin İslam dünyasına ağabeylik yapacağına dair bir umut havası esmişti/estirilmişti ama Erdoğan’ın Mısır ziyaretinde sarf ettiği sözler bunun bir serap olduğunu ortaya koydu. Başbakan Erdoğan 2011 Eylül’ünde Mısır’a yaptığı gezide bir televizyondan verdiği mülakatta kendisinin Müslüman olduğunu, laik olmadığını söylemiş; ardından -laik bir devletin ‘Müslüman’ başbakanı sıfatıyla- Mısır halkına laik bir anayasa yapmalarını tavsiye etmiş ve laikliğin kesinlikle dinsizlik ve din düşmanlığı olmadığını sözlerine eklemişti. Zaman içerisinde söyleminde ve yaptığı icraatında gösterdiği ‘yerlilik ve millilik’ refleksleriyle, AKP’nin İslam dünyasına verebileceği bir şeyinin olmayacağı anlaşılmış oldu.
***
Bizler, mevcut toplumun içinde doğduk ve bu toplum içinde hayatımızı idame ettiriyoruz; hâlihazırda da başka topraklarda istediğimiz bir hayatı yaşama ortamı olmadığından, burada ikamet etme zorunluluğumuz var. Üzerinde yaşadığımız toprak parçasına hâkim olan siyasi rejim, Osmanlı devletinin yıkılması sonrası, onun enkazı üzerinde kurulmuştur. Mevcut rejim/resmi ideoloji çeşitli kurumlar oluşturmuştur. Bunlardan birisi ve belki de en önemlisi, Diyanet İşleri Başkanlığıdır. Kısa adıyla DİB, modern Türkiye’nin din işlerini resmi ideolojinin gayesi doğrultusunda kontrol altında tutmak üzere, bir denetim mekanizması olarak kurulmuştur. Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Mehmet Gündem’e verdiği röportajda başında bulunduğu dönemde DİB’i şöyle tanımlıyordu:
“Diyanet, cumhuriyetin temel bir projesi olarak kurulmuş anayasal bir kurum. Anayasanın bize verdiği görev bellidir. Cumhuriyetimizin temel ilkeleriyle, laiklikle, rahmetli Atatürk’le hiçbir sorunu olmaksızın, toplumun ortak mutabakatıyla dinimizin doğru bilgisini esas alarak ve çağdaş dünyanın ürettiklerini de dikkate alarak görevimizi yürütmeye çalışıyoruz. 21. Yüzyılın dindarlığını, dinî anlayışını inşa etmek zorundayız. Din ile birlikte toplumun diğer mutabakatlarını bir arada yaşatarak korumak zorundayız.” (Yeni Şafak, 6.11.2006)
Bu toplumda yaşıyoruz ve ister istemez herhangi bir işimiz için muhtelif kurumlarla muhatap oluyoruz. Karşılıklı ilişkilerimizde dikkatli hareket ederek, itikat ve amellerimize halel getirecek durumlara düşmemeye azami dikkat göstermemiz gerekir. Mevcut sisteme ait herhangi bir kurumun başına “bizlerden” birilerinin getirilmesiyle de bu kurumların yapısının değişmeyeceğinin farkında olmamız lazım.
Netice-i kelam, Müslümanlar olarak, tariflerimizi Kur’an’dan ve Allah’ın Resulü’nden almak zorunda olduğumuzun farkında olmalıyız; zira Kur’an, insanlara bir “takva kılavuzu” olarak gönderildiği gibi, Resulullah (s) da bu kılavuzu en iyi okuyan, anlayan ve uygulayan olarak bizlere “güzel örnek” olarak gösterilmiştir. Bizim sorumluluğumuz da İslam’ı onun yaşadığı gibi yaşamaya çalışmaktır.
“Seçim”i biz yapacağız, “karar”ı biz vereceğiz ve elbette yapacağımız seçim ve vereceğimiz kararın neticesine de katlanacağız.