Bu ülkenin tarihi geriye dönüp bakıldığında gülünç bulunacak ne çok şey barındırmakta! Şapka devriminden Kürtçe yasağına, ezanın Türkçeleştirilmesinden açık oy gizli tasnif usulüyle yapılan seçimlere kadar bir dizi vakıa bugün gülünç bulunsa da aslında yaşandığı dönem itibariyle bir hayli acı vakıalar olarak tarihe kaydedilmiştir. Ve hiç şüphesiz bugün yaşanan pek çok olay da gelecek nesillerin tarihe dönüp baktıklarında utanç duyacakları boyutlarda bir saçmalık, anlamsızlık ve zalimlik içermektedir. İşte geçtiğimiz ayın son günlerinde medyaya yansıyan bu tarz vakıalardan birkaç örnek:
Her fırsatta "demokratik deneyimi" ileri sürülerek komşularına ve bölge ülkelerine örnek gösterilen bu ülkenin Başbakan'ının eşi hasta ziyareti amacıyla Ankara'da askeri hastaneye giremiyor. Çünkü başındaki örtü ile askeri mekanlara girmesi Genelkurmay Başkanlığı'nın yasak talimatına aykırılık oluşturuyor. Daha ilginci ise bu saçmalık, rezalet gerek medya gerekse de kamuoyu açısından gayet doğal, rutin bir iş olarak yorumlanıyor. Kimse "Edepsizliğin bu kadarına da pes doğrusu!" demiyor.
Bir başka kare Adana'nın Kozan ilçesinden. 24 Kasım Öğretmenler Günü münasebetiyle Kozan'da tertiplenen törende yaşananlar başörtüsü yasağı adı verilen zalimane uygulamanın bir hak ihlali olmanın ötesine geçip, tipik bir psikolojik rahatsızlık, kontrol edilemeyen bir saldırganlık boyutlarına vardığını göstermekte. Yazdığı kompozisyonla birincilik ödülünü kazanan imam hatip lisesi öğrencisi Tevhide Kütük, ödülünü almak için sahneye çıktığında protokolde bulunan yüksek zevatın hışmına uğruyor. Garnizon Komutanı Binbaşı'nın "İndirin!", talimatıyla bir anda kendisini aşağıda bulan genç kız Milli Eğitim Müdürü'nün önüne gelip ağlayarak soruyor: "Neden?"
Müdür müdür olalı bu kadar basit ama bir o kadar da utandırıcı bir soruyla karşılaşmamıştır herhalde! Aslında genç kızın yaptığı da haksızlık yani! Milli Eğitim Müdürü nereden bilsin? Bilse de nasıl söylesin? Garnizon Komutanı Binbaşı'nın huzurunda böyle tehlikeli sorulara cevap vermek müdürün ne haddine!
Gariplikler, çelişkiler, tutarsızlıklar her yandan yağıyor adeta! Yukarıda Başbakan'ın eşinin GATA'ya ziyarete gidemediğinden söz etmiştik. Ne enteresandır ki, Emine Hanım aynı zamanda ülkenin dört bir yanında sürdürülen "Haydi Kızlar Okula!" kampanyasının yürütücülerinden oluyor aynı zamanda. Ne güzel hizmet değil mi?!
Benzer bir tutumla Başbakan'ın söyleminde karşılaşıyoruz sık sık. Siyasette kadınların daha etkili olması, aktif siyaset konumundaki kadınların sayısının artması gerektiğini sıkça vurgulayan Başbakan'ın sözlerini nasıl anlamak gerek? Başbakan'ın "kadınlar" derken kast ettiği toplumsal kesim acaba egemen laik çevrelerin "kadın" anlayışından ne kadar farklı? İcra konumunda, sorumluluk mevkiindeki zevatın ayrımcılıktan, yasaklardan şikayet etmeleri bir müddet sonra ortaya derin bir inandırıcılık sorunu çıkartmıyor mu?
Ama haksızlık da etmeyelim, hükümet boş mu duruyor sanki? Görmüyor musunuz, yeni anayasaya "Yüksek öğretimde kılık kıyafet yasağı uygulanmasın" diye Kızılcahamamlarda ter dökmekteler. Riski göze alıp, üniversitelerde başörtüsü yasağını aşmaya çalışıyorlar, "iyi saatte olsunlar"ı ikna edebilirlerse tabi! Peki, varsayalım ki, engel aşıldı. Tabi bu arada üniversiteye gelene kadar ne yaşandığı pek kimsenin umurunda değil gibi. "Artık ilköğretim ve lisede ne halleri varsa görsünler!" diye düşünülüyor demek ki! Her neyse bu işler çok kurcalamaya gelmez, zaten hükümetin işini de zorlaştırmamak gerekir, ne de olsa "bizimkiler iktidarda". Hem zaten peruk, meruk her şeyin fetvasını temin etmek eskisi kadar zor olmuyor da. Peki, acaba üniversite engeli aşıldıktan sonrası ne alem? Örneğin eğitimini tamamlamış bir bayan diyelim ki programını ve icraatlarını çok beğendiği AK Parti'de siyaset yapmaya karar verdi, kendisine nasıl yardımcı olunacak? Başörtüsünü çıkartmak için kendisine bir kabin gösterilerek mi?
Başörtüsüyle savaşı akideleştirmiş çevrelerin tutarsızlıkları, ikiyüzlülükleri karşısında ise insanın ağzı hayretten açık kalıyor. Günlerdir Amasya'da "dini baskı" nedeniyle okullarını değiştirmek zorunda kaldıkları iddia edilen dört kızın hikayesi medyada işlenmekte. Tipik bir "İran mı oluyoruz?", "Malezya'ya varmaya ne kaldı?" muhabbetleri anlayacağınız. Bu haberlerin kurmaca olduğu, hadisenin yanlış aksettirildiği, nakil olayının "dini baskı" ile bir ilgisinin olmadığı Vakit, Zaman gibi farklı yayın organlarının çabalarıyla ortaya çıkmış durumda ama yine de varsayalım ki, kartel medyasının iddiaları doğru olsun! Allah aşkına dört kızın eğitim hakkı diye ortalığı velveleye verenlerin binlerce, yüz binlerce kızın eğitim haklarının gasp edilmesine sessiz kalmaları, hatta sessiz bile kalmayıp doğrudan gasp yanlısı tavır almaları ve yaşanan bunca acıdan sonra dahi bu yasakçı faşizan tavırlarını sürdürmeleri nasıl bir vicdansızlıktır?
Tam bir kısır döngü hüküm sürmekte. Müstahkem mevkilerde omuzu kalabalıklar hüküm koymakta. İtiraz edenlerin ise sesi duyulmuyor. Seslerini çok yükselttiklerinde de "gürültü çıkarıp, huzuru bozma" suçundan cezalandırılıyorlar. Birileri çıkıp çözüm vaadiyle destek istediğinde, halk beklenenin de fevkinde destek vermekte. Buna karşın halkın desteğiyle yukarılara çıkma imkanı yakalayanlar tırmandıkça acizleşmekte. Bu acziyet ise dönüp geniş kitlelerde daha koyu yılgınlık görüntülerine yol açmakta.
Bu fasit daireyi kırmak için cesaret lazım! Haksızlığa, zulme karşı haykırmak için cesaret! İkiyüzlülüğün, tutarsızlığın maskesini indirmek için! Ve sahte vaatler ve vaat sahipleriyle yüzleşebilmek, kendimiz olabilmek, gücün ve kudretin ancak Alemlerin Rabbi'ne ait olduğu bilincini canlı tutmak için cesaret gerekli!