Başka ne bekliyordu ki! Hanidir korktuğu başına gelmişti İşte. O kör olası muayyen gün geciktikçe gecikince bunun altında tatsız bir şeyler olduğunu sezinlemişti ama... Memlekette infertilite teşhisi konmuş yığınla kadın hastane kapılarını aşındırıp dururken, piyango yine ona vurmuştu ne yazık ki! Güya iki çocuk annesiydi, bu işleri yaşayıp öğrenmişti. Ee hani! İçindeki can kıpırdamaya başladıktan sonra akledebilmişti sağlık ocağına koşup test yaptırmayı. Ocaktaki ebe, elindeki test sonucuna bakıp gebeliğin beşinci ayına girmiş, haydi hayırlı olsun deyivermişti bütün kayıtsızlığıyla. Hayırlı olsunmuş! Bu bebeği istiyor musun, rızan var mı diye soran yok... Üçüncüyü doğurmayı göze alıyor muydu bakalım... El alemin gebelikleri ilk günden kendini belli edip binbir belirtiyle ortaya dökülürken onunkiler hep böyle sessiz sedasız gelişirdi. Azıcık midesinin bulanması gerekmez miydi, ya da en sevdiği yiyecekten soğuması, o da olmadı gözünün kararması, çabuk yorulması... Hiçbiri yok! İlk kızı Ümmü'de de ancak beşinci ayın sonunda içinde bir şeyler kıpır kıpır ettiğinde anlamıştı başına geleni... Hadi o ilkti, cahilliğindendi; ya ufaklığı Ümran'daki yineleme... Gerçi çocuklarından bunluğu yoktu. İkisini de gözü gibi kollar, kollaştırırdı. Fakat bu yaştan sonra neyine gerekti bir yenisi... Devir kötü, insanlar güvensiz, hayat şartları gün be gün ağırlaşırken, üstelik tam kızlarını büyütüp işini gücünü düzene sokmuşken, her şeyi sil baştan yaşamanın ne alemi vardı.
Sağlık ocağından döndüğünden beri sıkıntılı sıkıntılı dönenip duruyordu evin içinde. Derdini tasasını dökeceği bir Allah'ın kulu yoktu şu Yeşil Mahalle'de. Komşularının her biri hasetçinin, dedikoducunun tekiydi... Şimdi sözüne sohbetine güvendiği karşı komşusu, mahallenin en yaşlı kadını Fatma Teyze'ye gidip derdini anlatacak olsa... Rızkı veren Allah'tır, diyecekti şüphesiz. Çocuk, Allah'ın insana en büyük lütfudur... Aklına bile getirme! Rızkı veren Allah'tı Allah, ama bedava gökten inmiyordu ki hiçbir şey! Yine Perihan'la kocasının omuzlarına çökecekti bütün ağırlık. Çocuk sahibi olmak öyle sıradan bir iş miydi? Her şeyin üçüncüsünü edinmek kolay mı? İki çocuğa yetirip bitiremezken çocuk odasına üçüncü bir yatak, sofraya üçüncü bir tabak, üçüncü üst baş, üçüncü okul hayatı, önlük, defter, kitap, kalemtıraş... Her şeyden önemlisi üçüncü çocuğa da bölüştürülecek kısacık bir ömürden upuzun bir dilim... Elini karnının üzerinde gezdirip kıpraşma der gibi bastırdı öfkeli öfkeli... Kıpraşma!
Eylül ortaları olmasına rağmen hâlâ Ağustos sıcağı vardı Nazilli'de. İnsanın bir de derdi oldu mu havanın ısısı dörde beşe katlanıyordu sanki. Bir müddet vantilatörün karşısında serinlemeye çalıştı. Sıkıntısı dinmek bilmeyince teras kata çıkıp çardağın altındaki üçlü koltuğa uzandı. Karın bölgesindeki hassasiyet gittikçe tahammülsüz bir ürpertiye bırakıyordu yerini. Ne zaman dara düşse mazinin yapraklarıyla avunurdu. Ama yok! Bugün bedeninin her zerresi kıpır kıpır asi seğirmelere tutulmuştu. Birazcık günün akışına kaptırabilseydi kendini...
On sene oluyordu Yeşil Mahalle'ye yerleşeli. Şu an oturdukları iki katlı betonarme bina kendilerinindi. Sokağın en güzel evi! Yıllardır dişlerinden tırnaklarından arttırarak yapmışlardı her bir köşesini. İkinci katın inşaatı iki sene önce tamamlanınca alt katı kiraya verip üste taşınmışlardı. İyi de olmuştu. İkinci kattaki daire aşağıya göre daha geniş ve havadardı. Perihan gençlik yıllarında görmediği rahatı burada bulmuştu. Bu yıl bütün yazı, terasın üzerini etarmitle kapatıp et ve sebze közleyebilecekleri bir şömine yaptırmanın telaşıyla geçirmişlerdi. Nazilli'nin kavurucu sıcaklarında mahalleyi kuş bakışı izleyerek yemeklerini yiyecekleri, keyifle çaylarını yudumlayabilecekleri üful üful bir mekanları olmuştu nihayet. İbrahim'i düşününce içine az da olsa bir serinlik yayıldı. Bozdoğan pazarına gitmişti bugün. Kim bilir hangi kilimi-battaniyeyi satma telaşındaydı. Köylüler yine arı kovanı gibi üşüşmüşlerdir başına. Pazardaki son müşteri de köyüne yollanmadan tezgâhını toplamaz, yatsıdan önce eve dönmezdi İbrahim. Bugün biraz erken gelseydi. Perihan'a neden yüzünün asık olduğunu sorsaydı, o da oflayıp puflayıp içindekini dökseydi, duymak istediklerini duysaydı sonra...
Gözleri çardağın üzerini bir örümcek ağı gibi çevreleyen asma dallarına takıldı. Evin inşaatına başladıkları ilk gün Perihan kendi elleriyle dikmişti; yediveren, al yanak ve çekirdeksiz asma fidelerini. Asmalar Nazilli'nin üzüme elverişli toprağıyla can bulup birkaç yıl içinde dallanıp budaklanmış, evin dış cephesini sarıp sarmaladıkları yetmezmiş gibi terasa kadar uzanmışlardı. İbrahim geçen yaz bütün asma dallarını toplayarak terasa muhteşem bir çardak kurmuştu. Üç ayrı asmadan âdeta üzüm fışkırırdı her sene. Öyle ki yaz boyunca çarşıdan üzüm almak akıllarına gelmezdi. Gerçi Yeşil Mahalle'de herkesin kendine yetecek kadar üzümü, asması olur, Özellikle baharda evlerin dış cephesi üzüm yaprağından görünmezdi ama Perihan'ın ki kadar gösterişli sayılmazdı hiçbiri.
Yerinden doğrularak terasın korkuluklarına yaslandı. Ne zaman sokağındaki evlere bir göz gezdirecek olsa içini tarifsiz bir gurur kaplardı. Kulübeyi andıran derme çatma binalar arasında sırça köşke kurulmuş bir prensese benzetirdi kendini. Bari konu komşu içinde kaile alınacak birileri olsa. Yan komşusu Kübra'yla üç yıldır dargındı. Ve kendince yerden göğe kadar da haklı... Çünkü Kübra: Nasıl olsa evlerimiz bitişik burada benim de hakkım var, diyerek tam onun duvarının dibine 'gelin öldüren asması' dikmiş ve her Allah'ın günü sulamaya başlamıştı. Perihan birkaç kez uyarmıştı onu: "Döktüğün bunca su, benim evimin temeline gidiyor." demişti. "Bula bula burayı mı buldun? Asmanı sök başka tarafa dik..." Fakat Kübra laftan anlamazdı. Mahallede kimseye laf ettirmezdi kendine. "Keyfime kahya mısın!" diye diklenmişti. "Burası senin olduğu kadar benim de yerim... İşine gelmiyorsa sen sök evini de götür başka tarafa dik..." İşte o günden beri her gün on kere, yüz yüze gelseler de başını çevirip geçiyordu Perihan. Hoş Kübra'nın da umurunda değildi. Gelin öldüren asması boy atıp filizlendikçe nispetli nispetli sulamayı sürdürüyordu.
Bakışları evinin dış sıvasına kaydı. İbrahim, inşaat tamamlanınca kendi elleriyle yapmıştı sıva boya işini. "Duvarları krem, balkonları bordo yapalım," demişti Perihan... İki rengin kontrasını eskiden beri severdi. İbrahim onun lafının üzerine laf koymazdı pek... Temeli attıkları ilk günden bu yana, mutfak tezgâhından duvara çakılacak çiviye kadar Perihan'ın dediği olmuştu. Evin dış sıvası biraz eskimiş mi ne!.. Böyle sıradan boyalarla olmayacak bu iş... Ağabeyi Çanakkale Seramik Fabrikası'nda çalışıyordu senelerdir. Neredeyse emekli olacak... Ona rica etse fabrika çıkış fiyatına kalebodur gönderebilir miydi acaba? Ailevi meseleler yüzünden birkaç yıldır görüşmemişlerdi. Küs sayılmasalar da aralarında kırgınlık olduğu kesindi... Olsun! Ne de olsa en yakınıydı. Birkaç kutu fayansı kardeşinden esirgemezdi herhalde. Eğer istediği gibi türkuaz ve fümeden oluşan iki ayrı renk seramik gönderirse evin dış cephesini villaya benzetebilir, ağabeyiyle eften püften sebeplerden yaptıkları tartışmayı da unutuverirdi. Eğer yardımcı olmak istemezse kırgınlığını esaslı bir nedene bağlamak için de bir fırsatı olurdu hiç değilse...
Üff! Sırası mıydı şimdi seramik falan düşünmenin... Terasta da vakit geçiremeyince yeniden alt kata indi. Daha içeri girerken insanın yüzünü bunaltıcı bir yalaz dağlıyordu. İbrahim'i razı ede-bilseydi klimaya... Ama sırada alınacak bir yığın ihtiyaç varken zor!... Yeni daireye alt kattan çıkardıkları eşyalar hiç yakışmamıştı. Gerçi misafir odasının koltuklarını değiştirmişti ama eksik tükenmiyordu ki! Oturma odasına şöyle son çıkan albenili oturma gruplarından birini alıp koysa, mutfağa da no frost bir buzdolabı. Çocuklar reklam filmlerinde gördükleri genç odalarından isteriz diye tutturmuşlardı hanidir. Haklıydılar! Ümmü on iki yaşını bitirmiş orta bire başlamıştı bu yıl. Ufaklığı ise henüz yedisinde olmasına rağmen hiçbir konuda ablasından geri kalmıyordu. Bir keresinde Ümmü'ye çok istediği pembe renkli ojeden almıştı da Ümran bana neden almadın diye yerden yere atmıştı kendini. İki kardeş zaman zaman öyle kapışıyorlardı ki, Perihan onların değil aynı odayı, aynı evi paylaşabileceğinden bile endişeye düşüyordu çok kere. İkisi için tasarladığı genç odasını kurabilirse kavga-gürültüleri azalırdı belki. İbrahim hiçbir pazardan eli boş dönmüyordu. Böyle kazanmaya devam ederse bir yıla kalmaz, gelin olduğunda aldıkları ahi gitmiş vahi kalmış yatak odası takımını bile değiştirebilirlerdi. Zihninde alınacakların hepsini sıraya sokmuştu. Günde en az üç-beş saatini bunları düşünerek geçiriyordu. Yaza kadar evin dış cephesi ve eşyaları istediği değişime uğrarsa ondan bahtiyarı olmayacaktı mahallede.
Ah, bu hesapta olmayan gebelik tadını tuzunu kaçırmayacaktı ki... Çocukluğundan beri hayatı plânlı programlı yaşamayı severdi. Her şeyin bir vakti adabı olmalıydı. Gece gündüz sokak ortasında oturarak el işi yapıp dedikodu üreten mahalle kadınlarına karışmak istemezdi pek. Aslında ne tahsil, ne görgü kültür yönünden onlardan farklı sayılırdı. İlkokulu zar zor bitirmiş, mezuniyetinin üçüncü senesinde İbrahim'le kaçarak evlenmişti. Evliliğinin ilk yıllarını düşündüğünde sızım sızım sızlardı içi. Henüz iki aylık gelinken kocası cinayetten hüküm giyip hapse düşmüştü çünkü. Birbirinden zor yıllar!.. Miras paylaşımı sırasında çıkan kavgada erkek kardeşini öldürmüştü İbrahim. Suçunu hiçbir zaman itiraf etmediyse de bütün deliller üzerinde toplandığından on yıla mahkum edilmişti. Perihan için çifte mahkumiyet! Utançla geri dönülen baba ocağında gün sayarak tüketilen on devasa sene... Her görüş gününde başını önüne eğip: "Ben yapmadım." derdi İbrahim. "İnsan kardeşini öldürür mü hiç!" Ya gözlerindeki sahte ışıltı?...
Sonra geç kalınmış bir trene yetişme aceleciliğiyle tutunulan yarım evlilikleri... Yitirilen yıllara meydan okuyuş... Harabeyi andıran yıkık dökük kiralık bir ev, beş yıl arayla aileye eklenen ve Perihan'la İbrahim'i eklemleyen iki güzel kız çocuğu... Yeşil Mahalle'de kelepir fiyatına alınan bir arsa, üst üste yığılan tuğlalar, birinci kat, ikinci kat, teras... İbrahim kazanmayı, Perihan elde tutmayı biliyor... Yoka yoksulluğa alışkın olduğundan har vurup harman savurmak Perihan'ın harcı değil... Öyle sıradan yardımseverliği, onun bunun hacetine koşma gibi huyları yok denecek kadar az... Kendine faydası dokunmayacak işlere daima mesafeli. Mahallede bir düğün dernek kurulsa ya da elbirliğiyle birinin haceti giderilecek olsa, duymazdan görmezden gelmek temel prensibi. İlle de verilecekse bir şeyler en azı, en işe yaramazı...
İkindi ezanı okunurken uzandığı yerden kalkıp isteksizce merdivenlere yürüdü. Başı döner gibi oldu bir an. "Artık zahmet etme" diye söylendi. "İki üç ay önce dönseydin ya böyle dönme dolap gibi..." Buzdolabındaki patlıcanları geniş bir tepsiye koydu. Yeniden terasa çıktı. Kapının girişindeki odun kömürlerini şöminenin içine bıraktı. Birkaç dal çırayla tutuşturdu. Ateşin çıkardığı çıtırtı içindeki seğirmeyi tatlı bir âhenge dönüştürmüştü sanki. Yeni bir bebek sandığı kadar kötü değil miydi yoksa... Küçük kızı yedi yaşındaydı. Kahrı kahırlanması kalmamıştı. Ümmü, sokakta her yeni doğan bebeği sevgiyle tutup kapıyordu. İbrahim belki de hiç dillendirmediği bir erkek evladın özlemini çekiyordu yıllardır... Ya içindeki kıpırtı afacan bir oğlana aitse. Gözleri terasın en uzak köşesine, minik bir erkek bebeğe mıhlanır gibi harelendi. İşte agucuklar çıkararak ona doğru yaklaşıyor, sevimli gülücükler atıyor, dizinin dibinde şimdi, eteğinden tutunarak ayağa kalkmaya çalışıyor... Gayri ihtiyari kollarının uzandığını fark etti. Budalalığına kızdı sonra... Çocuklar diye içlendi. Dışı seni içi beni yakan minik şeytancıklar...
Patlıcanları kor ateşin üzerindeki sacayağına yerleştirdiği ızgarada evirip çevirerek közledi. İbrahim severdi patlıcan teretorunu. Şöyle bol sarmısaklı, zeytinyağlı, koruk ekşisiyle... Yanına bir de dolma yapmalıydı. Ya olmaz derse... Ben bu çocuğu istiyorum diye diretirse... Erkek milletinin sağı solu belli olmuyordu ki. Kızlarını gözünden ayırmak istemezdi İbrahim. Evin temelini atarken bile iki kat yapacağım, kızlarımın her birine bir kat bağışlayacağım; bende damada verilecek kız yok, kızlarıma alınacak damat var diye ah etmişti. Şimdi bir de oğlumuz olsun diye tutturursa... Utanmıyor musun beşinci ayına girmiş bebemizi...
İbrahim'in dönüşü uzadıkça uzadı. Çocuklar okuldan gelmiş, sokakta oynamış, yemeklerini yemiş, derslerini yapmış, yatıp uyumuşlardı ama İbrahim, sanki cümle alemi halıya, kilime boğacakmış gibi hâlâ yoktu ortalıkta. Terasta dalgın dalgın bekleyişini sürdürüyordu ki, sokağın başında bir çift araba farı belirdi. Onların minibüsü... İbrahim'in yüzü gülüyordu evden içeri girerken. Ohh şükür, bugün iyi kazanmış, halden hatırdan anlayacağa benziyor. Yüksünmeden ceketini aldı. "Hoş geldin." dedi. "Merakta bıraktın beni." İbrahim'de selam sabah yok. "Siirt battaniyelerinden otuz tane daha sipariş vermeli." dedi, bıyıklarını burarak. "On tane de Isparta halısı, bir o kadar da Hereke kilimi..." Perihan'ın karamsar yüzüne aydınlık bir tebessüm yayıldı. "Elindekileri tükettin mi yoksa?" dedi. "Git minibüse bak be kadın!" diye efelendi İbrahim. "Arabanın içi tam takır kuru bakır... Bugün geleydin de göreydin kocanın başındaki müşteri curcunasını..." "Bir dahakine gelirim." dedi Perihan. "Benim de evde canım sıkılıp durdu zati..."
İbrahim taratordan iştahla kaşıkladı: "Yine Kübra utanmazına mı darıldın yoksa?" dedi önemsiz bir ayrıntıya değiniyormuş gibi. "Yok" dedi Perihan. Başını önüne eğdi. İbrahim üstelemedi. "Havlu işine de mi el atsak diyorum?" dedi. "Denizli kıyımızda, pazar bol..." Perihan sessizliğini sürdürdü. Yemek sonrası acı bir kahve yaptı kocasına. Terasın kenarına iki koltuk çekip karşılıklı oturdular. O bir ucundan meseleye girmenin fırsatını kollarken, "Böyle kazanırsak üçüncü katı bile çıkarız." dedi İbrahim. "Şehrin göbeğinde dükkân bile açarız..." Daha fazla dayanamadı. "Bugün sağlık ocağına gittim." dedi. "Test yaptırmaya." İbrahim öylesine baktı karısının yüzüne. Anlamamış gibi: "Ne testiymiş bu?" diye sordu. "Ne testi olacak gebelik testi." dedi Perihan ağlamaklı... "Hamileymişim. Hem de beş aylık." İbrahim'in yüzünde karmakarışık çizgiler belirdi. Üzüldü mü, sevindi mi anlayamadı Perihan... Sadece "Eee?" diye sorgulayan bir nida. "Eesi hamileyim işte." diye diklendi. "Anlayamadın mı hâlâ?" "Anladım canım." dedi İbrahim, "Anladım anlamasına da... Hiç aklıma gelmediydi bu yaştan sonra..." Perihan ne var yaşımızda diyecek oldu. Vazgeçti. Otuz altı yaşındaydı. Bir kadın için kocamış denmeyecek kadar genç sayılırdı; fakat lüzumsuz cedelleşmelerin sırası değildi şimdi... "Ben bu bebeği istemiyorum." dedi, pat diye. "İstemiyorum!" İbrahim gözlerini karısından kaçırarak sokağın karanlığına dikti ve yeni bir sigara yaktı. Onun pasifliği daha bir yüreklendirdi Perihan'ı. "Tam işimizi gücümüzü yoluna koymuşken yeniden ters yüz olacağız." diye söylendi. "Gül gibi iki kızımız neyimize yetmemiş... Ben yarın doktora gideceğim..." İbrahim'den çıt çıkmadı, içten içe karısına hak verse bile aldır da kurtul demeye dili varmıyordu bir türlü... Sigara üzerine sigara... "Yeni bir bebeğimiz olursa seninle hiçbir pazara çıkamam." dedi Perihan. "Köylü kadınlar bana pek alıştılardı. Satışlar yavaşlar. Zaten önümüz kış, ipin ucunu bir kaçırdık mı..."
Bir saate yakın hiç konuşmadı İbrahim. Perihan'a sus da demedi. Yerinden kalkarken, "Sen bilirsin" dedi, dil ucuyla... "Ama ben doktora falan gelmem, bunu bilesin." "Gelmene gerek yok." dedi, Perihan. "Ben yanıma mahalleden birini uydurur giderim..." Sonra merdivenlere yürüdü kocasının peşi sıra. Birlikte yatak odasına indiler. İbrahim, cüzdanından çıkardığı para demetini karısına uzattı. "Bugünkü hasılatın böyle bir işe harcanacağı hiç aklıma gelmemişti." dedi. Sesindeki burukluk giden paraya mı, yoksa yüzünü bile görmeden yitireceği çocuğuna mı, kestirmek güçtü.
Şehrin ünlü jinekologlarından birinin muayenehanesine adımını atarken yalnızdı. Mahalleden kimseye duyurmadan bakmak istemişti başının çaresine. Doktor yaptığı muayene sonucu: "Biraz büyümüş ama ücrette anlaşabilirsek elimden geleni yaparım." dedi. Perihan istenen ücrete pazarlık yapmaksızın razı oldu... İçindeki seğirme hüzünlü titreşimlerle birleşince eli ayağı birbirine dolandı. Sonrasında doktorun ölgün ışıltılar saçan irisleri, daha ne bekliyoruz öyleyse diyen aceleciliği... On dakikanın bitiminde dindi içindeki kıpırtı. İğrenç bir mide bulantısı ve başka bir odada, beyaz nevresimli bir yatakta geçen bir on dakikalık dinleniş daha... Yol boyunca yaptığı işin meşruluğuna inanmaya zorlayıp durdu kendini. Dünden beri kurtulmak için can attığı o kıpırtı, bedeninden eksilirken yerini doldurulmaz bir boşluğa terk etmişti sanki. Ya cinsiyetini bile öğrenemediği yitik bebeğinin sancısı dinmeyecek olursa... Bir an önce evine ulaşsa... Yatağına uzansa... Bol bol et ve pekmez yemesini önermişti doktor. Üç kutu demir hapı yazmıştı bir de. Suçluluk psikozuna bir çözüm sunmamıştı ama Perihan'ın yüzündeki acıyı görünce zamana bırak, gibi bir şeyler gevelemişti ağzında...
Kış, o pazar senin bu pazar benim koşuşturmasıyla geçip gitti. İbrahim işi büyüttükçe büyütmüştü. Memleketin dört bir yanından getirdiği envai çeşit halı, kilim, battaniye çıkarıldıkları ilk pazarda müşterisini buluyor, bütçeleri her geçen gün biraz daha genişliyordu... Perihan ev için tasarladığı her şeye tez zamanda kavuşmuştu. Hatta hiç hesapta olmayan yeniliklere bile... Eski tüllerin yerine gipürler, vitrine kristal kadeh takımı, çocuk odasına oyuncak pandadan bir avize... O, her gün evin içini güzelleştirmek için kafa yorarken İbrahim, üçüncü kata başlamanın derdindeydi. İyi bir demirci ustası için haber salmıştı tanıdığı birkaç inşaatçıya. Usta belirlensin, amele işi kolaydı. Yaz geçmeden kaba inşaat bitmeliydi. Bir de Uzun Çarşı'da geniş bir dükkân kestirmişti gözüne... Kirasını ödeyebilirse...
Bahar erken gelirdi Nazilli'ye. Sıcaklar çabuk bastırır... Yeşil Mahalle'de önce asmalar uyanırdı. Körpe üzüm yaprağından yapılan sarmanın tadına doyum olmazdı. Bir Mayıs sabahı terasta sarmalık yaprak toplarken sağ dizine dayanılmaz bir ağrı saplandı Perihan'ın. Geçici bir kramp sanarak önemsemedi ilkin. Fakat ağrı giderek bütün bacağını sardı ve gün boyu dinmek bilmedi. Akşam işten dönen İbrahim'e adale gevşetici bir pomatla ovdurdu uzun uzun. Ağrı biraz hafifler gibi olduysa da tam geçmedi. Diğer günlerde de kâh şiddetli, kâh ince bir sızıyla kendini hatırlatıp durdu. "Bir doktora git." diye üsteledi İbrahim. Gitse bir türlü, gitmese bir türlü. Mahallede her şey ışık hızıyla yayılıyordu. Ya, Perihan'ın bacağında bir ağrı peydahlanmış, geçmek bilmiyormuş diye bir söylenti dalgalanırsa sokağa... Hasta olmak utanılacak bir şey değildi ama, mahalledeki herkesin mutluluğunda gözü varken, onlara, oh iyi olmuş, dedirtmek istemiyordu. Biraz da muayene ve ilaç parasına kıyamadığından satışa çıktıkları köylerden birinde adını duyduğu nefesi güçlü bir hocaya gitmekte karar kıldı. Okuyup üfletse, eline birkaç kuruş sıkıştırsa.. Kocasına çıtlattı vakit geçirmeden. "Yarın o köye gideceğim."dedi İbrahim. "Sen de gelirsin. Hem satışa yardım edersin, hem de istediğin hacıya hocaya görünürsün..."
Üfürükçü hoca uzun uzun bacağını sıvazlayıp okudu, üfledi. Bir de fal açtı Perihan'a. Önündeki kalın kitabın sararmış yapraklarına bakıp: "A kızcağızım!" dedi, ellerini dizlerine vurarak. "Sana ölüm büyüsü yapmışlar! Bacağındaki ağrı da, yüreğindeki sıkışma da bundandır." Perihan'ın gözleri yuvalarından fırladı duyduklarıyla. Kanadı kırık bir kuş gibi çırpındı. "Ah ah!" diye inledi. "Biliyordum bir gün başıma böyle bir çorap öreceklerini. Yeşil Mahalle'nin pis dedikoducu karıları yapmıştır bunu." Hoca, kızıla çalan gözbebeklerini Perihan'ın yüzüne dikip: "Üzülme evlâdım." dedi. "Her büyünün bir yapılış tılsımı varsa, çözülme yolu yöntemi de bulunur elbet,.." Perihan ölümle burun buruna gelmiş bir fani ivediliğiyle: "Ne yapmak lazımsa yapın hocam" dedi yalvaran bir sesle... "Para pul mühim değil. Yeter ki kurtarın beni bu dertten." Hoca bütün ciddiyetiyle Perihan'ın bacağındaki üç yere mürekkebe benzeyen bir boyayla üç çizik attı. Ve gözlerini çiziklere dikip tekrar tekrar okuyup üfledi. Sonra bir kâğıda Arapça'ya benzeyen bir şeyler yazıp katladı ve eline tutuşturdu. "Bu kâğıdı akan bir suya atıp ayaklarını o suya sokacaksın." dedi. "Bütün dertlerin suya karışıp gidecek İnşallah..." Perihan hocanın elini eteğini öpüp, yüklüce bir bahşiş verdikten sonra pazara döndü.
İbrahim, Ümmü'yle birlikte etrafını saran müşterilerle meşguldü. Kızlarının ayağının uğuruna inandığından bugün Ümmü'yü de getirmişti yanlarında. Ümran, pazar kalabalığını pek sevmediğinden aşağı Nazilli'de oturan teyzesinde kalmıştı. Müşteri tafrası falan çekebilecek durumda değildi Perihan. Kalabalığın azaldığı bir sırada bir nefeste anlattı hocanın söylediklerini. İbrahim pek ciddiye almadı onu. Başından savuşturur gibi : "Akan su bulmak kolay." dedi. "Bizim mahallenin yanından akıp giden sulama kanalı ne güne duruyor. Akşam eve dönerken arabayı durdururum, ister iç, ister ayağını sok, istersen üzerinden atla... Ama şimdi bana dokunma..." Perihan'ın vesveseleri biraz durulur gibi oldu. Fakat gün boyu ne kızına ne kocasına yüz göz gösterdi. Her müşteri sonrası bugün de akşamı etmeden gitsek olmaz mı diye söylenip durdu. İbrahim akşam karanlığı basmak üzereyken topladı tezgâhını.
Yola koyulduklarında yerinde duramıyordu Perihan. Sanki ölüm büyüsü su kanalına ulaşmadan onu yakalayıp kül edecekti de yapılacak bir şey kalmayacaktı geriye. Yeşil Mahalle'nin kenarından süzülen sulama kanalı Menderes'in kollarından birine aitti. Nazilli'nin pamuk, sebze, incir bahçelerini sulamaya birebirdi. Genişliği iki metreyi ancak bulan kanalın mahallenin bağ evlerine düşen kısmının üstü açık, evlerin yoğunlukta olduğu mahalle aralarından geçen kısmının üstü ise kapalıydı. İbrahim bağ evlerinin olduğu taraftan mahalleye girdi ve arabayı yolun kenarında durdurdu. "Burası uygun." dedi. "Haydi ne yapacaksan yap da bir an önce evimize gidelim." Perihan arabadan inip kanala doğru ilerledi. Ümmü, annesinin ne yapacağını merak etmişti. Yürüdü peşi sıra. İbrahim, günün bütün yorgunluğu üzerine çöktüğünden direksiyona yaslanarak beklemeyi tercih etti.
Perihan kanalın kenarına dikilip akan suya dikti gözlerini. Suyun yüksekliği bir buçuk metre var yoktu. Fakat süratli ritmiyle ürkütücü görünüyordu insana. İçini yabancıl hisler doldurdu. Tıpkı geçen yaz sonu jinekologun muayenehanesinden içeri adımını atarken olduğu gibi tedirgin edici, pişmanlıkvari... Derin bir nefes alıp elindeki kâğıdı kıymetli bir eşyasını yele savuruyor da kıyamıyormuş gibi itinayla suya bıraktı. Kağıt hızla yüz metre kadar suyun yüzeyinde sürüklendi. Ve kanalın üstü kapalı kısmının bir tüneli andıran karanlık ağzından içeri girerek gözden kayboldu. Sıra ayaklarını suya sokmaya gelmişti. Yavaşça kanalın beton zeminine oturdu. Ve sağ ayağını aşağı sarkıttı. Oh! Günün yorgunluğundan sonra Menderes'in buz gibi suyu hücrelerini diriltmişti sanki. Böyle deli deli akmayacaktı ki içine girip bir güzel serinlesin... Sol ayağını da suya salarken büyü çözülüyor da ondan bu kadar hoşum diye geçirdi içinden. Ne zamandır böylesine rahat nefes almamıştı. Bacağındaki ağrı yok denecek kadar azalmıştı sanki.... Ümmü annesinin büyülenmiş gibi suya bakıp durmasından sıkılmıştı. "Hadi artık gidelim anne." dedi. "Karnım acıktı..." Hiç oralı olmadı Perihan. Kanalın duvarından biraz daha kaydı içeri. Bacakları dizlerine kadar suya gömüldü. Elini yüzünü de yıkamalıydı. Üç kulhuvallahü bir elham okumalıydı sonra... Hocanın dediklerinin fazlasını yapsa bir şey olmazdı ama öyle geçiştiriverirse... Biraz daha kaydı kanalın içine... Bir santim daha, bir milimcik daha... Birden dengesini yitirdi ve kendini kanalın içinde buldu. Hararetle akan su vücudunu sarıp sarmalayıp önüne katmıştı bir anda. Dehşet içinde kızına bağırdı:
"Ümmüü! Bana elini uzat yavrum!"
Ümmü korkuyla geri çekildi.
"Ben de düşerim anne.'"diye bir şeyler sayıkladı. "Babaaal" diye bağırdı sonra. "Babaal Koş annem kanala düştü."
İbrahim, gördüğü manzarayla çılgına döndü. Arabadan fırladığı gibi kanala koştu:
"Perihaaan!" diye bağırdı. "Dayan, bırakma kendini!"
Hiç tereddüt etmeden kanala atladı sonra. Perihan'ı kurtaracak!...Fakat dev cüssesi suyun azgın ritmi karşısında sanki sonbaharda suya düşmüş kuru bir yaprak... Akıntıya karşı cılız birkaç kulaçtan fazlasına gücü yetmedi. Çaresizliğin doruğundaki bakışları önce kıyıda çırpınan kızına, sonra karanlık tünele doğru sürüklenen karısına takıldı. Tarifi imkânsız bir korkuya kapıldı. Boğuk boğuk ne dediği anlaşılmayan seslerle, Perihan'ın çığlıklar içinde kaybolduğu tünelden içeri akıp gitti...
Ümmü boş gözlerle annesinin ve babasının gözden kaybolduğu tünele baktı uzun bir müddet... Sonra derin bir uykudan uyanır gibi gözyaşlarıyla Yeşil Mahalle'ye doğru koşmaya başladı... Onu bulduklarında annem... babam... kanal diyordu da başka laf etmiyordu.
Cesetler, aşağı Nazilli'de, beş kilometrelik kanalın meyve bahçelerine açılan ağzında ortaya çıktı. Perihan ve İbrahim'in yüzleri suyun ve kanalın darbelerinden tanınmaz haldeydi. Definleri de her cenazeden acıklı ve farklıydı... Aydın'daki yerel bir gazeteden gelen acemi bir muhabir Yeşil Mahalle'deki en güzel evin fotoğraflarını çekip uzun bir haber yaptı akabinde. Karı-kocanın evlendikleri gün çektirdikleri elele, göz göze gelin-damat fotoğraflarından birini de sayfanın baş kısmına yerleştirmeyi unutmadı. Gazetenin üçüncü sayfasını esefle okurken; bir fotoğrafa, bir de karşımdaki evin gipür perdelerine bakıp duruyordum ben de... İçimdeki hüzün her yaz sayılı gün de olsa öylesine selam verip söyleştiğim iki insanın dramatik ölümlerine miydi; yoksa Perihan'ın kara gözlerinden dökülüp gelen üçüncü sayfadan öyküye mi? Bilemedim...