Röportaj: Fatih Pala
Kendisini Haksöz dergisindeki Kur’an kıssaları üzerine yazdığı yazılarından tanıyıp bildiğim Cengiz Duman ile Ekim 2013’te Pınar Yayınları arasından çıkan “Kur’an Perspektifinden Üç Kral İki Peygamber” isimli kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Alalı beri birkaç yıl oldu ve kaç zamandır hakkında yazmak istediğim bir kitaptı bu.
Teferruatın bol olduğunu, açıklanması gereken noktaların bariz bir şekilde okuyucuya göz kırptığını düşündüğüm için bizzat yazarının konuşmasını istedim kitabıyla alakalı olarak. Yakın zaman içerisinde, yeni baskısının Ekin Yayınları arasından çıkacağının bilgisini aldığım Cengiz Duman’ın bu ciddi araştırma eserini şimdiden ilgililerine tavsiye ederken, âcizane sorduğum sorulara dönük verdiği doyurucu cevaplarıyla sizleri baş başa bırakmak istiyorum.
***
Öncelikle bize kendinizi kısaca tanıtıp yaptığınız çalışmalarla ilgili bilgi vermenizi istesek…
Ekin Yayınları tarafından birinci baskısı 2011, ikinci baskısı 2015 yılında yapılan “Kur’an Kıssalarının Tarihselliği”, 2013 yılında Pınar Yayınları tarafından baskısı yapılan“Kur’an Perspektifinden Üç Kral İki Peygamber”, 2015 yılında Süleymaniye Vakfı Yayınları tarafından baskısı yapılan “Kur’an Perspektifinden Zülkarneyn ve Ye’cûc Me’cûc” isimli dört kitabın yanı sıra internet ortamında dijital olarak yayınlanan “Dinlerde Arınma İbadeti Olarak Gusül” ve “Mecûsilik/Zerdüştlük Dini” isimli iki PDF kitabın yazarıyım. Bunlarla birlikte; Kur’an kıssalarıyla ilgili yayınlanmayı bekleyen dört kitabımdaha bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim konuları, Kur’an kıssaları ve Tevrat-İncil kıssaları bağlamı üzerindeki çok yönlü araştırmalarım, Türkiye’deki önde gelen İslamidergiler ve internet üzerindeki çeşitli İslami web sitelerinde yayınlanmaktadır. Aynı zamanda “www.kurankissalari.tr.gg” ve “www.kurankissalari.com” web sitelerinin moderatörlüğünü sürdürmekteyim.
"Kur'an Perspektifinden Üç Kral İki Peygamber” isimli kitap çalışmanızı oluşturmakla varmak istediğiniz hedefin genel olarak neler olduğunu bizimle paylaşır mısınız?
Kur’an-ı Kerim’deki Tâlut, Dâvud ve Süleyman kıssalarının ortak yanı, kıssaları bildirilen bu üç şahsiyetin de toplumlarının en tepe noktasında bulunan yönetici kişiler olmalarıdır. Üçü de İsrailoğulları kavminden olan bu şahsiyetler, aynı zamanda orduların komutanlarıdırlar ve kavimlerine dıştan gelen askerî baskıları savmaları ve karşı toplumlar ile savaşarak onlara karşı üstünlük elde etmeleri gereken kişilerdir. Kur’an’da kıssaları anlatılan bu şahsiyetlerin yüklendikleri konum (yönetici/kral) itibariyle hem sosyal hem siyasal hem iktisadi hem de askerî alanda örnek olma fonksiyonları söz konusudur. Hz.Dâvud (as) ve Hz.Süleyman’ın (as) hüküm verme kıssaları, sosyal yaşamdaki bireysel ve toplumsal ölçekte adaletin tesisi için yapılması gerekenlere dair mesajlar içermektedir. Hz.Süleyman (as) ile Sebe Melikesi arasındaki diyalog ve karşılaşma devletlerarası hukuk, diplomasi ve İslami siyasetin içeriğini barındıran mesajlar içermektedir. Her üç şahsiyetin biyografileri, aynı zamanda yönetime seçilecek insanlardaki standart “ehliyet” vasıflarına dair mesajlar iletmektedir. Hz.Dâvud (as) ve Hz. Süleyman (as)’ın imar, inşaat, ticaret ve diğer ıslah alanlarındaki çalışmaları, iktisadi anlamda öğüt ve ibret mesajları olarak algılanmalıdır. Tâlut kıssasında, Tâlut ordusunun nehri geçişi ve Câlut ordusu karşısındaki emre itaat konumu gündeme getirilirken, aynı zamanda askerî anlamdaki “itaat”e de dikkat çekilmektedir. Hz.Dâvud (as) kıssasında zırh yapımı gibi askerî ve teknolojik anlatımlar, aynı zamanda askerî yönden mesajlar içermektedir. Hz.Süleyman (as) kıssası, ordu saf düzeni ve karınca kıssası vesilesi ile orduların halklara karşı tavrı ne olmalıdır anlamında mesajlarla yüklüdür.
Kur’an’da kıssaları beyan edilen şahsiyetler aracılığıyla kısaca değindiğimiz bütün bu özellikler, onların yöneticilik vasfına dair verilen mesajlar olması yanı sıra, aynı zamanda devlet idaresinde gözetilmesi gereken zaruri insani standartlara da dikkat çekmektedir. Yani bu kıssalardaki mesajlar, öğüt ve ibretler, aynı zamanda bireyler ve onların toplamı olan halk için de nazar-ı dikkate alınmalıdır.
Kıssaları anlatılan bu üç tarihî şahsiyetten ikisinin bir başka önemli özelliği de bulunmaktadır: Kur’an’da anlatılan resullerin geneli ile kıyaslandığında; Hz.Dâvud (as) ve Hz.Süleyman (as), peygamberliği ve yöneticiliği aynı anda yüklenen insanlar konumundadırlar. Bir başka yönden bakıldığında, içinden çıktıkları toplumun yöneticilerine karşı hak-bâtıl mücadelesi yapmayan peygamberlerdir. Spesifik olarak günümüz Türkiye’sinde İslami camiada başlatılan; İslam sosyalizmi, insanların ekonomik yönden eşitliği, kenz (servet yığma) gibi siyasal, sosyal ve iktisadi açıdan polemiğe açık ve spekülatif konulara ilişkin Süleyman (as) ve Dâvud (as) kıssaları ve bu kıssaların mesajları önemli bir örneklik arz etmektedir. Dolayısıyla Türkiye’deki İslami camianın aktüel gündemi açısından bakıldığında, Dâvud (as) ve Süleyman(as) peygamberlerin kıssaları daha bir önem arz etmektedir.
İslami ilimler geleneğinde, tasavvuftan sonra en zayıf halkanın kıssalar olduğu söylenebilir. Kıssaların doğru anlaşılması konusunda sahih bir metodolojinin geliştirilememiş olması, bu alanda keyfi ve İsrailîyata dayalı yorumların yapılmasına, böylece Kur’an’ın yarısından fazlasını oluşturan Kur’an kıssalarının doğru bir biçimde anlaşılamamasına yol açmıştır. Biz, “Üç Kral İki Peygamber” kitabımızda, geleneksel hale gelmiş bu yanlış yaklaşımları terkederek, Kur’an perspektifinde, önceki ilahi kitapların verilerinden yararlanma yöntemini benimseyerek, Kur’an’da anlatılan Tâlut, Dâvud (as) ve Süleyman (as) kıssalarının, Kur’an’ın nüzul yapısı ve derlenmesi gereği oluşan parçalı, dağınık ve mücmel/kısa anlatımlarını yine Kur’an perspektifinde Tevrat’ın Tâlut, Dâvud(as) ve Süleyman (as) kıssalarının tarihsel anlamdaki verileri ile mufassallaştırarak biyografik, kronolojik ve diğer tarihsel detayları ile yüklü bir biçimde sunduk. Kronolojik sıraya göre Tâlut, Dâvud(as) ve Süleyman (as) olarak tertip ettiğimiz yazılarımızı, peygamberler tarihi açısından bakıldığında, şimdiye kadarki peygamberler tarihi kitaplarında gerçekleştirilmeyen bir usulle; birbirleri ile kronolojik ve biyografik açıdan alakalı üç şahsiyet şeklinde toplu sunarak, bu üç kıssanın bir arada incelenmesine imkân sağlamayı amaçladık. Bu üç kıssayı konularına göre yine kronolojik olarak bölümler halinde tasnif edip inceleyerek, her bölümün sonunda kıssanın o bölümü ile ilgili Cenâb-ı Hakk tarafından verilmek istenen mesajların, öğüt ve ibretlerin altını ayrıca çizmeye çalıştık.
Kitabınızı okurken, satır aralarında bazen Kur’an-ı Kerim’in Tevrat’ta tasdik ettiği noktaların olduğunu, kimi kıssaların Tevrat’taki bağlamıyla yorumlanmasının daha doğru olacağını ifade ettiğinizi görüyoruz. Gelmesiyle birlikte diğer kitapların hükmünü, geçerliliğini ortadan kaldıran, deyim yerindeyse, biz müminleri onların yanına yaklaşmaktan bile beri kılan kerim kitabımız Kur’an’a karşı bu ifadelerin sorun teşkil etme durumu söz konusu olmaz mı? Buna bir açıklık getirebilir misiniz?
Kur’an’ın, diğer geçmiş kitap (Tevrat, Zebur, İncil) bilgilerini nazar-ı dikkate almadığı, onların bilgilerini “bırakın dikkate almayı yanına bile yanaşılmasına asla müsaade etmediği” ve Kur’an’ın nazil olduğu Arap cahiliye ortamının, Kur’an öncesi bu kitaplardan etkilenmeyerek adeta “sıfır” bilgi sahibi olduğu kabulüyle; Kur’an kıssalarını sahih/doğru bir yöntemle mufassallaştırmanın mümkün olamayacağı kanaatindeyiz. Bilakis Kur’an, kendinden önce nazil olan kitapları tasdik etmekte ve onlardaki bilgilerin tümünü reddetmemektedir:
“Sizin yanınızda olanı (Tevrat’ı) tasdik edici olarak indirdiğim şeye (İbrahim’e) iman edin ve onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Ve ayetlerimi az bir bedelle satmayın. Ve artık sadece bana karşı takva sahibi olun.” (Kur’an; Bakara, 2/41)
“Sana vahyettiğimiz kitap, kendinden öncekini doğrulayıcı olarak gelen gerçektir.” (Kur’an; Fâtır, 35/31)
“De ki: Cebril'e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah'ın izniyle Kur’an'ı senin kalbine bir hidayet rehberi, önce gelen kitapları doğrulayıcı ve müminler için de müjdeci olarak o indirmiştir.” (Kur’an; Bakara, 2/97)
“Sana kendinden öncekileri doğrulayan Kitab’ı hak ile indirdi. İnsanlara yol göstermek üzere daha önce de Tevrat’ı ve İncil’i indirmişti.” (Kur’an; Âl-i İmran, 3/3-4)
“Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki kitaplarda vardır. İbrahim ve Musa’nın kitaplarında.” (Kur’an; Â’la, 87/18-19)
Kur’an’ın, kendisi nazil olmadan evvel gelen ilahi kitaplara yaklaşımı böyle olunca, geçmiş (Tevrat, Zebur, İncil) kitaplardaki kıssalar ile alakalı tarihsel bilgilerin tümüyle yok sayılmasının mümkün olamayacağı gerçeği ile karşı karşıyayız demektir. Prof. Dr. İdris Şengül; “Kur’an, dini gayeyi gerçekleştirmek için tarihî olayların en çarpıcı ve ibretli olanlarını anlatırken öyle bir üslup takip eder ki adeta ilgili ayetleri okurken verilen pozlar, sahneler arasındaki boşluğu doldurma görevini hayale vermekte, teferruatla ilgili birçok sahneyi de doğru olarak izleme ufku açmaktadır.” tespitinde bulunmaktadır. Aslında İ. Şengül’ün, Kur’an kıssalarındaki “Ayetleri okurken verilen pozlar, sahneler arasındaki boşluğu doldurma görevini hayale vermekte…” tespitinde “hayale vermek” yerine veya peşine; “Tevrat, Zebur, İncil ve Arap arkaplanındaki kıssalarla ilgili makul malumatla mufassallaştırılmasına izin vermektedir.” dememiz daha doğru bir tespit olacaktır. Kur’an, kıssaların bahsedilmeyen mücmel/öz kısımlarının geçmiş kitap bilgileri ile tamamlanabileceğini şu ayetler ile emreder:
“İsrailoğullarına sor, Musa onlara geldiğinde, Firavun kendisine: Ey Musa! Ben seni büyülenmiş sanıyorum, demişti.” (Kur’an; İsra, 17/101)
“İsrailoğullarına sor ki kendilerine nice apaçık mucizeler verdik. Kim mucizeler kendisine geldikten sonra Allah’ın nimetini (ayetlerini) değiştirirse bilsin ki Allah’ın azabı şiddetlidir." (Kur’an; Bakara, 2/211)
Anlaşılacağı üzere Kur’an’daki konularla alakalı olarak geçmiş kitap bilgilerine ve cahiliye Arap arkaplanındaki Kur’an perspektifinden sahih addedilebilecek malumata başvurmak, Kur’an-ı Kerim’in istediği veya onay verdiği bir yöntemdir ve Cenâb-ı Hakk, kıssalar hususunda bize sahih bir yöntem ihsas etmektedir. Kur’an’ın, geçmiş kitaplardaki kıssaların benzerini anlatmasının amacı; geçmiş kitaplardaki hidayete yönelik bir kısmı tezyif edilmiş, bir kısmı da tahrif edilmiş kıssaları, tevhid ve hidayete matuf restore ve revize etmektir. Böylece amacı, onların bozulan veya dağılan ibret ve öğüt vasfını tahkim etmek; kıssaları tebliğ eden Resul’ün ve yeni gelen Kitab’ın, Hz.Âdem’den (as)beri aynı kaynaktan geldiğini yani tek bir Allah’ın vahyi olduğunu beyan etmektir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk’ın bize, Kur’an’da beyan ettiği bu yöntem; yani geçmiş kitap bilgilerine başvuru, ayrıca Arap cahiliye arkaplan malumatını dikkate alarak ve bütün bunlara ilave olarak İslam âlimlerince harmanlanarak günümüze kadar intikal eden “geleneksel” İslam tefsir ve tarih algısının makul bilgileriyle birlikte, Kur’an perspektifinden, onun bakış açısıyla tarihsel nitelikli detaylı kıssa analizleri yapmaya çalışmaktayız. Bu hususta ilginç bir örnek vermeye çalışalım:Bir realite olarak baktığımızda Kur’an’da olmayan ve çoğunluğu yalnızca Tevrat’ta yer alan Hz. Hacer ile ilgili İslam kültürü ve kaynaklarını incelediğimizde, Hz.Hacer ile ilgili oluşmuş bilgi birikimine şaşırmamak elde değildir. Hz.Hacer’in adının nereden geldiği, memleketi, etnik yapısı -Arap/Kıptî-, statüsü -hür/cariye- ve Kâbe’nin bitişiğindeki Hatim/Hicr’e defnedildiği gibi nice malumat, bunların arasındadır.Hacer ile alakalı tarihsel bilgiler, tamamen Kur’an dışı ve de gaybî bir olgu iken, hem İslam kültürü ve hem de kaynaklarında geniş olarak yer almıştır. Bu olumsuzluk arz eden realite, Kur’an’daki mücmel Hz. İsmail (as) kıssasının detaylandırılması gayretleri sonucu olarak karşımızdadır. Kur’an’daki İsmail (as) kıssası; Hz.İsmail’in (as) doğumundan Mekke’ye hicretine kadar olan yaşamına dair aradaki bilgileri arz etmeden, doğrudan Mekke’ye hicret veya orada ikamet ile başlamaktadır. Kıssada, Kâbe’nin inşası, hac ibadeti ve İsmail’in (as)resullüğü ile ilgili mücmel açıklamaların yanı sıra çok cüz’i olarak da İsmail’in kişisel özellikleri üzerinde durulmaktadır. O halde İsmail(as) kıssasının doğru ve kâmil manada anlaşılması bazında Kur’an’ın, mücmel İsmail kıssası (as) anlatımlarının mufassallaştırılması gerekmektedir. Bu tavrın, genel geçer bir cevabı vardır. İsmail (as) kıssası sadece Kur’an’da yer almaz; aynı zamanda Kur’an öncesi inen Tevrat’ta da hem de daha detaylı olarak yer almaktadır. Bundan dolayı Tevrat ve Kur’an’da yer alan bu kıssaların Kur’an metni perspektifinde mufassallaştırılarak daha genel veya kapsamlı anlaşılması yönünde sahih bir yöntem kullanılmalıdır. Bu yüzden her iki metinde geçen ortak konuların karşılaştırılarak ele alınması, konu hakkında daha doğru bir bilginin elde edilmesini sağlayacaktır. Kur’an metni, kendisinden önceki kutsal metinlerdeki tahrifattan bahsederken, onlardaki doğru bilgileri de tasdik edici olduğunu ifade eder.
“Kur’an kıssalarının tarihselliğini mi yoksa mesajlarını mı dikkate almalıyız?” diye bir soruyu sormadan edemeyeceğiz. Zira bu iki nokta hep tartışılagelmiştir. Bu iki noktadan birisini tercih etmek mi yoksa ikisinin de dikkate alınacağı dengeli bir tercih mi daha isabetli olacaktır? Bu soruyu, kitabınız bağlamında ve hatta örneklerle cevaplandırabilir misiniz?
Kur’an kıssalarını kâmil manada anlamanın hem tarihselliğini hem de ibret ve öğüt niteliklerini layıkıyla kavramaktan geçtiği kanaatindeyiz. Her ikisi de birbirlerinden ayrılmaz parçalardır bizce. Örnekle açıklamaya çalışalım: Ashâb-ı Kehf kıssasının doğru anlaşılmasındaki metodumuz, sebeb-i nüzul rivayeti üzerinden hareket ederek Arap arka planına nüfuz etmek olmalıdır. Bunun için de Kur’an’daki Ashâb-ı Kehf ayetleri inmezden evvel bu kıssa hakkında malumat sahibi olan Medine Yahudilerinin, dolayısıyla onların bu malumatının kaynağı olan Tevrat’ın, Ashâb-ı Kehf konusuna dair verilerini incelememiz gerekmektedir. Bundan sonra Kur’an’daki Ashâb-ı Kehf kıssası ayetleri doğrultusunda Kur’an ve Tevrat’tan elde edeceğimiz tarihsel nitelikli bilgileri, tevhidî ve hidayet edici istikamette örtüştürmek olmalıdır. İşte bu iki ilahi kitapta yer alan verilerin örtüştürülmesi ameliyesi, aynı zamanda tarihsel Ashâb-ı Kehf kıssasını ortaya çıkaracaktır. Ortaya çıkan bilgi manzumesi, modern arkeoloji, tarih, coğrafya bilim/disiplinleri ile desteklendiğinde, kıssaya dair daha da somut tarihsel verilere sahip olmak mümkündür. Mesela; olayın geçtiği dönemin siyasal yönetimi, imparatoru/kralı, bu döneme ait takvimsel zaman, mağaranın coğrafi konumu, mağara ehlinin uyandıklarında haber almak için elçi yolladıkları şehir vs. gibi.
Denilebilir ki Tevrat ve modern bilim/disiplinler vasıtası ile ortaya çıkan Ashâb-ı Kehf’e ait bu malzeme ne kadar sahih olabilir? Buna cevabımız, “Kur’an’a aykırı olmadığı sürece o kadar tarihsel ve de sahih olabilir/kabul edilebilir. ”Yine denilebilir ki Tevrat’ın ve arkeoloji, tarih, coğrafya gibi disiplinlerin malumatlarından yararlanmaya ne gerek var; Kur’an ayetleri ile yetinsek olmaz mı? Bu da bir yöntem olarak kabul edilebilir. Ancak kıssa, Kur’an’ın ilk muhatap toplumunca hiç bilinmeyen -sıfır bilgi ortamı- bir vakıa olarak anlatılmış olsa idi bu yöntem doğru olabilirdi. Oysa Allah, Arap toplumunca bilinen bir vakıa/kıssa üzerine ve bu bilinenlerdeki tevhidî yanlışları tashih eden olarak kıssayı vazettiği için; Arap arka planında bilinen kıssa materyali ile Kur’an’ın vazettiklerinin, tevhidî, dolayısıyla hidayet edici istikamette birleştirilmesi en doğru metot olacaktır. Tıpkı,Cenâb-ı Hakk’ın, Âd ve Semud, Salih (as) ve Hûd’a (as) dair kıssaları anlatmasına rağmen, onlara dair somut delil olan onlardan bakiye harabelere dikkat çekmesi gibi:
“(Ey insanlar!) Siz, onların yanlarından geçip gidiyorsunuz; sabahleyin ve geceleyin. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (Kur’an; Saffat, 37/137–138)
“Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah, onlara zulmedecek değildi fakat onlar, kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (Kur’an; Rum, 30/9)
“İşte bu, (halkı helâk olmuş) memleketlerin haberlerindendir. Biz, onu sana anlatıyoruz; onlardan (bugüne kadar izleri) kalan da vardır, biçilmiş ekin (gibi yok olan) da vardır.” (Kur’an; Hûd, 11/100)
Dolayısıyla bir kıssanın ne kadar tarihsel (vakii/gerçek) olduğu ortaya çıkarılırsa, kıssadan o kadar öğüt ve ibret alınması artar ya da bu durum kıssanın anlaşılmasına katkıda bulunur. Aynı zamanda bilhassa Kehf Suresinde yer alan, Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn, Âlim Kul-Musa ve diğer bazı Kur’an kıssaları üzerine yapılan “sembolik/temsilî kıssa” ithamları da ortadan kalkmış ya da bastırılmış olacaktır.“Üç Kral İki Peygamber” kitabımızda da bunu yapmaya gayret ettik. Kur’an ve özellikle Tevrat’ta yer alan bu üç şahsiyetin doğru tarihselliğini ortaya çıkararak onlardan daha ideal anlamda öğüt ve ibret alınmasını sağlamaya çalıştık.
Çalışmanızda ele aldığınız konular ve üç şahsiyet çerçevesinde, yer yer yılların ve hatta yüzyılların Müslümanları tarafından kabul görmüş diyebileceğimiz tefsir kaynaklarını cesurca eleştirebiliyor, eleştirmenin yanında çok büyük yanlışlarının olduğunu söyleyebiliyorsunuz. Onları kutsamak anlamında söylemiyoruz elbette ama geçmişteki âlimlerimizin ödenmesi mümkün olmayan haklarının teslim edilmesinin gerekliliğiyle birlikte, onların ‘suyun kaynağına’ yani Kur’an çağına ve Peygamber (as)’a daha yakın bir zaman diliminde yaşamış olmaları, doğru bilgiye sahip olabilmelerini biraz daha kolaylaştırmaz mı?
İslam dünyasında gerek Kur’an gerekse Kur’an kıssaları konusunda iki ana yaklaşım tarzı bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, “geleneksel eğilim”dir. Geleneksel eğilim ya da kadim anlayış; tefsir, hadis, siyer ve diğer İslami kaynaklarda bulunan rivayetlerin neredeyse tümünü doğru ve tartışılmaz gördüğü gibi, bu konularda söylenmesi gereken her şeyin geçmişte söylendiği için yapılması gerekenin önceki âlimlerin görüşlerini alıp nakletmek olduğu, bunun dışında yeni bir usul ve bilgi üretiminin haddi aşma sayılacağı kanaatindedir. Bunlardan ikincisi olan “modernist/seküler/rasyonel eğilim” ise kadim anlayışın, kabul edilemez çeşitli “İsrailîyat” ve “indî” rivayetlerin yoğun etkisi altında şekillendiğini düşünür ve titiz bir ilmî araştırma ve usule dayanmadığı için, geçmişten bize ulaşan birikimin ekserisini üzerimizden bir an evvel atıp kurtulmamız gereken köhne bir yük olarak görür. Oysa bizce yapılması gereken, geleneği kutsama ya da inkârdan ziyade, söylendiği zaman dilimi ve ilgili oldukları ilmî disiplinlerin verileri dikkate alınarak “geleneksel bilgi”nin sahih addedebileceğimiz yönlerinden faydalanmak ve ona nüfuz etmiş gayri sahih yaklaşımları titiz bir şekilde elemek, ayıklamak olmalıdır. Görebildiğimiz kadarıyla, bugüne kadar Kur’an kıssalarını anlamaya yönelik doğru bir metodoloji ortaya konulamadığı için, kıssaların anlaşılmasındaki “müşkül”leri izah etmek gayesiyle, ya hiçbir ilmî kriter gözetilmeden her türlü “İsrailîyat” ve “indî” nitelikli hurafe devreye sokulmuş yada Taha Hüseyin, Muhammed Halefullah ve yerel (!) takipçilerinin izlediği gibi, Kur’an kıssalarında -zaman, coğrafya, tarih, şahıslar, olay bütünlüğü gibi- tarihsel unsurlar bulunmadığından hareketle, bu kıssaların geçmişte yaşanmamış, vakii olmayan, hayali, edebi/sanatsal yahut sembolik/temsilî veya mitolojik/usturî/efsanevî anlatımlar olduğu iddia edilmiştir. İfrat ve tefrit nitelikli her iki yorumlama tarzı da kıssaların sahih bir biçimde anlaşılmasını engellemiş/engellemektedir.
Kadim tefsir ve siyer anlayışının İsrailîyat ve indî eksenli yorumlarına haklı olarak muhalefet edenlerin, Taha Hüseyin ve M. Halefullah menşeli Kur’an kıssalarını edebi/sanatsal değerlendirmelere tabi tutan seküler yaklaşımlara, can simidi gibi yapıştıkları görülmektedir. Cenâb-ıHakk’ın, Kur’an kıssalarını, Arap cahiliye toplumunun yalan-yanlış efsanevi/mitolojik anlatımlarını modifiye ederek vazettiği iddiasında bulunanlar, Kur’an’a dış saldırıları önleme adına adeta “kaleyi içeriden çökertme” harekâtı yapmaktadırlar. Bunların önde giden teorisyenleri de Taha Hüseyin ve onun talebesi Muhammed Halefullah’tır. Bu “kaleyi içten çökertme” harekâtına karşı yapılacak en iyi savunma; Kur’an kıssalarının geçmiş İsrailîyat ve indî yorumlarından kurtarılarak; Tevrat, İncil, Zebur’daki anlatımlar ve arkeoloji, tarih, coğrafya, dinler tarihi, jeoloji vb. ilim ve disiplinler aracılığıyla Kur’an perspektifinde mufassallaştırılmasıdır. Bunun için Kur’an kıssalarının doğru anlaşılması adına sahih bir metodoloji oluşturulmalıdır. Aksi halde “İsrailîyat” ve “indî” yorumlar gölgesinde Kur’an kıssalarını savunma adına yapılan cılız ve yetersiz savunmalar; Kur’an kıssalarına yapılan modernist/seküler/rasyonel saldırı ve iftiraları engelleyemeyecektir.
Tâlut, Hz.Dâvud ve Hz.Süleyman (Yüce Allah’ın selamı onların üzerine olsun) kıssalarının daha anlaşılır hale gelmeleri için verdiğiniz çaba takdire şayandır. Kıssaları, yaşandıkları zamanları ve mekânları aşarak günümüzle ilişkilendirmeniz, Resulullah Efendimizin (as) döneminden örneklerle pekiştirmeniz, eserinizi daha çok sevmemizi sağladı. Son zamanlarda üzerinde durduğunuz çalışmalarınızdan bilgiler alarak söyleşimizi tamamlayalım müsaadenizle.
Kur’an kıssaları hakkında, tamamen eleştirel nitelikli yazılar ve kitaplar yayınlamaya neden ihtiyaç duyduğumuzu izah etmeyi zaruri ve faydalı buluyoruz. Kur’an kıssaları ile ilgili olarak yıllarca yaptığımız inceleme, araştırma çalışmalarımız esnasında çok sayıda görüş, yorum, iddia ve tezle karşılaştık. Kur’an kıssaları ile alakalı çeşitli tefsir, meal, kitap, makale, web sitesi yazarlarının, TV program konuk veya tartışmacılarının çeşitli makalelerimiz ve kitaplarımızda yer verdiğimiz çoğu iddia ve görüşlerinin, ilginç ve çağdaş (!) nitelikli yepyeni yorum, iddia, görüş ve tezler olduğunu müşahede ettik. Sessiz kalınıp gözardı edilemeyecek kadar, Kur’an’ın ve anlattığı kıssalarının ruhuna aykırı gördüğümüz çağdaş (!) nitelikli bu görüş, yorum, iddia ve tezleri uzun bir inceleme sonucu ayrıntılı olarak değerlendirmeye aldık. Kur’an perspektifinden spesifik bir bakışla farklı zamanlarda ayrı ayrı yaptığımız yoğun inceleme ve değerlendirmelerimizden sonra,Kur’an kıssaları ile alakalı geniş hacimli ve hemen hemen hepsi Kur’an perspektifinden eleştirel nitelikli yazılar ve kitaplar oluştu. Kur’ani tarassut ve tecessüsümüzün bir neticesi olarak, kendimizi zorunlu hissettiğimiz bu inceleme ve değerlendirmelerimizdeki amacımız, eleştirmek zorunda kaldığımız gerek kadim gerekse modern dönem âlimlerin, yazar/müelliflerin şahsiyetlerini veya eserlerini küçümsemek değildir asla. Biliyoruz ki hata/yanlış yapmak insanlara mahsustur. Asılolan, zuhur eden bu hata/hatalar, yanlış/yanlışları görmek veya göstermek, dolayısıyla bu vesile aracılığıyla hata ve yanlışları izale edip, doğru olana teveccüh etmektir. Amacımız, Kur’an kıssalarının doğru/sahih anlaşılması hususunda gördüğümüz hatalar ve yanlışlıkları hem geçmiş âlimler ve modern dönem yazarlar hem de okuyucular açısından ayrıntılarıyla değerlendirerek Kur’anî doğrulara ulaşmaya bir vesile kılmaktır.
Bu çalışmalarımızla bir kez daha Kur’an’ın önceki kitaplarla ve arkeolojik çalışmalarla birlikte okunması gerektiğini gözler önüne sermekte, “Kıssalar Bilimi” adı altında başlı başına bir bilim dalı oluşturulmasına dair teklifimizi yinelemekteyiz. İslam âlemi ve spesifik olarak ilahiyat fakülteleri artık kelamcı, tefsirci, fıkıhçı âlimler yetiştirmenin yanısıra Allah’ın indirdiği ayetlerle yarattığı ayetleri birlikte okuyan bilim adamları da yetiştirmelidir. Allah’ın “ol” emrinden geçerek birer ayet haline gelmiş olan tarihî olayları, Allah’ın indirdiği ayetler ışığında okumak vakti çoktan gelmiş ve geçmektedir. Fussilet Suresi 53. ayetinin de delaleti ile hiçbir bilim, Allah’ın indirdiği ayetlerden bağımsız olarak icra edilmemelidir. Öyle ki tez vakitte ‘Kıssalar Anabilim Dalı’nı da içeren ‘Kur’an Üniversiteleri’nin kurulması için bütün Müslümanların çalışması gerekmektedir. Nasıl ki Allah’ın insan vücudu ayetini okuyan tıp ilmi dâhiliye, kalp ve damar, nöroloji gibi bölümlere ayrılıyorsa,günümüzde neredeyse beynin her bir bölümü için ayrı birer uzmanlaşma yoluna gidiliyorsa, Allah’ın indirdiği ayetler de Allah’ın bildirdiği anlama yöntemi ile kendi içinde uzmanlık gerektiren bilimsel çalışmalara tâbi tutulmalıdır. Kısacası, artık bir ‘Bakara Suresi Fakültesi’, ‘Âdem-İblis Kıssası Bölümü’ gibi akademik platformlar, kendi uzmanlarını yetiştirmelidirler.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyor ve ümmetin hayrına olacak çalışmalarınızın devamını beklediğimizi ifade etmek istiyoruz.
Bu gayretiniz için şahsım adına teşekkür ediyorum. Cenâb-ı Hakk’tan çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum. Allah razı olsun.