Ahmet Yaşar Ocak'ın 1999'da İletişim Yayınları arasında çıkan bu kitabı, Türklerin tarih boyunca İslamiyet'e yaklaşımları ve günümüzde İslam'ın devlet ve toplum tarafından hala tam olarak tanınmadığı yönünde bir girişle başlıyor. On adet makaleden oluşan eser, çeşitli yerlerde yayınlanan sekiz makaleyle yayınlanmamış iki yazıdan ibarettir. Yazara göre İslam konusunda Türkiye toplumu "Tanzimat'tan ve özellikle cumhuriyetin ilanından bugünlere kadar, hukuki, siyasi, toplumsal ve kültürel alanlarda, hep ateşli tartışmaların, hatta çatışmaların konusu olagelmiş ve olmaya devam etmektedir". Yazar bu durumun anormal olduğunu "Bir toplumun, bir milletin ve ülkenin bin yıldan fazla zamandır temel bir gerçeği olan İslam neden bir problem haline gelmiştir?" cümleleriyle belirtirken; sorunun devlet, siyaset, üniversite, aydınlar ve medya tarafından karşılıklı ithamlar ileri sürülerek ateşli tartışmalara sebep olduğunu göstererek bu sorulara cevap aramaktadır.
Tanzimat'tan itibaren batılı aydınlar tarafından, halkın tersine, İslam, "geriliğin, ilkelliğin sorumlusu olarak görülmüş ve Türkiye'yi çağdaşlaştırmak için onu siyasal, hukuki, toplumsal ve hatta kültürel alanın dışında tutmanın gerekliliğine inanmışlardı". Bunun için cumhuriyet, laiklik ve devrimler tehlikede gibi ucuz ve basit komplo teorileriyle olaya yaklaşmışlar "laikliğin elden gitmesi" "devrimlerden ödün vermemek", "şeriatı, irticayı hortlatmak" gibi sloganlarla gündemi oluşturmuşlardır. Kısacası devlet, İslam'a "yetmiş beş yıldan beri sosyolojik, bilimsel açıdan bakamamakta, bu probleme bilimsel olarak yaklaşması gereken akademik çevreler dahi polisiye ve ideolojik açıdan yaklaşmakta ısrarını sürdürmektedir". Halk, İslami taleplerini çeşitli vesilelerle sivil toplum örgütleri aracılığıyla dile getirdiği zaman askeri müdahaleler Demokles'in kılıcı gibi başında nöbet tutmaktadır.
Yazar bu girişin ardından çeşitli alt başlıklarla konuyu örneklendirerek bölümler halinde tarihten günümüze aktarmaktadır.
Tarih Boyunca Türkler Ve Dinler
Bu bölümde Türklerin İslam'a giriş problemi tartışılmaktadır. Türkiye toplumunun İslam'a girişi konusunda resmi tarihin hamasi bir şekilde bu konuyu izah ettiğini söyleyerek gerçekçi olmadığı belirtilir. "Türkler İslam'a hemencecik ve kafile halinde girmişlerdir" resmi tezi bugün tartışılmalıdır. Üstelik "İslam olmadan önce Türkler tek tanrıya inanıyorlardı" tezi de pek sağlıklı bir yaklaşımın ürünü olmadığı araştırmalarda ortaya çıkmaktadır.
Dolayısıyla milliyetçi tarih tezinin genelleyerek oluşturduğu bu söylemin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu konunun Türklerin İslam öncesi dinlerinin yeniden incelenmesiyle açıklığa kavuşturulması gerekir. Ayrıca Orta Asya'da bulunan Türk toplulukları homojen bir yapıda değildi. Birbirinden bağımsız birçok topluluklar vardı.
Türklerin İslam Yorumları
a) Türkler ve Sünni (Ortodoks) İslam
Türkiye toplumu Karahanlılardan Osmanlılara kadar devlet ve halk olarak neden Sünni İslam anlayışını benimsediği, bu bölümde anlatılırken bunun üç sebebi de şöyle sıralanıyor: "Birincisi; ilk müslüman Türk devletlerinin, meydana çıkışından az bir zaman önce her bakımdan güçlü bir şekilde Sünni İslam'ın yerleştiği Maveraünnehir yöresinde kurulmuş olmalarıdır". "Eğer burada Şiilik güçlü bir şekilde yerleşebilmiş olsaydı, Türklerin İslamlaşma süreci herhalde Şiilik istikametinde gelişecektir".
İkinci bir sebebi ise; "Sünni İslam'ın yaklaşık üç yüz yıllık gelişmiş ve kurumlaşmış bir siyaset geleneğine zamanına göre hayli sistematik ve gelişmiş bir hukuk düzenine ve epeyce işlenmiş yazılı bir teolojiye sahip bulunması, kısaca çağın bir Müslüman devletinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yapılanma imkanını sunabilmesidir".
Kısaca Sünni İslam denilen bu Emevi ve Abbasi saltanatının İslam anlayışı, Türklerin de bugüne kadar eleştirmeden kabul ettikleri ve cumhuriyet rejiminin de işine gelen bir kabulle onayladığı bir yorumdu.
Üçüncü olarak; Abbasi Sünni hilafetinin gözünde saygın bir yer edinme psikolojisi de Türklerin Sünni yoruma meyletmesinde etkili olmuştur.
Burada yazar ayrıca Sünni yorumun daha da teferruatına girerek şu soruyu soruyor: Türklerin neden Eş'ari değil de Maturidi veya neden daha çok Hanefilik yorumunu kabullenmeleri ağır basmıştır? Yazar burada cevap olarak Eş'arilik, Malikilik, Şafilik ve Hanbelilik'in daha çok nakli (kitaba ve sünnete dayanan) esasları ön plana çıkarmasına rağmen, Hanefilik ve Maturidilik'in daha rasyonel ve bölgesel şartları dikkate alan pragmatik ve pratik bir özelliğe sahip olduğu için Türk devletleri tarafından kabul edildiği fikrini savunur.
Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı kendisinden önce oluşmuş bulunan Sünni İslam yorumunu hazır kalıplar olarak alıp, kendi saltanat sistemine uygun bulduğunu yazarın cümleleriyle takip edelim. "Çünkü Osmanlı uleması, kendi orijinal eserlerini ortaya koymak yerine, genellikle İslam Orta Çağlarının Kelam, Fıkıh, Hadis ve Tefsir alanlarında artık klasikleşmiş eserler üstünde çalışmayı, bunları şerh etmeyi, bunlara talik ve haşiye yazmayı tercih etti".
Burada Osmanlı Sünni yorumunun XVI. yüzyıla kadar kendi dışındaki azınlıklara ve Türk boylarına karşı çok fazla sert olmadığını, müsamahakar davrandığını söyleyebiliriz. Çünkü Türkmenler henüz konar-göçer haldedir. Ve medreseler şehirlerde tam olarak kurumlaşmamıştır. XVI. yüzyılda içte birtakım sorunların ortaya çıkması ve Safevi faktörü, Osmanlı Sünniliğinin süreç içinde baskıcı, dışlayıcı ve fanatik bir yapıya bürünmesini sağlamıştır. O olay teolojik bir tartışmadan ziyade konjonktüreldir, siyasidir. "O zamana kadar heteredoks kesime karşı herhangi bir baskı siyaseti gütmeyen Osmanlı merkezi yönetimi daha sonra çok sıkı bir denetim politikası uygulamaya başladı. Devlet, yayımladığı belgelerde zındık, mülhid, ehl-i rafz veya rafızi terimiyle nitelendirdiği bu heteredoks kesime karşı, Ehli Sünnetin savunuculuğunu resmen ve sık sık telaffuz etmeye başladı". Bu olayı yazar "teolojik bir çatışmadan ziyade Safevi propagandasına karşı kendi topraklarını savunma amacına yönelik idi" şeklinde açıklamaktadır.
Aslında bu durum; Osmanlı devletinden önceki Abbasi ve Emevi siyasi iktidarına karşı çıkan Mutezili ve Harici müslümanlar için de aynısı olmuştur. Hatta bazı çevrelerin siyasal İslam içinde kullandığı kavramlar bugün yine bundan farksızdır. Mevcut baskı rejimine karşı muhalefet eden gruplar, haklı da olsalar egemen iradenin onlara karşı yürüttüğü ezici politikayı meşrulaştırmak ve bilinçsiz halk kesimlerine inandırmak, kandırmak için İslami kavramları kendi saltanatları adına eğip bükmekten geri durmamışlardır.
b) Türkler ve Heteredoks (Gayri Sünni) İslam
Bu İslam anlayışı göçebe Türkmenlerin önceki dinlerinde bulunan mistik unsurlarla, yeni dini anlayışın getirdiği mistik unsurlarının kaynaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Arapça bilmeyen okuma yazmadan mahrum, göçebelikle uğraşan Türkmenler arasında sözlü geleneğe dayanan, kitabi olmayan bir İslam anlayışı gelişti. Dini anlayış kabile yapısına uyarlandı. Mitolojik bir yapı meydana geldi. Konar-göçer bir hayatın getirdiği hareketlilik içerisinde İslami ritüellere pek fazla uyulmuyor, eski dinlerin yaşayış biçimi yani kavramlar altında varlığını sürdürüyordu. Bunlar arasında en etkili olan Horasan Melametiye Mektebinin temsilcisi sayılan Ahmet Yesevi'dir. Ahmet Yesevi Çin Türkistanı, Maveraünnehir, Harezm gibi bölgelere halifelerini göndererek sufi ve heteredoksi İslam'ın propagandasını yaptırıyordu. Bu sufi anlayışın eski atalar kültü, budizmden kalan aziz kültü ve onun da üstüne İslam'ın evliya kültü cilası çekilerek yaygınlaştığını ve kurumlaştığını görüyoruz. Bu evliya kültü, tabiat üstü birtakım ilahi güçlerle donatılarak karizmatik yetkilere bürünmüş aşkın bir şahsiyetin çevresinde toplanılması ve kutsanması inancını beraberinde getirmiştir. Bu da bugün Sünni kesimi de içine alan Türk Halk İslamının oluşum sürecini meydana getirmiştir. Bu halk İslami kitabi İslam'dan derin çizgilerle ayrılmasına rağmen ulemanın tepkisini çekmemek için maalesef Kur'an'i kavramların içini boşaltıp kendi sapkın anlayışını doldurarak varlığını bugüne kadar sürdürmeye devam etmiştir.
Halk İslamının Anadolu ve Balkanlara kadar uzanan etkisiyle günümüze Alevilik ve Bektaşilik yapılanmasına da katkısı olduğunu görebilmekteyiz. Şiiliğin, Hz. Ali kültü, Kerbela kültü, oniki imam kültü gibi motiflerinin Anadolu halk İslam anlayışına XVI. yüzyılda Safevilerin etkisiyle yerleştiği bilinmektedir.
Heteredoks İslam anlayışının senkretik (bağdaştırmacılık) ve mistik karakterinin yanında onun bir de "ihtilalci Mehdici" bir inancın da temsilcisi olduğu o dönemde yapılan isyanlarda ortaya çıkıyor. Bunlar XIII. yüzyılda Selçuklu Anadolusundaki Babailer, XV. yüzyılda Balkanlardaki Şeyh Bedrettin ve XVI. yüzyılda Anadolu isyanlarıdır. Bunlar İhtilalci Mehdici ideolojiyi yansıtmaktadırlar.
XVI. yüzyılda "Bektaşilik kabaca heteredoks İslam yorumunun klasik sufi kalıplarla ifadelendirilmesi ve tıpkı öteki tarikatlar gibi bir tarikat şeklinde organize olmuş biçimi olarak tanımlanabilir".
Türk Tarihinde İslam'ın Görüntüleniş Biçimleri
Yazar bu görüntüleniş biçimlerini şu alt başlıklara ayırarak inceler. "a)Halk İslami (Popüler İslam), b) Kitabi İslam (Medrese İslami), c) Tekke İslami (Mistik İslam) d)Devlet İslami (Siyasal İslam)". "Bu kategoriler, geçmişte olduğu gibi bugün de bütün İslam dünyasında aynen mevcuttur".
Diğer Bölümler
Yukarıda özetini yazdığımız bölümler Ocak'ın sadece bir makalesini kapsıyor. Aslında eserin her makalesi bir kitap yazılacak çapta başlıklardan ibaret. Kitap İslam konusunda Türkiye aydınlarının objektif bakış açısına sahip olamamasının çeşitli sebeplerini araştırıyor, çözümler sunuyor. Cumhuriyet döneminde, dışlanan İslam'ın yerine Kemalizmin getirilmeye çalışıldığını fakat dinin yerini Kemalizmin dolduramadığı belirtiliyor. Ayrıca uygulanan radikal laiklik projesiyle de din hakkında gerçek manada araştırmaların yapılamadığını söylüyor. Laik devletin İslam konusunda bilgisizliğinin yanında toplumun da din hakkında yeterli bilgisi olmadığı vurgulanıyor.
Tasavvuf konusunda yazdığı makalede İslam'ın zühd anlayışının olduğunu belirtirken, tasavvuf ve tarikatların tarih içerisinde oluştuğunu ve İslam'ın net bir şekilde anlaşılmasına engel olduğu kanaatine varılıyor. Yazar bu görüşünü "Nitekim Osmanlıların Balkanlardaki fetih hareketlerine paralel olarak buralarda faaliyet gösteren tarikatların, yerli halkları yeni yönetime ısındırmaları açısından önemli bir görev yaptıkları, ama yaydıkları İslam tarzının da, büyük ölçüde hurafelere dayalı bir müslümanlık olduğu tarihsel bir gerçektir" cümleleriyle belirtiyor. Ocak bu değerlendirmeyi yapıyor, fakat bir Muhyiddin Arabi'yi, Mevlana'yı ve Yunus Emre'yi feda edemeyeceğimizi de belirterek kendisiyle çelişkiye düşüyor. Bunun da akademisyen olmanın getirdiği bir tezat olması gerekir.
Ocak, geleneksel fıkıh anlayışını da dar çerçeveli ve dünyaya sırtını dönen bir yapıda olduğunu, Orta Çağda kaldığını, kendini çağın sorunlarıyla yeniden üretmesi gerektiğini haklı olarak vurguluyor.
Osmanlının İslam anlayışı hakkında yaptığı değerlendirmede, dinin devlet kavramına ve Osmanlı hanedanına meşruluk kazandırma ve onu kutsallaştırma fonksiyonunu belirtiyor. Giderek devletin bekasının her şeyden önce geldiğini, nizamı alem için olumlu muhalefet hareketlerine bile göz açtırılmadığını söylüyor. "... merkezi yönetimin elinde bir baskı haline dönüşen bu siyasallaşmış Sünnilik, artık her türlü gelişime kapalı hiçbir esnekliğe ve dinamizme geçit vermeyen savunmacı ve tutucu bir karaktere büründü. Tam anlamıyla devletle özdeş hale geldi".
Ocak, Osmanlı İslamını ve Cumhuriyet rejiminin İslam anlayışını tenkit ederken ayrıca günümüzde fundamentalist veya radikal denilen İslamcı hareketleri de eleştiriye tabi tutarak bu hareketlerin Türkiye tarihinin dışındaki siyasal konjonktürün etkisiyle oluştuğunu ve onların fikir ürünleriyle beslendiğini anlatır. (Bu hareketlerin İhvanı Müslimin, Cemaati İslami gibi oluşumların yanında Afganistan'ın işgali ve İran İslam Devriminin de etkisi olduğu belirtilir).
Ocak, radikal İslam'i hareketlerin kendilerini ifade edebilecek bir program ortaya koyamadıklarını, ütopik bir İslam devleti peşinde olduklarını, İslam dünyasının geri kalışından sadece batı emperyalizmini suçladıklarını, oysa asıl suçlunun kendini skolastisizmin duvarlarına hapseden İslam dünyasının bizzat kendisi olduğu vurgusuyla ortaya koyar. Bizce Ocak'ın yaptığı bu eleştirilerde doğruluk payının olmasına rağmen hepsine katılmadığımızı da belirtmek isteriz. Ocak'a göre İslam'ın devlet talebi ve siyasal rejim isteği olmamalıdır. "Her halükarda, İslam'ı siyasal bir rejim olarak düşünmenin ve onu siyasal bir ideolojiye indirgemenin dünyanın küreselleşmeye doğru hızla itildiği zamanımızda, İslam'ın doğru anlaşılmasına büyük ölçüde engel teşkil ettiği hergün pekçok örnekleriyle görülüyor" ifadelerini kabul etmemiz mümkün değildir. Böyle bir genelleme yapmak yanlıştır. Ayrıca batı emperyalizminin askeri hegemonyasından kurtulup sözde bağımsızlıklarına kavuşan İslam ülkeleri hemen ardından kendi toplumlarının askerlerinin eliyle jakoben elit kesimlerin de desteğiyle katı laikçi uygulamaya başlamalarını Ocak eleştiriyor. Ve onlara karşı çıkan radikal İslamcı hareketlerin oluşumunda bu radikal laik kesimin baskıları olduğunu söyleyerek bir taraftan haklılık payı veriyor, arkasından da bu İslamcı hareketlerin militan olduğunu, tarihte prototipi olan İsmaili-Batıni hareketlerden etkilendiğini söyleyerek tezat içerisine giriyor. İnsanların kendilerini savunması militanlık mıdır, yoksa meşru müdafa mıdır. Yapılan zulümlere başkaldırmak, haksızlığa karşı çıkmak, sömürüye engel olmak, insan onurunu korumanın yanında İslam'ın da emrettiği yükümlülükler arasındadır.
Bütün bunlara rağmen bir akademisyen olarak Ahmet Yaşar Ocak'ın yazdığı değerli kitapların okunması ve eleştirilmesi gerekir. Serbestçe fikirlerini söyleyebilmesi, bunu belgelerle ispatlaması ve kitaplarındaki sistematik anlatış şekli okunmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.