Uzun süreden beri neredeyse ilk kez bu günlerde yazı, güneşi, sıcağı, bütün bunların getirdiği rehaveti ve mutluluğu hissediyorum. Biraz sıcağın, biraz arkadaşlarımızın eksikliği, biraz da benim özel ilgimden dolayı bu süreci kitap okuyarak geçiriyorum. Ders çalışır gibi değil, altını çizerek değil, yaşar gibi... Alevi bir genç kızın yaşadıklarını çevirisinden "yaşıyorum". Okumuyorum. Yaşadığı her şey o kadar benden bir parça...
Yatılı bir lisede öğrenci. İlk çıkışları, ilk protestoları orada başlıyor, orada tanışıyor ilk muhalif olmanın anlamıyla. Önce öğretmenleri var karşısında. Sonra bedel ödemeye geliyor sıra; sürgün. Bütün inançlar, bütün mücadeleler, bütün sevdalar işte bu ilk sürgünle başlıyor. Musab'ı annesi böyle kovuyor evinden, toprağa ekilen ekin ilk böyle patlıyor tohumundan. Sürgün adını böyle hak ediyor ilkin. Yumurtanın olgunlaşması, toprağın hazır olması gibi, ruhun direnişini değil aslında, hayatını, kaderin çizdiği şeklinde de değil, inandığı gibi kotarması için kolaylaştırman, oluşturulan, farkına varmadan yardımcı olunan o hal... Okuldan atılıyor. Evine dönüyor kız, henüz on altı yaşında. Etnik kimliği özel bir çaba harcamadan politik kimliği haline dönüşüyor. Şimdi bu etnik kimliği onun doğal politik kimliği olmuştur. Ama o kadar genç ki... Ülkesinin dağlarında isyan var onun. Dağlarında savaşçılar. Gençliği var bir de, cesurluğu... Ne güzel olmalı diye hayalini kuruyor ülkesinin dağlarında gerilla olmanın, ülkesi için kurtuluş olmanın, halkı için, ülkesi için ölmenin, kahramanlar içerisinde adının anılmasının. Belki çok da ciddi olmayan gerekçelerle okuldan atılan kızın, bütün muhalifleri yüzyıllardan beri barındıran dağlarda artık umudu, gözü, gönlü var. Dağları her kaçağı, her muhalifi barındırmaya yetecek kadar, bazen Çukurova gibi münbit bazen de Ağrı Dağı kadar şiddetli anne kucağı. Dağlara gidecek kız, gerillaya katılmak, savaşmak isteyecek. O kadar az şey biliyor ki oysa. Savaşacağı şeyler üzerine, hayat üzerine, savaş üzerine, bedel ödemek üzerine. Kaçıyor evinden. İki ay bir komşu şehirde hem politik öğrenme sürecine katılıyor hem de bu arada onaltı yaşında bir kızın yapacağı iki aylık bir çalışma ile birilerini örgütüne angaje etmeye çalışıyor. Karlar eriyip yollar açılınca yola çıkıyor kız ve bir arkadaşı. Varamayacaklar ama, hedeflerine gerilla olarak hiçbir zaman erişemeyecekler. Bir otobüs aramasında askerler tarafından yakalanacaklar. Gözaltının siyasi tutsakları olup, bunca yetişkin, bunca güçlü erkekler tarafından usulüne uygun sorgulanacaklar. Aylardan nisan. Çiçekler dallara durmuş, cemre havaya düşmüş... Dağlardaki savaşçılar üzerine, zindanlardaki direnişler üzerine, sorgulamalar üzerine efsaneler almış başını yürümüş... Gözleri bağlanacak kızın her tutsağa yapıldığı gibi, elbiseleri çıkarılıp tezgaha bağlanacak... Kız hiç utanmayacak... Kız bir müslüman gibi değil, hiç inanmayan biri gibi utanmayacak. Allah'a inanan biri değil. Allah'ı seven biri değil. Allah için orada bulunuyor da değil. Ama gene de o işkencecilerin elinde yaralı bir güvercin gibi çırpınırken O'nun yardımını umacak. Bir mucize gerçekleşmesini, bütün bunların kabus olmasını, onların elinden kendisini kurtarmasını... O mucize hiç gerçekleşmeyecek. Kız ölmeyecek de. Hiç geçmeyeceğini sandığı zaman geçip, cezaevine götürüleceği gün gelecek. Polis arabasında birlikte yakalandığı arkadaşlarını gördüğünde bütün tutsakların sevindiği kadar sevinecek. Cezaevine atıldığında da bir politik tutsak olarak nasıl yaşaması gerektiğini arayıp bulacak. Çok şey yaşayacak... Her şey bir karabasan haline dönüştüğünde de yurt dışına kaçacak, benim yaşadığım ülkeye. Yeni baştan bir hayat kurmanın çabaları, mülteciliğin zorlukları hiç bitmeyecek. Kendisine yardımcı olmak isteyen kilisenin onu hristiyanlaştırma çabalarını farkettiği anda da kendisine işkence günlerinde yardım etmeyen Allah'a nasıl inanacağını, O'na inanmadığını, O'na artık küstüğünü söyleyecek...
Bu son cümleye kadar heyecanla okuduğum kitabı burada bırakacağım ben de. Devam etmeyi istemediğimden değil, Uhdut ateşine atılanlara sevgilerimi, saygılarımı ve müslümanlar olarak karşılaştığımız her bedeli kabul etmesini dilediğimiz Rabbimize şükranlarımızı sunmak için. Öncülerimizi anmak için... Hayatın ancak "Rabbimizle" O'na kul olmakla anlam kazandığını, O'nsuz bir hayatın ne kadar anlamsız olduğunu bir kez daha idrak ettiğim için... Bize zor anlarımızda yardım etmeyen Rabbimize küsmek yerine dayanmak için bize daha da güç vermesini dilemek için. Binlerce canımız olsa O'na adamaktan, O'na sunmaktan geri durmayacağımızı bildirmek için...
Zaman geçiyor, zaman bizim sonumuzu hazırlıyor. İyi mi kötü mü olacak. Yaşadıklarımız tayin edecek bunu. Dünya ile Ahiret, inanan ile inanmayan, dayanışma ile bireysellik, ümitsizlik ile umut, direniş ile korkaklık hep içice yaşayacak hayatlarımızda. Her şeyin bittiği sanılırken aslında yeni başladığını belki de ölümde göreceğiz. Kendi ölümlerimizde değil yalnızca. Başkalarının ölümlerinde; zenginlerin, yoksulların, rütbelilerin, rütbesizlerin, muktedirlerin, mutilerin ölümlerinde. Zamanın bittiği, elveda dediğimiz anlarda yeni fark edeceğiz her şeyin yeni baştan başladığını.
Hayat devam ediyor. Uhdut Ashabı'nın tutuşturduğu ateşler binlerce yıl öncesinden bugüne uzanıp elimizi yakıyor bizim. Mekke'nin arka mahallesindeki boykot alanında çağdaşlarımız var şimdi. Müminler aç, müminler yoksul, müminler zayıf. Baskı altında ama Rablerinden yana ümitsiz değil müminler. Ümitsiz değil, korkak değil, zayıf değil. Mekke'nin arka mahallesinde, açlıkla boğuşan bir avuç insan olsalar da.
Onlardan bize ulaşan, bizden sonsuza ulaşacak olan, bize Rabbimize yürüyüşümüzde eşlik edecek olan onların bu güçlü sesi işte.
Uzatın ellerinizi o halde, uzatın ve dokunun ateş sıcaklığında başka ellere. Kim bilir bizim kurtuluşumuz belki o ateşte, yakıp kül ettiklerinde, o küllerden oluşan yeni benliğimizde, belki o ateşin yüreklerimizde açtığı derin sevda vadilerindedir?
Kim bilir?..