UCM'nin Beşir Kararı ve Emperyalizmin Göz Yaşartıcı Darfur Duyarlılığı

Musa Üzer

Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin Darfur’da savaş suçu ve insanlığa karşı suç işlediği gerekçesiyle Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir hakkında tutuklama kararı vermesi doğal olarak tartışmaları ve tepkileri de beraberinde getirdi. Kararın Müslümanlar arasında yol açtığı yaklaşım farklılıkları ise genel dünya siyasetindeki tartışmalardan daha farklı bir şekilde seyrediyor.

Uzun bir süreden beri Batı’daki bazı çevrelerin Darfur meselesini dünya gündemine taşıma çabası mahkemenin kararıyla da amacına ulaşmış oldu. Sudan, Darfur sorunundan önce güney bölgesinde 1962’de ortaya çıkan isyan ile yıllarca boğuştu. Yaklaşık 2 milyon insanın hayatını kaybettiği ve 4,5 milyon insanın mülteci olarak yaşamak zorunda kaldığı Güney Sudan iç savaşı yıllarca sürdü ve faturası da her iki taraf için çok ağır oldu. Hıristiyan unsurların çoğunlukta olduğu bölgedeki isyanı Batılı güçler desteklediler. 2002 yılında ise Ömer el-Beşir ile ayrılıkçı Sudan Halkının Kurtuluşu Hareketi lideri John Garang barış görüşmelerine başladı. 9 Ocak 2005 yılında da resmi bir törenle barış anlaşmasına imza attılar. John Garang’ın 30 Temmuz 2005’te bir uçak kazasında ölmesinden sonra ise Güney Sudan’daki isyan hareketi etkisini büyük oranda yitirmiş durumda.

Güney Sudan sorununun ikinci plana düşmesiyle emperyalist güçler, Darfur meselesini ön plana çıkarmaya başladı. Darfur sorununun geçmişi ise 1940’lı yıllara kadar dayanmaktadır. Sudan’ın batısında yer alan ve büyük çoğunluğu Müslüman yaklaşık 6 milyon nüfusa sahip Darfur halkı farklı etnik ve kültürel yapısı olmakla birlikte en temelde Araplar ve Siyahiler-Afrikalılar şeklinde ikili bir tasnife tabi tutulabilir. Zaten sorunun kaynağı da büyük oranda bu iki yapı arasındaki çatışmadan kaynaklanıyor. Sudan’ın İngiliz işgali sürecinde yönetim kademelerinde Kuzey Sudanlı Arapların baskın olması bağımsızlık sonrası dönemde de devam etti. Siyasi ve askeri bürokraside yer alamayan ve okur-yazarlığın düşük olduğu Darfur bölgesi doğal olarak sistem dışında kaldı. Ayrıca merkezi hükümetlerin uyguladığı politikaların da bugün yaşanan çatışmalara zemin hazırladığı söylenebilir. Bu bağlamda 1971’de geleneksel kabile idaresini ortadan kaldırma ve kabile liderlerinin gücünü kırmaya yönelik Numeyri’nin çıkardığı yasa, sonraları kabileler arasında rekabet ve çatışmaya neden oldu. 1994 yılında ise yönetimin Darfur’u üç idarî birime ayırıp, bölgedeki Arap kabilelerini desteklemesi yeni cepheleşmeler ve ittifak ilişkilerinin gelişimine yol açtı. Geçmişten beri Darfur bölgesinde mücadele veren grupların en önemli iddiası maruz kaldıkları politik ayrımcılık.

Hartum bölgesinde yönetime bağlı 3 silahlı grup bulunmaktadır. Birincisi sayısı yaklaşık 200 bini bulan Sudan Silahlı Kuvvetleridir. İkinci olarak ise bu orduya bağlı hareket eden Sivil Savunma Güçleri diye ayrı bir grup bulunmaktadır. Bu grup da ordu üniformaları giyerek ordunun kullandığı silahları taşımaktadır. Bölgenin diğer önemli bir unsuru ise Cancavid olarak bilinen Arap kabilelerinden müteşekkil milis güçleridir. Tartışmalara neden olan ve çatışmalarda başat rol oynayan grup da bunlardan oluşuyor. Darfur’da sivillere yönelik saldırılarda adı en çok geçen silahlı grubun Cancavid milisleri olduğu, saldırılara uğrayan sivillerin ifadelerinde sıkça yer alır. Darfur’daki bu Arap kabilelerin en belirgin özelliği göçebe bir yaşam sürdürmeleridir.

Darfur’da yönetime karşı mücadele eden muhalif hareketler ise çeşitlilik göstermektedir. En büyük silahlı örgüt olan Sudan Kurtuluş Ordusu (SLM)Darfur’un önde gelen Zaghawa, Fur, ve Massaleit siyahi kabile mensupları tarafından 2003 yılında kuruldu. 2003 yılında, polis merkezlerine, askeri üslere ve devlet kurumlarına saldırarak silahlı çatışmayı başlatan Abdul Vahid en-Nur liderliğindeki örgüt ilk büyük eylemini, Kuzey Darfur’un başkenti el-Fashir Askeri Hava Üssü’ne gerçekleştirdi. Çatışmada 100 asker hayatını kaybederken savaş uçakları da tahrip edildi. Yönetim bölgedeki ayaklanmayı bastırmakta ve SLM’nin bu yoğun saldırılarına karşılık vermekte zorlanrken, çözümü Arap kabilelerden destek almakta buldu.  2001 yılında eski Devlet Bakanı, Dr. Khalil İbrahim önderliğinde kurulan askeri yönden SLM’ye göre daha zayıf Adalet ve Eşitlik Hareketi (The Justice and Equality Movement -JEM) ise daha çok politik mücadele vermektedir.

Darfur’daki çatışmaları tahlil ettiğimizde karşımıza çıkan ekonomi temelli sebepler bölge gerçeğini anlamak açısından önemli. Bölgeye yönelik yatırım yapılmaması ve bölgenin ihmal edilmesi, ekonomik olarak kalkınamaması, geleneksel geçim kaynağı olan tarım ve hayvancılığa yönelimi zorunlu kıldı. 70 ve 80’li yıllarda bölgede yaşanan kuraklıklar ise tarım ve hayvancılığı da olumsuz yönde etkileyince halk açlıkla karşı karşıya kaldı. Hatta bu kuraklık yoğun göç hareketlerinin meydana gelmesine yol açtı. Özellikle kurak olan Kuzey Darfur’da yaşayan çiftçi Zaghawalılarla göçebe Araplar, Güney Darfur’a göç etmek zorunda kaldılar. Kabileler arasında verimli araziler, otlaklar ve su kaynakları üzerinde ilk çatışmalar da bu beklenmedik göçlerden sonra meydana geldi. Artan nüfusun tersine, azalan doğal kaynaklar ve giderek çölleşen Darfur’da halkın açlık tehlikesiyle karşı karşıya kalması, bölgede patlak veren çatışmaların bir başka nedenidir.

Bölgede yaşanan çatışmalarda taraflardan yerleşik kabilelerin Afrika kökenli, göçebe kabilelerin ise Arap kökenli olmaları; çatışmaların zaman zaman Afrikalı-Arap çatışmasına dönüşmesine yol açıyor. Bu durumun ortaya çıkmasına şüphesiz devletin bölgede izlediği politikaların da zemin hazırladığı söylenebilir. Büyük çoğunluğu Müslüman olan bölge insanı kendisini Arap ya da Afrikalı üst kimlikleriyle tanımlarken, Zaghawa, Fur, Massaleit ve Rezigat alt kimlikleriyle de hangi kabileye mensup olduklarını tanımlıyor. Darfur’da Arapçanın resmi dil olmanın ötesinde ana dil olarak kullanılması gerçeği var. Arap olmadıkları halde Arapça konuşan ve Arapçayı ana dilleri olarak kabul eden Afrikalılar, kültürel ve siyasi anlamda Araplaşmış durumdalar. Her ne kadar hadise Arap-Afrika çatışması olarak kamuoyuna yansısa da örneğin Darfurlu yerleşik Araplar da Cancavid milislerinin saldırılarına karşı çıkıyorlar. Hadiseyi açıklarken sadece Arap-Afrika sorununa bağlamanın yanlışlığını yerleşik Misseria ve Rezeigat Arap kabilelerinin isyancı grupları desteklemesi ve Güney Darfur Baggara Arap kabilesinin de Cancavid milislerine katılmayı reddetmesi göstermektedir. Öte tarafta bazı Afrika kabilelerinin de Sudan ordusuyla aynı safta Darfurlu isyancı Afrikalı gruplarına karşı savaşması bu duruma başka bir örnek olarak verilebilir.

Darfur’da yaşanan krizi derinleştiren önemli bir diğer olgu ise emperyalist güçlerin ve Sudan’a komşu bazı ülkelerin çıkarları doğrultusunda yaptıkları çalışmalardır. Bu anlamda Sudan zaman zaman örneğin komşuları Çad ve Eritre ile ciddi sorunlar yaşamaktadır. Sudan’ın petrol rezervleri, doğalgaz ve saf uranyum yatakları bakımından zengin bir potansiyele sahip olması, Afrika’da ABD’nin üzerinde en fazla hesap yaptığı ülke olmasına yol açıyor. ABD, Sudan’a komşu Çad ve Eritre üzerinden muhalif grupları destekliyor. Başka önemli bir nokta ise İsrail’in bölgeye olan ilgisidir. İsrail hem Sudan gibi neticede varlığını tanımayan bir ülkeyi zayıflatmak hem de Eritre ve Kenya gibi önemli müttefiklerinin bölgedeki etkinliğini artırmak için Darfur’daki örgütler üzerinde söz sahibi olmaya çalışıyor. Kuklası durumundaki Eritre’nin başkenti Asmara, Sudan’daki yönetime muhalif örgütlerin merkez üssü konumunda. Darfur’da 2003’te Adalet ve Eşitlik Hareketi’nin kullandığı silahların İsrail yapımı olması dikkat çekici idi. Hareketin lideri Halil İbrahim'in İslamcı gelenekten gelen birisi olmasına rağmen Londra, Paris ve Tel-Aviv'de bürolar açmasını gözden kaçırmamak gerekiyor. Diğer büyük hareket olan Sudan Kurtuluş Ordusu’nun lideri Abdul Vahid en-Nur ise periyodik olarak İsrail’le görüşmekten, oraya gitmekten ve onlardan yardım almaktan çekinmiyor. MOSSAD cirit atar gibi Darfur’da operasyonlara katılabiliyor. Darfur’daki sorun ile ilgili olarak bir dış müdahale için meşruiyet sağlanması amacına yönelik ısrarla 'soykırım' kavramının kullanılması ve isyan eden örgütlerin, kabilelerin hangi hesaplarla kimler tarafından desteklendiği arka planı göz önünde bulundurulduğunda tablo daha net bir şekilde görülebilir.

Şunu tekrar belirtmekte yarar var İsrail’le işbirliği yapan örgütler Hıristiyan ya da başka dinlere mensup değiller, kendilerini Müslüman olarak görüyorlar hatta bazılarının geçmişte İslami hareket saflarında mücadele etmişliği dahi söz konusu. Dolayısıyla Darfur meselesini konuşurken İsrail ve ABD’nin hesaplarını, muhalif örgütlerin bunlarla işbirliği içerisinde bir tutum takınmalarını görmezden gelmenin politik bilinç açısından hayırlı sonuçlar doğurmayacağı kanaatindeyiz. Bu bağlamda Darfur meselesi yeni bir sorun olmamasına rağmen UCM’nin Ömer el-Beşir hakkında verdiği kararın Gazze işgal sürecinin dünya gündeminde olduğu bir zamana denk gelmesi de ilginç bir ayrıntı.

Hakeza dünyanın ve Müslümanların Gazze üzerinde gösterdikleri hassasiyetlerin bir başka zulüm bölgesi Darfur’da da gösterilmesi yönündeki samimiyet, tutarlılık sınavı çağrılarını da dikkatle değerlendirmek gerekiyor. Özellikle liberal çevrelerden yapılan bu çağrının tamamen masum olduğu nasıl iddia edilebilir ki? Maalesef bazı siyasal çevrelerde her olayı Filistin’le kıyaslamak gibi ilginç bir hastalık ortaya çıkmış durumda. İşgal, zulüm, baskı gibi durumların söz konusu olduğu olaylar arasında elbette benzerlikler vardır ama bu durum onları aynileştirmez. Üstelik bu bağlamda Filistin örneği gibi dünyada başka bir örnek göstermek ise pek mümkün gözükmüyor. Örneğin Darfur’u ele aldığımızda Sudan yönetiminin Müslüman olmasından dolayı dünya Müslümanlarının tepkisiz kaldığı iddiası doğru değildir. Çünkü çatışan tarafların ikisi de Müslüman. Zulüm, haksızlık, işkenceden bahsedilecekse eğer devlet ve ona bağlı güçlerin bu anlamda sicillerinin temiz olmadığı bir vakıadır. Ama bu durum muhalif örgütlerin de benzer haksızlıklar, zulümler yapmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin 2008'in Mayıs ve Ağustos aylarında başkent Hartum ve Kordofan şehrine baskın düzenleyen isyancı hareket, dört yüzden fazla masum sivilin ölümüne yol açtı. Hakeza isyancılar, Darfur'un köylerinde hükümete destek veren insanlara, Cancavidlerin yaptıklarının aynısını yaptılar.

Maalesef Afrika’da yaşanan kabile, iktidar ve iç savaşlarda hukuksuzluk, zulüm, işkence, soykırıma rastlamamak neredeyse mümkün değil. Onun içindir ki Darfur söz konusu olduğunda sadece merkezi yönetimi suçlayıp, isyancıları ‘pirupak’ gösteren bir yaklaşımın doğru olmadığı kanaatindeyiz. Darfur sorununu dünyanın gündemine öncelikli insani sorun şeklinde yansıtan bazı mekanizmaların görülmesi gerekiyor. Bölgede faaliyet gösteren yardım kuruluşu temsilcilerinin önemli bir kısmının, olup bitenlerin dış dünyaya çok abartılı bir biçimde yansıtıldığını ve buradaki iç savaş şartlarının diğer Afrika ülkelerinde yaşananlardan daha kötü olmadığı yönünde gözlemler aktardıklarını da es geçmemek gerekiyor. Bu tür gözlemler Darfur'da yaşananların önemini azaltmıyor, ancak, onun öncelikli sorun haline getirilmesi konusundaki arka planı görmemizi de gerekli kılıyor.

Bu anlamda tabii ki mahkemenin verdiği karar tartışılmalıdır. Sadece Afrika özelinde bile ele alındığında neden daha önce Almanya'nın Nambia'da, Belçikalıların Kongo'da, Fransızların Cezayir ve Ruanda'da, Portekizlilerin Angola'da yaptığı vahşet ve barbarlıkla ilgili bir süreç işletilmiyor. UCM’ninilgi sahasına girmek için üçüncü dünya ülkesi ya da emperyalizme gücü ölçüsünde karşı duran ve Filistin konusunda duyarlılık gösteren Müslüman bir ülke mi olmak gerekiyor? Öyle olmasa Darfur olaylarıyla eş zamanlı olarak yaşanan Afganistan, Irak, Filistin, Çeçenistan, Lübnan, Doğu Türkistan dramına UCM kör ve sağır kalır mıydı? Bu şekilde çifte standartlı işleyen uluslararası hukuk düzeninin aldığı kararların arka planındaki siyasi boyutu hafifsemek ya da uluslararası hukuku öne çıkaranların onu bir iktidar söylemi, tahakküm aracı şeklinde kullandıklarınıgörmezden gelmek bir anlamda celladına idam için yardım eden adamın durumuna benziyor.

Uluslararası mahkemenin verdiği kararı eleştirmenin Ömer el-Beşir yönetiminin desteklendiği anlamına gelmediğini tekrar belirtmekte yarar var. Siyasal duruşu, adalet ve ilke merkezli bakış açısıyla el-Beşir’in safında yer almadan mahkeme ve uluslararası siyasete angaje olmadan tavır almanın mümkün olduğunu bizler Irak işgali zamanında da görmüştük. Darfur’u illa bir yerlerle kıyaslamaya çalışıp da tutarlılık arayanlar bu bağlamda Irak örneğini tekrar hatırlayabilirler. Nasıl ki Müslümanların ve değişik ideolojik çevrelerin ABD ve işbirlikçisi ülkelerin işgaline karşı çıkıp açıktan tavır alması onları, yıllarca koca bir ülkeyi diktatörlükle yönetmiş Saddam Hüseyin taraftarı yapmadıysa bugün aynı şey Sudan için de geçerlidir. Üstelik Saddam’ın siyasi geçmişi diktatörlük açısından çok daha acı tecrübeye sahipken anti-emperyalist cephe ve İslami kesim net bir şekilde işgale karşı durabilmişti. O zaman da saptırma çabası içinde olanlar bu duruşu ‘Saddamcılık’ olarak nitelemeye çalıştılar.

Bugün aynı şey el-Beşir ve Darfur için yaşanıyor. Mahkemenin verdiği karara karşı çıkmayı ‘Müslüman milliyetçiliği’ gibi uyduruk sıfatlarla tanımlayarak emperyalizmin tuzaklarına dikkat çekme çabalarının engellenmesi söz konusu. Bu tür iki ucu pis değnek olaylarda eğer sadece emperyalizme dikkat çekilip, değneğin diğer ucu olan yerli despotizme de karşı durulmuyorsa o siyasi tavırda sorun, ilkesizlik var demektir. Ama siyasi tahlilde ve tavırda bu iki noktaya ilişkin hassasiyet korunmaya çalışılıyorsa bunun da dikkate alınması gerekiyor. Ömer el-Beşir'i savunacak değiliz lakin UCM'nin kararını da savunma taraftarı değiliz.

Her ne olursa olsun adalet ve ilke adına el-Beşir ve Sudan yönetimi mahkum edilip mahkemenin kararı desteklenmeli yaklaşımı özü itibariyle haklı kaygıları öne çıkartıyor görünse de yine adalet ve ilke merkezli baktığımızda bu tutumun yanlış olduğunu görüyoruz. Çünkü burada da yaşanan dramın üzerinden sömürgeci siyasetin atraksiyonu söz konusu. Darfur üzerinden bütün bir Sudan’ı ABD emperyalizmine ve Siyonist güçlere peşkeş ettirecek bir adımı savunmak ilke ve adalet açısından daha tehlikelidir. UCM’nin faaliyetlerini baltalamak için elinden geleni yapan hatta UCM’ye karşı kampanya yürüten, mahkemeyi etkisiz hale getirmek için ve yetkililerinin yargılanmasına engel olmak için çok sayıda ülke ile ikili dokunulmazlık anlaşmaları imzalayan ABD’nin Sudan konusunda mahkemeyi destekleyen tavrının açık bir ikiyüzlülük örneği olmasının ötesinde hesaplarının olduğunu göstermiyor mu?

Hakeza UCM, Filistin, Lübnan, Çeçenistan, Afganistan ve Irak’ın işgalinde ölen yüz binlerce insanla ilgili herhangi bir karar almazken, petrol kaynakları yönünden küresel güçlerin çekişme sahası haline gelmiş ve Siyonizm’e karşı tavır almış bir ülkeyle ilgili böyle bir kararı nasıl alabilmektedir? Onlarca yıldır yapılan savaşlarda ölen insanların sorumluları arasında ABD ve Avrupa yöneticileri bulunmuyor mu? Afganistan’da binlerce kişinin ölümünde ve halen devam eden sivil katliamların başta ABD olmak üzere NATO üyesi ülkelerinin yetkililerinin sorumluluğu neden hiç bu mahkemenin gündemine gelmez. UCM’nin Darfur konusuna duyarlılığını, konuyla ilgisini ve kararını sanki mutlak doğru imiş gibi sunarak insanları hemencecik bir tutarlılık imtihanına sokanlar bu durumu da göz önünde bulundurmaları gerekmiyor mu?

Muhalif hareketler ve İslami düşünceye mensup oluşumlar dünya sistemindeki siyasi, askeri, ekonomik ve hukuksal oluşumların tarihsel süreçlerini, çelişkilerini, emperyalizme hizmet eden yaklaşımlarını göz ardı ederek hareket edemezler. Nitekim bu durum uzun bir zamandan beri yaşanan İran’ın nükleer enerji çalışmalarında da yaşandı. Nükleer silahlanmanın ahlaki açıdan desteklenmemesi gerektiği ilkesinden yola çıkarak Uluslararası Atom Enerjisi’nin İran’a yönelik baskılarını desteklemenin kime hizmet ettiği aşikârdır. Nükleer silahlanma konusunda diğer ülkelerle kıyaslanmayacak derecede ileri gitmiş ABD ve varlığıyla dünya halkları ve Müslümanlar için tehlike olan İsrail’in nükleer silahları ortada iken uluslararası sistemin kurumlarından biri olan Atom Enerjisi’nin İran’ın üzerine çullanması değneksiz köyde taşları bağlayıp, köpekleri salma düzenini devam ettirmekten başka bir şey değildir.

Onun içindir ki Sudan hakkında kararıyla gündeme gelen 1998 Roma Sözleşmesi uyarınca 2002 yılında Hollanda’nın Lahey kentinde kurulan ve dünyanın ilk daimi uluslararası ceza mahkemesi olan UCM’yi de bu perspektifle değerlendirmekten ayrı tutamayız. Mahkeme doğrudan BM’ye bağlı olmamasına rağmen, mahkemeyi kuran Roma Statüsü’ne göre BM Güvenlik Konseyi mahkemeden soruşturma başlatmasını isteyebilmektedir. 2009 yılı Mart ayında savcının mahkemeden Sudanlı yöneticilerin tutuklanması yönündeki talebini destekleyen tavrına 22 üyeli Arap Ligi, 53 üyeli Afrika Birliği, 57 üyeli İslam Konferansı Örgütü, Rusya, Çin, İran ve Türkiye itiraz etmesine rağmen Amerika başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin desteğiyle kararın çıkması önemlidir. Burada hukukun üstünlüğü sürecinin işletilmediği ve kararın siyasi olduğu çok açıktır. Ne enteresandır ki karardan büyük bir memnuniyet duyan ABD ve İsrail de tıpkı Sudan gibi UCM'yi onaylamayan ülkeler arasında yer alıyor. Sudan’ın UCM'nin yetkisini tanımayan ülkelerden biri olması normal şartlarda bu mahkemenin Sudan üzerinde yargı yetkisi bulunmamasına yol açıyor. Bu tür durumlarda hemen UCM'nin dayandığı Roma Statüsü'ndeki bir istisnanın devreye sokulduğunu görüyoruz. Nitekim Ömer el-Beşir hakkındaki yargı süreci de BM Güvenlik Konseyi kararıyla başlatıldı.

Ayrıca amaç Darfur halkının maruz kaldığı haksızlığın giderilmesi ise bilinmeli ki, Beşir'i suçlu ilan etmek Darfur sorununu çözmüyor, aksine sorunun diğer faillerini daha da güçlendiriyor. Bu karar bilâkis iyi-kötü çözüm sürecine girmiş bir sorunu tekrar canlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Geçtiğimiz haftalarda Katar'da yapılan toplantıda isyancı örgütlerin en büyüğü olan Sudan Kurtuluş Ordusu ile hükümet arasında bir anlaşma yapılmıştı. Sorunun çözümü bu türden Sudan halkının iradesiyle gerçekleşen pratiklerle ancak aşılabilir.Darfur meselesinin zorluğu burada yaşanan çatışmanın Afrika’nın kronik hastalığı olan kabileler arası çatışmalarla ilgili olmasıdır. Yine ABD, İsrail ve Batılı ülkelerin burada nüfuz elde etme savaşına girmesi, ülkede petrol bulunması, Sudan’a komşu ülkelerin kışkırtmaları hadisenin çözümünü zorlaştıran önemli sebeplerden denilebilir. Tabiî ki Sudan’daki haksız uygulamaların sona ermesi gerekiyor ama bu emperyalizm ve Siyonizm’in eliyle gerçekleştirilemez. Tersine bu güçlerin olduğu yerde daha fazla acı, kan ve gözyaşının olacağını hatırlatmak bile gereksiz. Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma misali, Darfur sorununu çözelim derken işgale, acıya, zulme uğramış bir Sudan sürecine izin vermemek ya da en azından bu tarz hesapların karşısında durmak gerekiyor.