Ulus temelinde örgütlenen modern devlet, Rönesans ve Reform hareketleri ile başlayan, Aydınlanma ile gelişen ve Sanayi Devrimi ile, ete kemiğe bürünen bir zihniyet değişikliğinin ürünüdür. Yeni Çağ sonrası gelişmeler içinde belli sorunlar karşısında Batı Avrupa'da ortaya çıkan ulus-devlet modelinin ilk izlerine 17. yüzyılda rastlanmaktadır. 19. yüzyılda Sanayi Devrimi ile değişen ekonomik şartlara cevap verebilecek, yani yeni ve istikrarlı pazarlar sağlayacak bir devlet modeli olarak modern anlamıyla teşekkülünü tamamlamıştır. Bu manada modern ulus-devlet çıkış noktası olduğu kadar, cevap verdiği ihtiyaçlar olarak da Avrupa'ya özgüdür.
Ulus temelinde örgütlenmiş olması modern devletin en önemli özelliklerinden biridir. Fakat modern devletin oluştuğu süreçte ulus diye ne bir kavram ne de böyle bir olgu mevcut olduğundan, ulusu oluşturabilmek için önce teorik arka plan oluşturuldu ve ulusçuluk ideolojisi yaratıldı. Yani uluslar ulusçuluğu değil tam tersine ulusçuluk ulusları doğurdu. İşte bu nedenle, ulusçuluk o çok bilindik tanımında olduğu gibi "kökeninde dil, coğrafya, gelenek, din ve birlikte yaşama iradesi olan bir bütünün kendi siyasal iktidarına sahip olması" değil, bütün bunların suistimal edilmesi suretiyle, modern devletin ulus şeklinde örgütlenmesi ideolojisidir. Ulusu var eden şey ne ortak dil, ne ortak irade, ne kültür ne de etnik kökendir, ulus sanayileşme ile birlikte modern devletin ürünüdür.
Merkezi ve anayasal olması ulus-devletin diğer özelliklerindendir. Merkezi olması, siyasetin ve hayatın her boyutunu kontrol altında tutabilmesini sağlarken, anayasal olma özelliği ise düzenin ve siyasetin sınırlarını çizer.
Ulus-devlet, merkezi olma özelliğiyle birey durumuna düşürdüğü insana ve sosyal gruplara özgürlük alanı bırakmaz, tüm hayat alanlarına nüfuz eder. Kimlikleri, ulus kategorisi içinde eritmeyi amaçlar. Bu özelliği nedeniyle ulus-devlet tarihte tanık olunan en ceberrut devlettir denilebilir. Çünkü tarihte hiçbir monarşi veya saltanat insan hayatının her alanına ulus-devlet kadar derinlemesine nüfuz edebilmiş/etmeyi amaç edinmiş değildir. Yaşadığımız coğrafyada hüküm süren devletse de bu özellikler somut olarak görülmekledir. Daha insan doğar doğmaz devlet tarafından kayıtlara geçirilmekte ve cenazesi de yine devletin denetiminde defnedilmektedir. Devlet, doğumla başlayan ve ölüme kadar süren müdahalelerini dini vazifelerden kendine pay çıkarmaya, ibadetleri denetlemeye kadar vardırır. Allah için kesilen kurbanın derisine el konmak istenmesi ve yakınlarda gündeme gelen camilere gizli kamera ve ses kayıt cihazı yerleştirerek vaaz ve hutbelerin kontrol edilmesi hazırlıkları ulus-devletin müdahaleci karakterinin vardığı noktayı gösterir.
Ulus-devletin bir diğer özelliği olan anayasal niteliği ilk bakışta merkezi, müdahaleci ve ceberrut niteliğini sınırlar gibi görünmesine karşın, aslında anayasa ve anayasal kurumlar ulus-devletin güçlendirilmesi ve hukuki dayanaklarla güvence, altına alınmalarını sağlar.
Ulus-devletin kendisine muhalif tercih ve kurumsallaşmalara tahammülü yoktur. Rejime muhaliflerin, faaliyet ve kurumsallaşma girişimlerine izin vermesi ancak düzen için ciddi bir tehlike oluşturmamaları, modem hayatın standartlarının dışına çıkmamaları kaydıyla mümkün olabilir. Bu tür göz yummalar da zaten devletin kendi bekası için ihtiyacı olan gerilimi düşürme niteliğindeki izin vermelerdir. Ne zaman ki anayasal düzen için bir tehlike sezilir. İşte o zaman ilgili mekanizmalar harekete geçer ve baskı ve şiddet dahil tüm yollara başvurmak suretiyle muhalifler sindirilmeye çalışılır.
Ulus-devletin baskıcı yüzü kendisini sadece üçüncü dünya ülkelerinde gösterir şeklindeki genel kanı yanlıştır. Derece farkları olmakla birlikte modern devletin bu özelliğine bugün Batılı ülkelerde de rastlanmaktadır. Fransa'daki liselerde müslüman kız öğrencilerin başörtüsü takmalarına getirilen yasağın temelinde aynı mantık yatmaktadır. "Biz müslümanların dinine saygılıyız ama Cumhuriyet ilkeleri önce gelir" diyen Fransa Milli Eğitim Bakanı bu sözleriyle modern ulus devletin kendi ilkelerini her şeyden üstün tuttuğunu belirtmiş, bunları tehlikeye sokacak hiçbir farklılığa izin verilmeyeceğini vurgulamıştı.
Modern devlet tek bir kavmi esas alır. Bu nedenle aynı coğrafyada yaşayan çok sayıda etnik ve dini kimliği inkar etme durumundadır. Modern devletin tanıdığı ve Özerinde yükseldiği yegane kimlik ulusal kimliktir ve bu nedenle ulus, dini ve ümmeti reddeder. Din yerine kültürü, merkezi ideoloji yerine geçirmiştir. Din, ancak bu merkezi ideoloji içerisinde bir motif, ulusu birarada tutacak bir tutkal olarak yer alır.
Ulus-devletin örgütlenme amacı ve biçimi modernleşmeyi gerçekleştirmeye yönelik olduğundan seküler bir mantığa sahiptir ve dayandığı mantık gereği hedefi dünya cennetini kurmaktır. Bunun için teknolojik gelişme, ekonomik kalkınma ve büyüme, ulusal geliri artırma ve bunların neticesi olarak refah toplumu oluşturma gibi dünyevi kıstaslara sahiptir. Adalet, ahlaki tekamül, ahde vefa gibi değer ve idealler modern devletin sözlüğünde yoktur. Hatta bu tür değerler, rasyonelliğe ve güç elde etmeye aykırı olarak kabul edildiği için reddedilir. Dürüstlük, ancak Weber'in Protestan Ahlakı'nda olduğu gibi kredi alabilmek için bir ölçüt olarak değer kazanır.
Modern devlet için gerçek olan tek şey kendi varlığını ebediyyen devam ettirmektir. Kendi egemenliğinden başka hiçbir şeye önem vermez. Devleti sırasıyla farklı grupların kullanması/yönetmesi ve bu değişikliklerin seçim sistemi ile olması modern devletin "ne olursa olsun varlığını sürdürme" mantığına aykırı değildir. Zira çoğunluk esasına göre işbaşına gelen kim olursa olsun verili bir aygıtı kullanmak durumundadır. Çünkü anayasal çerçeve ancak bu kadarına izin verir; Eğer anayasal çerçeve dışına çıkılmaya teşebbüs edilirse, devlet bu teşebbüsü kanuni yollarla durdurabileceği gibi, kanunların böyle bir imkan tanımadığı durumlarda, "hikmet-i hükümet" mantığı gereği pekala kendi ilkelerini hiçe sayarak kanun dışı bir müdahalede de bulunabilir.
Böyle bir devlet aygıtının müslümanların eline geçmesi halinde; imkanlar ve araçlar verili olduğundan kaçınılmazlıkların dayattığı kararlar alınmak zorundadır. Örneğin ulus devletin bir ulusal dış politikası vardır ve yönetim değişiklikleri bu dış politikayı değiştirmeye güç yetiremez.
Türk Ulusçuluğu
Ulusçuluğun, ulusların ürünü değil; tam tersine ulusları meydana çıkaranın ulusçuluğun kendisi olduğunu belirtmiştik. Resmi, tepeden inmeci, politik bir program olarak ifade edilmiş bir uluslaşma ve bunu izleyen ulus-devlet kurma sürecinin karakteristik gelişimi Türkiye örneğinde de izlenebilir. Türkiye'de 1920'ler boyunca ve 1930'ların 2. yarısına kadar geçen süreci, politik kadrolar arasındaki güç ve iktidar ilişkileri çerçevesinde dönen bir ulus-devlet inşa süreci olarak algılamak yanlış olmaz. Milliyetçi Kemalist kadroların, gerek liberal, gerek komünist veya müslüman siyasi alternatifleri politik olarak etkisiz kıldığı ya da (cebren ve hile ile) tasfiye ettiği bu dönemde ulus-devlet inşa sürecinin, temelde tepeden tabana yayılan bir modernleşme ile sonuçlandığı söylenebilir.
Kemalist milliyetçilik, kendi siyasi meşruiyetini Osmanlılık geleneği dışında Türklük temelinde tanımlarken, diğer yandan dini yapılanmayı ve kimliği seküler ulusal kimlik yönünde dönüştürmek gereğini duymuştur. Bu bağlamda Kemalizm'in altı ok prensibinde yer alan cumhuriyetçilik Osmanlı geleneğine reddiyeyi, laiklik ise İslam'ı ve ümmeti reddiyeyi ifade eder. Osmanlı'dan alınan İslami kimliğin genel olarak Kur'ani bir netliğe sahip olmamasına rağmen rejim bu kimliğe bile tahammül edememiş ve halkın tüm değerlerini modern-Batılı değerlerle değiştirmeyi hedeflemiştir.
Kemalist kadrolar bir ulus varetmek için. Önceden varolan tarihsel mirasın getirdiği çok sayıdaki kültürün içinden bir seçim yapmak ve onları çoğunlukla tamamen dönüştürmekle beraber, bu kültürel zenginlikten yararlanmayı ihmal etmemişlerdir. Geleneğe güya sahip olma, ama sahip çıkarken ona modern anlamlar yükleme yönündeki çabalar bir "Türk ulusu" yaratmak için en çok başvurulan yollardan biridir. Örneğin, Orta Asya Türk kabilelerindeki eşitlikçi yaşam, eşitler alemi yaratmak isteyen ulusalcı söylem için kültürel bir kurgu olmuştur. Yine Güneş Dil Teorileri, Türklerin ulusal üstünlüklerini gösterir bir delil oluşturmada kullanılmıştır.
Ulusalcı söylem, Türkiye'de bir ulus varedebilmek için tarihin yeniden yazımına gitmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda çağdaş anlamda tarih yazımı 19. yy'nin sonlarında ulusçu uyanışlar ile eşzamanlı olarak başlamıştır. Cumhuriyet döneminde de ulus-devlet aşamasına geçilmesi ile tarihin yeniden yazılması paraleldir. 1932'deki 1. Türk Tarih Kongresi'nde, dile getirilen resmi teze göre tarihin iki amacı olmalıydı: Osmanlı öncesi dönemlere dayanılmak suretiyle güçlü bir ulusal bilinç oluşturmak ve bu bilinci "doğa yasalarına" (örneğin arkeolojiye) dayandırmak. Bu dönemde Anadolu'daki arkeolojik kazılar büyük bir hız kazanmış, bu çalışmalar ile Türklerin güçlü bir Osmanlı öncesi medeniyete sahip oldukları iddiasına bilimsellik kazandırılmak amaçlanmıştır.
Cumhuriyet Türkiyesi'nde, 1940'ların ikinci yarısına gelindiğinde, ulus varetme çabaları sonuç vermeye başlamış, Kemalist ideolojiyi koruyarak kitlelere taşıyacak kadro ve kurumlar şiddet ve baskı ile de olsa artık oluşturulmuştu. Kemalist ideolojinin, Batı tipi toplum yaratma amacı demokratikleşmeyi gerektirdiği için artık düzenin demokratikleşmesi gerekiyordu. II. Dünya Savaşı sonunda Batı'daki baskı rejimlerinin sona ermiş olması, Batı tarafından kabul edilmek isteyen TC için bu değişikliği zaruri kılıyordu. Hem dünyadaki genel gidişata uymak hem de baskılar nedeniyle küstürülmüş olan halkın siyasal katılımını sağlamak için demokratikleşme elzem olmuştu. Giderek etkisini hissettiren kapitalist sınıfın ihtiyaçlarına da cevap verecek olan bu siyasal değişimin rejim için bir tehlike teşkil etmesi söz konusu değildi. Çünkü her türlü siyasal proje Kemalist ordunun korumasındaki anayasal çerçeve içinde kalmak durumundaydı.
1946'da Demokrat Parti'nin kurulmasıyla başlayan bu demokratikleşme sürecinden müslümanlar da faydalanmak istediler. Birtakım parti ve dergi faaliyetleri bu tür bir isteğin sonucudur. Ancak gerek müslümanların kurduğu siyasal partiler gerekse çıkardıkları dergiler, Türkiye Cumhuriyeti'nin kültürel ve siyasal politikalarının etkisinde kalmaktan kurtulamadılar. Etkilenmenin en belirgin göstergelerinden biri TC'nin oluşturmak istediği ulusal kimliğin (Türkçülük'ün) sahiplenilmesi idi. Bu dönem çıkan Büyük Doğu, Selamet gibi İslami kaygıları olan dergilerde İslam ile Türkçülük'ün içice geçirildiği açıkça görülmektedir.
Rejimin verdiği imkanlar ölçüsünde sürdürülen bu faaliyetlerin bedeli ise rejimin bazı ilkelerini içselleştirip İslami kimliğin bulandırılması oldu. Böylece, zaten sahih bir İslam inancından uzak olan müslümanlar, ulusçuluk modern bidatini de içselleştirerek daha da eklektik bir din anlayışı kazandılar.
Ulus-devletin anayasal çerçeve içinde tanıdığı kontrollü imkanlardan istifade etmek isleyen müslümanlar CHP'yi kıyasıya eleştirirken TC ile oluşan ulusçu kimliğe karşı çıkmamışlardır. Bu dönemde yaşanan bu hatalar günümüz müslümanlarına da olumsuz bir gelenek olarak tevarüs etmiştir. Bugün müslüman kesimlerde rastlanan devletçi, ulusçu hatta Türkçü söylemlerin temelindeki nedenlerin başında demokratikleşme sürecinde oluşturulan bu kimliğin hala aşılamamış olması gelmektedir.
Türkiye'deki ulusalcı söylem bugün; MHP'nin ülkücü Türk milliyetçiliğinden bir kısım sosyalistlerin "yurtseverlik", "bağımsızlık" sloganlarıyla ifadesini bulan milliyetçiliğine, merkez sağ partilerin ezan, bayrak, temalı milliyetçiliğinden "Sol Kemalist'lerin anti-emperyalizm vurgulu milliyetçiliğine, RP'nin Türkiyeli bir İslam anlayışından Ecevit'in çağdaş milliyetçilik yorumuna kadar çok yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Türkiye'de sistem içi meşruiyet sağlamanın da bir yolu olarak kullanılan ulusala söylem, müslümanların da bilerek veya bilmeyerek içine düştükleri bir yanlış olarak durmak