Üç Emir Üç Yasak

Yusuf Yargın

Her cuma günü tekrar eden bir nida yükselir minberlerden. Bu nida, sözlerin en güzelini söyleyenden; sözün tamamını dinleyip en doğrusuna uyanlaradır. Onları bir medeniyet tasavvurunun inşasına davet ederken, aynı zamanda toplumu ifsat eden unsurlardan da men eder. Bu nida üç emir ve üç nehiy ihtiva eden ve Nahl Suresinde yer alan: “Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı, akrabaya yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”1 mealindeki Kur’an-ı Kerim ayetidir. Kur’an’da, insana dönük buna benzer daha birçok emir ve yasaklar mevcuttur. Böylelikle Allah, insan hayatına müdahale etmiş oluyor. Fazlur Rahman’ın deyimiyle; nerede olursa olsun bir yerde toplum varsa, Allah onların arasındaki ilişkiye müdahale eder.2 Söz konusu emir ve yasaklar, teşbihte hata olmazsa adeta hacamatçı misyonuyla çalışır. İlk etapta nefsin hoşuna gitmese de sonuç itibariyle topluma şifa bahşeder.

Kanun koyucu Allah, insanın biyolojik ve psikolojik doğasına neyin uygun olup olmadığını en iyi bilendir. Bu yüzden sosyal hayatın hangi temeller üzerine inşa edilmesi gerektiğinin takdiri O’na aittir. Aksi takdirde Allah, sırf eğlence olsun diye insanı yaratıp da bu emir ve yasaklara muhatap kılmamıştır. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de: “Biz göğü, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katımızda edinirdik. Biz böyle yapanlardan değiliz.”3 şeklinde buyurmaktadır. Yaratılış, emanet, mükellefiyet, emir ve yasaklar birçok hikmete taalluk etmekle birlikte, Allah’ın rahmetinin birer tecellisidir. Peygamberler, kitaplar ve farzlar buna göre belirlenmiştir.

Değerlerin Hayatı Sistematize Etmesi

Tarihte vücut bulmuş tüm medeniyetlerin arka planında birtakım değerler mevcuttur. İslam medeniyetine şekil veren değerler ise ilahi kaynaklı olup geleneği peygamber uygulamalarına kadar dayanır. Yüce yaratıcı, kâinat için birtakım yasalar deruhte ederek, tüm işleyiş ve süreçleri kaostan uzak tutmuş ve bir dengeye oturtmuştur. Aynı amaçlar doğrultusunda, sosyal bir varlık olan insanoğlu için de birtakım yasalar takdir etmiştir. Böylelikle insanlar, sosyal hayatlarını ahlaki bir zemin üzerine oturtup kaos ve anarşiden uzak kalacak ve de yaratılış amacını gerçekleştirecek koşullara kavuşmuş olacaktır. Kulların iradesini, Allah’ın muradı çerçevesinde yönlendirmeye çalışan ilahi mesajlar, insana bazı sorumluluklar yüklemek suretiyle onu başıboş bırakmamıştır. İslam inancına göre kişi, öncelikle onu yaratan Allah’a, sonra kendine ve yakın çevreden uzak çevreye doğru bir sorumluluk taşımakla mükelleftir. Roger Garaudy’in ifadesiyle; İslam’ın ümmet anlayışında her bir fert, diğer bütün fertlerden şahsen sorumlu olmanın bilincini taşır.

İslam dini insana bireysel ve toplumsal sorumlulukları yüklerken, salt yasalardan ve ahirette tezahür edecek olan ceza ve ödül sistemine dair inançtan hareket etmekle yetinmez. İnsanın iç dünyasına yönelerek telkinlerde bulunmak suretiyle ‘ruhsal dinamiklerini’ harekete geçirir. Tapınma duygusu ve adanmışlık ruhuyla hareket eden müminler, maddi bir karşılık beklemeden birçok fedakârlığı göğüslerler. Ne bir iltifat ne de bir paye beklemeden değerlere yöneliş, hem özgürlüğün hem de Allah’a kul olmanın sonucudur. Bu tür bir ilahi aşk, fıtratın, Rabbi ile olan sözleşmesini yürürlüğe koymada bir katalizör görevi görür. İnsan yaratılış itibariyle iyi olsa da iç ve dış faktörler sebebiyle özünden uzaklaşabileceği gibi sonuçta Rabbinden de uzaklaşır. Rabbine yaklaştıkça da özüne yaklaşır. Dikkat edilirse bu anlamda sevap ile yasaklar, fıtrat ile uyum içerisindedir. Örneğin yalan söylemenin zorluğu, doğru söylemenin rahatlığı; kişinin eşini kıskanması ve zinanın yasak olması; başkasına yapılıyor olsa bile adaletsizliğe duyulan tepki; borç paranın fazlasıyla/faiziyle istenmesine duyulan hazımsızlık gibi. Aslında bu durum bir açıdan da fıtratın şahitliğidir. Genetiğiyle oynanmış bir fıtrat; burnunun ayarı bozulup da leş kokusundan rahatsız olmayan kişinin durumu gibi münkere ve çirkin davranışlara karşı duyarsızlaşır. Duyarsızlığı ortadan kaldırmak ve fertlerin iç dünyasında, derunu gerçeklik denilen bir değerler manzumesi inşa etmek için İslam, hayata dokunur. Bu dokunuşun temelini oluşturan Kur’an ve Sünnet’in eşliğinde yapılan öğüt ve telkinlerin nereye isabet ettiğini bir ayeti örnek göstererek açıklayabiliriz.

Rabbimiz Kur’an’ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘öf’bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.”4 Bir anne çocuğunu dokuz ay karnında, sonra kucağında ve daha sonra bir ömür boyu yüreğinde taşır. Mesaisinde ne bir zaman sınırlaması ne de bir ücret tanımlaması vardır. Engelli yavrusu onu kısıtlıyor olsa bile bu yine de onun şevkinden bir şey eksiltmez. Herkese göre çirkin gözükse de “Kargaya yavrusu şahin gibi gözükür.” sözünde olduğu gibi o, dünyanın bir tanesidir. Bu durum, herhangi bir telkine ihtiyaç göstermeden tamamen fıtri olarak tezahür eder. Tıpkı herkes için yeterince korkutucu gözüken kobra yılanının, yumurtalarına karşı çok şefkatli davranması gibi… Buna mukabil çocukların tavırları bu seyirde gelişmez. Çocuklardaki kalbin hafızası farklı çalışır. Anne ve babalarının bu fedakârlıklarını çabuk unuturlar. Daha çok eşlerine ve çocuklarına yönelirler. Burada nasihat edilmesi gereken ve görevlerini zaten fıtri olarak gerçekleştirmiş bulunan anne ve babalar değil, bizatihi çocuklardır. Kur’an bu noktada devreye girerek, çocukların kalbindeki iyilik ve merhamet duygularını coşturur. Hani güçsüz ve korunmaya muhtaç oldukları o çocukluk yıllarını hatırlatırcasına cümleler ihtiva eden aynı surenin 24. ayetinde, Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyuruyor: “Onları esirgeyerek, alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!’ diye dua et.”5

Anne ve babaların, zayıf düşüp korunmaya ihtiyaç duydukları yaşlılık döneminde, mal ve paradan çok kendilerine şefkat gösterecek bir insana ihtiyaçları vardır. Kur’an bu ihtiyacı karşılayacak ruhlara sahip kişilikleri inşa ederek; ebeveyn ve çocuklar arasında adeta bir çeşit mütekabiliyet uygulaması tesis ederek huzur ve barışı sağlar. Batı medeniyetinde yaşlanmış bir kadın, kozmetik cazibesini kaybettiği için değerini de kaybederken, Müslüman toplumlarda en yaşlı olan en değerli olup en çok saygıyı hak eden kişidir. Dinî hassasiyetlerini ve de bununla yoğrulmuş örf ve adetlerini canlı tutan Doğu veya taşra memleketlerinde, anne yahut babayı huzurevlerine vermek bir zül olmakla beraber kınanacak bir davranıştır. Oysa bireyselliğin ve modernizmin yoğun olarak yaşandığı büyük şehirlerde huzur evlerine alınmak için yıllarca sıra bekleyen yaşlı anne ve babaların durumu vaki bir gerçekliktir.

Üç emir ve üç yasak ihtiva eden Nahl Suresindeki mezkûr ayetin emirler kısmında yer alan ihsan, aynı zamanda diğer iki emir olan ‘adalet’ ve ‘yakınlara vermeyi’ de kapsamaktadır. Çünkü birçok güzel davranış ve Allah’ın rızasına uygun ameller, ihsan kavramının başlığı altında kendine yer bulabilmektedir. İhsan, bir şeyi iyi güzel yapmak, faydalı işler ile ikramda bulunmaktır. Yeryüzünü inşa eden, güzel amel üreten; hayır kuruluşları, aşevleri, darülacezeler, vakıflar, sebiller ve sair kurumları üreten dinamik ihsandır. Allah-u Teâla, müminleri ilahi bir ahlaka davet eder: “… Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun.”6 Bu emrin gereğini yerine getirecek olan Müslüman toplumların bireyleri, insanlara ikram ve iyilikte bulunmanın yanı sıra işlerini; iyi, güzel, sağlam ve muhkem bir şekilde yapmak durumundadırlar. Çünkü Allah işlerini belli bir denge, güzellik ve hikmet çerçevesinde gerçekleştirir. Kişi, gerek kulluk görevlerini gerekse de topluma karşı sorumluluklarını, Allah’ı görürcesine, eksiklikten ve kusurdan uzak kalarak en iyi şekilde yapmalıdır. Böylece Allah, İslami toplumun bireylerine ihsan ve umumi iyilik konusunda bir mükellefiyet yükler.

Bir iyilik medeniyeti oluşturma potansiyeline sahip olan İslami değerler; harici bağlardan çok dâhilî bağlar sayesinde insanları birbirine yaklaştırır. Bu öyle bir noktaya gelir ki kimi Müslümanlar kendi ihtiyaçları olduğu halde, başkalarını kendilerine tercih ederler.7 Aliya İzzetbegoviç, Rabbimizin, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmeden iman etmiş olmazsınız.” hükmü hakkında şöyle diyor: “Burada imana gel ki iyi insan olasın denmiyor. Tam tersine, iyi insan ol ki iman etmiş olasın, deniyor.”8 Genlerle aktarılamayan iyilik ruhu ancak ilahi değerler ve bunlarla yoğrulmuş sosyal normlar vasıtasıyla nesilden nesile aktarılabilir. Kendi varlığından daha ulvi bir varlığa inanması, yakın ve uzak akrabasına ihsanda bulunması, ortak duygulara sahip bir cemaatle birlikte ibadet etmek suretiyle bir çeşit yükseliş duygusu hissetmesi kişiyi mutlu eder. İyilik yapmayan toplumların mensupları mutlu olamazlar. Kendinize yapacağınız bir iyiliğin doğuracağı mutluluk çabuk söner iken, bir başkasına yapacağınız iyiliğin doğuracağı mutluluğun etkisi daha uzun sürelidir. Müslüman birinin Ramazan ayında her akşam muhtaç olan komşusunun evine karşılıksız yemek götürmesi, bir İsveçli için anlaşılması zor bir durumdur. Çünkü Avrupa’da hâkim olan seküler medeniyetin sabit referansı, menfaattir. Bu durum adeta “En iyiniz kendisine faydası dokunandır.” sözünde özet buluyor. Oysa İslami öğretiye göre: “En hayırlı olan, insanlara en faydalı olandır.” Faydacı yaklaşımın aksine, ‘adanmışlık’ ruhuyla hareket eden müminler, kaynağını dinden alan değerler sayesinde hayatı sistematize ederler. Dinin ürettiği sosyal normlar sayesinde, davranışlarını sınırlandırır ve sosyal yükümlülükler yüklenirler.

Nahl Suresindeki mezkûr ayetin yasaklar kısmına baktığımızda da yine toplumsal yapıyı korumaya dönük yasaklar görebiliyoruz. Örneğin “fahşa” olan eylemler yani başta zina olmak üzere edep, hayâ ve iffete aykırı her türlü söz ve davranışlara ambargo konulması ile bireyin onuru ve toplumun maslahatı gözetilmektedir. Bireyi haddi aşan eylemlerden sakındırır. Nesil güvenliğini tehdit eden unsurlara karşı bir duvar örmek ister. Yeni yetişecek nesil, sadakat bağıyla kurulmuş; karşılıklı görevlerin, şefkat, sevgi ve güvenin tesis edileceği bir aileye ihtiyaç duyar. Aksi takdirde bir yuva ve aile kurmayı göz ardı eden Avrupa toplumunda olduğu gibi yönelimler, sadece zevk ve şehvetlerin doyumu amacıyla kurulan ilişkilere kayacaktır. Üstelik zina sonucu doğan çocuklar, sağlıklı bir yuvadan mahrum olmak şöyle dursun, ileriki yaşlarda geçmişlerini sorgularken temiz olmayan bir yolla mı dünyaya geldim sorusunun cevabı, bu bireyler için yıkıcı olacaktır.9 Ailenin ifsat olduğu bir toplumun çöküşü kaçınılmaz olur. İslam zinayı büyük günahlardan sayarak şiddetle yasaklar. Zinaya giden yani harama giden yolları da haram saymak suretiyle bir fıkıh ve bir yaşam modeli oluşturur.

Sekülerizm ve Dinî Değerlerden Uzaklaşma

Aklı ve bilimi, ilahi olanın yerine koyan seküler Batı medeniyeti, dinin ve Tanrı’nın yol göstericiliğini reddeder. Dinî öğretilerin ön plana çıkardığı ‘vicdan’ ve ‘iç disiplini’ bir kenara atarak, davranışların yegâne belirleyicisi olarak akıl ve çıkarı kabul eder. Bu anlamda aklı ve insanı putlaştırır. İslami öğretinin tersine, dürtülerin serbest bırakılmasını ister. Machiavelli, Freud ve benzeri filozofların fikirlerinin şekillendirdiği hümanist ahlaka göre; kişi eylemlerinin sonucunu, haz ve çıkar kriterine vurarak o eylemin iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar vermelidir. Böylesi toplumlarda sadece kendine odaklanan hümanist (bir anlamda da narsist) ahlakın doğurduğu manevi boşluk, insanı yalnızlığa ve psikolojik yıkıma uğratmıştır. Avrupa’daki gerek uyuşturucu gerekse de intihar sebepli ölümler, dikkat çekecek boyutlara ulaşmıştır. “Her 100 ABD’liden 3’ü şiddet içeren bir suçun kurbanı olmaktadır. Boşanmaların büyük oranlarda seyrettiği ülkede, çocuk suç çetelerinin 750 bin üyesi vardır.”10 Kişiler nezdinde hayat anlamını yitirmeye başlayınca; bir yandan intihara yeltenenler öte yandan da hayatlarına heyecan katmak amacıyla sapkın ilişkilere yönelimler kaçınılmaz olmaktadır. Örneğin, Hollanda’da eşcinsellerin oranı % 45’lere varmıştır.11

İlahi emir ve yasakların dışlandığı, nebevi rehberliğin reddedildiği bir hayat yolculuğunun nerelere vardığına dair tarih yeterince şahitlik etmektedir. Güncel hayattan vereceğimiz iki vaka; eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insana ait temayüllerin, doğru yönlendirilmediği zamanlarda nerelere vardığına dair birer örnek teşkil etmektedir. Birincisi İngiltere’den: “26 yaşındaki kadın, evindeki ‘halı’ ile nikâh töreni nezdinde evlendi.”12 Diğeri ise Hindistan’da yaygın olan bir inanca göre, köpeklerle evlenen kadınların, şanslı ve kötü ruhlardan arınmış kabul edilmesidir. Eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın alçaltılmasına izin veren, kişisel özgürlük(!) ve telkinlerin hâkim olduğu bu tür atmosferlerde, aklın rehberliğinin tek başına yeterli olmadığı rahatlıkla görülebilmektedir.

İslam coğrafyalarına dönüp baktığımızda ise genel itibari ile şer’i hükümlerle yönetilmiyor olsalar bile, inanç anlamındaki deruni gerçekliklerini yaşatıp dinî görev ve ibadetlerini kısmen de olsa yerine getirmeye çalıştıkları görülebilir. Buna rağmen gayri İslami fikir ve ideolojilerden sadır olan toplumsal hastalıkların, Müslüman toplumları da etkisi altına aldığı izlenebilmektedir. Boşanmalar ve dağılan yuvalar, gayri ahlaki birliktelikler, alkol kullanımı, kumar ve bahis oyunlarındaki artışlar, depresyon sıklığı, uhrevi hassasiyetin yerini dünyevi hassasiyetlere terk etmesi, dinden uzaklaşmış ve hedefi olmayan yeni nesiller, bu hastalıkların semptomları olarak görülebilir. A. Nihat Asya’nın deyimiyle: “Bize bir nazar oldu, cumamız pazar oldu. Bize ne olduysa hep azar azar oldu!

İslam medeniyetinin arka planını oluşturan ilahi değerlerin ve meydana getirdiği sosyal normların, önemli ölçüde erozyona uğramasıyla birlikte bu medeniyetin dünyaya vereceği mesajın cazibesi de sönmeye yüz tutmuştur. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra, yüz yıl gibi kısa bir süre içerisinde İslam’ın, Atlas Okyanusu’ndan Çin sınırına kadar yayılmasının sırrı, kılıçların gücünden ziyade ilahi emirlerin ve peygamber uygulamalarında mevcut değerlerin cazibesi idi. İslami değerlerin motivasyonu sayesinde Müslümanlar ileriki yüzyıllarda bilim ve teknikte adeta öncü toplumlar haline geldiler. Ziya Paşa’nın çarpıcı ifadesiyle: “Miladi 1492 Hicri 897 senesinde Endülüs-Gırnata kütüphanesinde bir milyondan ziyade kıymetli Arapça eser bulunurken; bu asırdan dört yüz sene sonra Fransa Kralı Karlo zamanında kral kütüphanesinde yalnız dokuz yüz cilt kitap bulunuyordu.”13 İslam medeniyetinin bakiyesi olan günümüz Müslümanlarının düşmüş oldukları yerden tekrar doğrulabilmeleri için; gevşemeden ve karamsarlığa kapılmadan, “Eğer inanıyorsanız, en üstün sizlersiniz.” ilahi hükmündeki sebep sonuç ilişkisinin hikmetini aramak suretiyle, yeniden sahih imana ve değerlerine sarılmanın gereği,  tecrübi bir hakikattir.

Dipnotlar:

1- Kur’an-ı Kerim, Nahl, 90

2- Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, s.79, Ankara Okulu Yayıncılık

3- Kur’an-ı Kerim, Enbiya, 16-17

4- Kur’an-ı Kerim,İsra, 23

5- Kur’an-ı Kerim,İsra, 24

6- Kur’an-ı Kerim, Kasas, 77

7- Kur’an-ı Kerim, Haşr, 9

8- Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, s. 184, Klasik Yayınları

9- Evlilik dışı doğan çocukların sayısı, Avrupa Birliği istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre; son 20 yılda katlanarak yüzde 35’i aştı. Listede ilk sırayı yüzde 64,1’lik oranla İzlanda aldı. (www.hurriyet.com.tr, 09.09.2010)

10- Prof. Dr. Nevzat Tarhan, Çağın Vicdanı, s. 193, Nesil Yayınları

11- Fehmi Demirbağ, Eşcinselleştirme Operasyonu, s. 162, Yener Matbaa Samtaş, 2019

12- www.sabah.com.tr, 7 Aralık 2019

13- Ziya Paşa, Endülüs Tarihi, s. 125, Selis Yayınları