15 Temmuz’un ardından, FETÖ üzerine yapılan tahlillerin siyasi ve teolojik yönlerinin iç içe geçişi, tarikatlar, cemaatler, laiklik, Kemalizm tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Tabii bu harlanmanın yönü Kemalizm ve Kemalist kesimler lehine, tarikat-cemaatler aleyhine 1920-30’lu yılların perspektiflerini ve politik meşruiyetlerini(!) canlandırır tarzda yapılınca, yavuz hırsız ev sahibini yeniden bastırma ameliyesine büyük bir iştiyakla ve çok izlenen programlar aracılığıyla yeniden girişti.
Madalyonun bir tarafı böyle, peki ya diğer tarafı?! Meseleye İslami literatürle yaklaştığımızda, aslında FETÖ’ye ilişkin yaptığımız/yapacağımız tüm tahlillerin Kemalist kesimler için de ziyadesiyle geçerli olduğu anlaşılır. Hatta gerek teolojik gerekse siyasi yönleriyle fersah fersah aşabilir de. Nasıl mı? Bir bakalım…
Mesiyanik Anlayış Ya da Mehdicilik
Sözü hiç uzatmadan öncelikle “din” ve “dindar”; hatta “mezhep” ve “tarikat” kelimelerinden başlayalım: Kemalizm de bir yaşam biçimi yani dindir. Dolayısıyla her Kemalist birer “dindar”dır. Eğer meseleyi aydınlanma felsefesine kadar götürecek olursak ve mesela rasyonalizmi bir itikad biçimi ve din olarak kabul edersek, o halde Kemalizm’e de pekâlâ bu dinin bir kolu/mezhebi/tarikatı muamelesi yapmak mümkündür. Tıpkı hurafe/ler kelimesine Kemalizm’in dağarcığının hiç de yabancı olmaması gibi.
“Hurafe” kelimesini genellikle geleneksel-yozlaşmış ve saptırılmış akidevi teorik ve pratik umdeler adına kullanırız ve bu kullanımı zihinsel olarak da sınırlarız. Oysa bu tutum eksiklik içermektedir. Mesela Kemalizm’in kök kaynaklarını oluşturan Alman Vülger materyalizmi, Fransız Pozitivizmi ve Sosyal Darwinizm birer hurafeler bütünüdür. Batı’da bile yüzyılın ortalarından itibaren bunlara karşı “Akıl Tutulması” başlıklı felsefi kitaplar yayınlanmıştır. Hatta Alman Vülger materyalizmine ilişkin kitapların yüzyılın başında Tıbbiye’de -hem de Almancasından- okunduğunu gören Alman yazar, bu teveccühe olan şaşkınlığını gizleyememiş, Almanya’da taraftarı olabildiğince azalmış bir düşüncenin bu derece sahiplenilmiş olmasını aklı almamıştır!
Tabii Kemalizm’in bu hurafeler zinciri sadece seküler yanlarıyla değil, ilahi referanslı dinlerin yardımına başvurularak mistifike edilmesiyle de ele alınmalıdır. Ancak konuyu çok dağıtmadan “Tek Adamcılılık/Kurtarıcılık/Mesiyaniklik” meselesine yönelik birkaç kelam edelim ve bakalım Mesihçi anlayış, sadece muharref geleneğe ait bir itikad/düşünüş biçimi miymiş?
İki gelişme bize Seküler Mesiyanizmin temellerinin nasıl ve niçin atıldığını göstermektedir.
1) Heykellerin dikilmesi
2) Atatürk merkezli tarih yazımına başlanılması.
Heykellerin dikilmesi süreci 1925 yılında başlamıştır: Sarayburnu (1926), Ankara-Ulus (1927), Taksim (1928) gibi önemli noktalara heykeller dikilmeye başlanmıştır.
Tarih yazımında da Nutuk merkezî bir yer işgal etmekle birlikte, mesela önceleri “Mebuslar Cumhuriyeti ilan etti” gibi cümleler “M. Kemal Cumhuriyeti ilan etti” şekline dönüştürülmüştür. 1928’de “Türk’ün Altın Kitabı”nda yüceltici biyografiler ele alınmış; “Türk’ün Yeni Amentüsü”nde Türklük bir iman konusu olarak işlenirken, “Gazi Allah’ın en sevgili kulu” olarak nitelenmiş ve ince ince sözünü ettiğimiz mistifikasyon süreci, ilahi ve nebevi sıfatların istismarıyla imar edilmeye başlanmıştır.
1908 neslinde var olan İslami kültürel potansiyel ulusalcılığa akıtılmış ve 1930’larda Kemalizm sözcüğünün tam karşılığı iman ve bağlılık konusunda “din” olarak belirlenmiştir. Böylelikle dönemin ruhbanları olan ulusçular önce “toplum/ulus eşittir tanrı”yı, eşgüdümlü olarak da “şef eşittir ulus” yani “şef eşittir tanrı”yı üretmişlerdir.
Bu meyanda Ziya Gökalp’in Durkheim’den mülhem ifade ettiği “Fertler yok cemiyet var. La ilahe illallah!” tespitini hatırlamakta fayda var. Ruşeni Barkın 1926’da “Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim Benim Türklüğümdür” kitabını yazarak ulusçuluğu İslam’a alternatif olarak önermiştir. Afet İnan, M. Kemal’in Ruşeni Barkın’ın kitabını çok beğendiğini ve zaman zaman kitaba notlar düştüğünü belirttikten sonra, onlardan birini şu şekilde aktarır:
“Bizim kutsal kitabımız bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ulusalcılığımızdır. O halde felsefemizde din sözcüğünün tam karşılığı ulusalcılıktır.”
Tanrı = Türk Ulusu = M.Kemal
Bu sürecin ardından “ulus” ile “lider”in özdeşleştirilmesi ve onun da kutsanması vakti gelip çatmıştır. Artık “ulusun kutsallığı”ndan “şefin kutsallığı”na geçilecektir. Böylelikle “Tanrı = Türk Ulusu = M. Kemal” özdeşliğine varılacaktır.
Yakup Kadri, “Ankara”sında Atatürk’ün “Türk milletinin maneviyatından risalet aldığı” yani “ulus tanrısından vahiy/ilham aldığı”nı yazacaktır. Ruşen Eşref onu resulün “emin” sıfatıyla tanımlayacak; yine Yakup Kadri “Atatürk’ün Sofrası”nı İsa’nın havarileriyle yediği yemeğe benzetecektir.
Şiirlerde; “Ölüleri dirilten İsa; kavmini kurtaran Musa; insanlığın ikinci atası Nuh; imdada yetişen Hızır; dünyayı düzeltecek Mehdi” olarak nitelenecek; Reşat Nuri Güntekin 1918-1922 arasında Tanrı olarak doğduğunu yazacak; Nurullah Ataç ise “Tanrıtürk”ü üretecektir. “Allahu Ekber”e karşıtlık olarak “Atatürk Ekber”, Kâbe’ye nazire olarak da Çankaya figürü yerleştirilecektir.
“Atası etrafında toplanan millet” vurgusuyla “soyut ulus tanrı” ve Atatürk zaman zaman yer değiştirecektir: “Milli Mücadele onun mucizesidir.” “O’nun ‘nafiz nazarı’ (delip geçen bakışları) vardır.”“O, hayat ve şeniyeti (gerçekliği) tam idrak etmiştir.”“Türk ulusunun şahsında tecessüm etmiştir (cisimleşmiştir).” “Bugünkü ve yarınki Türk nesillerinin iman ve mefkûre babasıdır.”
Dolayısıyla Hasan Ali Yücel gibilerin o öldükten sonra, 1943’te onu “tanrı” olarak görmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Zaten yaşarken o konuma gereğince oturtulmuştur. Bu, Şevket Süreyya Aydemir’in 1975’te “Mecburduk inkılâbımızı oturtmaya ve Atatürk’ü putlaştırmaya.” sözlerinde olduğu gibi o yıllarda kalmış bir politik/dinî tutum olsa idi bir derece. Ancak öyle olmadı ve aksine tabulaştırma, kutsama, putlaştırma ve tarihle, ulusla özdeşleştirme resmi ideolojinin tahkim edilmesinin gereklilikleri mucibince ihtiyaca göre çeşitlendirilerek bugüne dek taşındı.
İnkılâplar tıpkı o gün olduğu gibi bugün de liderin iradesiyle özdeşleştirilerek kutsandığı için şahsına, inkılâplara ya da tarihe muhalefet de devlete, millete, vatana ihanet ölçütü olarak rahatlıkla dile getirilebiliyor.
Onun hakkında o dönemden günümüze halen kullanılan sıfatları şu şekilde özetlemek mümkündür:
Kurtaran (Halaskâr), Koruyan (Hami), Kuran (Bâni), Yetiştiren (Mürebbi), Yol Gösteren (Mürşit), Denetleyen (Vâsi), Layık Olan (Liyakatli), Şaşmaz Olan (Layetezelzel), Önder (Pişüva), Havarileri olan ama “Tek Olan” (Ben), daha doğrusu “O”.
Fethullahçılar Büyülenmiş de Kemalistler “Fikri Hür, İrfanı Hür, Vicdanı Hür” mü?!
Tekin Alp 1935’te yazdığı “Kemalizm” kitabının bir bölümünün başlığını “Kahrolsun Şeriat Hükümeti” koyacak ve “Mademki Kemalist öğreti böyle istiyor, sırası gelince, dinsel toplulukların da er geç geçmişten kalıt kalan öteki pek çok şeylere katılmak üzere tarihe fırlatılıp atılacağına kuşku yoktur.” diyecek, böylelikle “Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı (abidi)”ni tanımlayacaktır. Bu vurguyu da 1936’da yayınlanan “Kamâlizm (CHP Programının İzahı)” kitabında Şeref Aykut yapacaktır. Ona göre gençliğin ihtiyacı bu dinin tapkanı olmaktır:
“Gençliği…Kamalizm Dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı yapmak, ona bu kutsal, ulusal, kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister… Ta ki Kamalizm dinine inanı artsın. İşte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti, bunu amaçlamış, hazırlamıştır.”
Devamında şöyle diyor:
“Kamalizm bir dindir ki onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır… Kamalizm Dininin devletçiliği… Kamalizm, ulusu amacına yönelten bir din… Biz, Kamalizm’in inanlı tapkanları (tapıcıları/inananları) şunu çok iyi anlamak kadar inanmak gerekliğini gönlümüzde taşımalıyız ki Türk tarihini Atatürk’e gelinceye kadar kimse içinden eleyerek onun büyük ulusa yüksek bir terbiye kaynağı olduğunu anlayamamıştır…”
Bu dinin bir kitabı da olacaktır elbette.
“İşte bu tarihtir ki bugün kutsal bir kitap gibi önümüze açılarak, yüce partimizin korucusu Atatürk’ün parti prensiplerini kavrayan şimdi çözelemeğe çalıştığım Mushaf’ını yapıyor.”
1934’e gelindiğinde, M. Kemal’in bir yurt gezisi esnasında gazeteler köylülere şöyle seslenecektir:
“19 Mayıs’ta Samsun’da doğan güneşin (…) Büyük Gazi’nin önünde eğilelim.”
10. Yıl ve 15. Yıl ders kitaplarında “CHP ilkeleri Büyük Şef’in ruhundan doğdu.” ibareleri yer alır. Mahmut Esat Bozkurt, inkılâp tarihi derslerinde Faşizm’i Kemalizm’in kopyası olarak anlatır. 1938 yılı ders kitabında (Sadak) “Milli irade siyasi kahramanlarda tecelli eder. Totaliter rejimler demokratiktir.” ibareleri yer alır. Zaten Şef ulusu temsil ettiği ve birbirlerinde fena buldukları için, şeflik sistemi doğal olarak demokratik ilan edilir.
Mahmut Esat Bozkurt, inkılâp tarihi derslerinde “İhtilallerin… Şeflerin kafalarının dışa yansıması” olduğundan bahseder.
Böylelikle yeni nesillerin zihninde Cumhuriyet = Ulus = Rejim = Atatürk özdeşliği imgesi yaratılmak istenir ve bunda da önemli ölçüde başarılı olunur.
Osman Nuri Çerman’ın deyişiyle Nutuk da “bir ilham-ı ilahi” olarak görüldüğü için ve sırf Atatürk yaptığı için Batılılaşmacı devrimler de rahatlıkla millileşir, kutsallaşır. Bu öyle bir manevi dönemdir ki 1908 nesli aydınlarının daha önce rüya gibi gelen düşüncelerinin de gerçekleştiği bir zaman dilimidir. Böylelikle Şinasi’nin Mustafa Reşit Paşa’ya atfettiği “medeniyetin resulü” tabirinden çok daha iştiyaklileri Atatürk’ün kişiliği, geçmişi, geleceği, yazdıkları, yaptıkları için üretilir. Öyle ya, Kamalizm bir din ise eğer, bu dinin bütün tamamlayıcı unsurları ya Atatürk’te toplanmış ya da onun icraatlarında somutlaşıp kutsallık zırhına bürünmüştür.
Bugün bu ulusalcı sınıfın kendilerini halen elitist seçkinler olarak görmelerinin arka planında bu derin ve üretilmiş tarihî algı yatmaktadır. Bu toplumsal şuuraltı, pozitivist bilimciliğin devamlılığı ve üretilmiş maneviyat umdeleri sayesinde devlet eliyle ve inkılâp tarihi popülarizasyonu ile beslenmektedir. Böylelikle başta Atatürk imgesi olmak üzere genç kuşakların zihninde yeniden ve yeniden üretilebilmektedir. Bu dinin ve tapkanlarının niteliklerini özetlersek: Kutsama; elitizm/ruhbanlık/skolastisizm; halka rağmen soyut ulusçuluk (Ancak seçkinler ulusta fena bulur!); İslam reforme edilmeli retoriği altında İslam düşmanlığı başı çekmektedir.
“Takiyye” mi Demiştiniz?
Türkiye tarihinde “irtica” kelimesinden daha ala takiyyecilik var mı diye sormak gerek. İslam düşmanlığını örttüğünü sanmanın bir mottosu olan “irtica” kelimesinin her kullanıldığı cümlenin ardından “Bizim gerçek dindarlarla işimiz yok!” gibi garabet bir açıklamanın, yalanın gelmesi ne türden bir takiyye ile karşı karşıya olduğumuzu yıllardır yeterince ispat etmedi mi?
“Din avamın ilmi, bilim havassın dini” ya da “Din terakkiye manidir” gibi hurafeler de yıllarca bu tarikat mensuplarınca tekrarlanagelmedi mi? Her zulüm, her tedip, tenkil ve taktil harekâtı “o zaman öyle gerekiyordu” mottosuyla meşrulaştırılmadı mı? M.Kemal’in Milli Mücadele esnasında yapageldiği takiyyeci hilafet ve saltanat konuşmaları, tarihî bir dehanın ürünü olarak sunulmadı mı?
Üstelik İttihat Terakki ile başlayan darbeci geleneğin bugünkü uzantılarına baktığımızda da FETÖ’cülerin şizofrenikliğine sebebiyet veren ve 25-30 yıl içine büründükleri ikincil kimlikleri “Kemalistlik” değil mi?
Laikliği “Liyakat Ölçüsü” Olarak Dayatmak Ya da
Sadece FETÖ’cüler mi Birbirlerinden Yıllarca Emir Aldılar?
90 yıldır birbirlerinden emir alan tarikatçıların başında asker-sivil Kemalist bürokrasi mensupları gelmekte değil mi? Ya laiklik üzerinden kimlik ayrımlaştırması yapılması ve bizatihi laik olmanın liyakat ölçüsüymüşçesine sunulmasına ne demeli? Liyakat meselesi kimliklerden ayrı savunulması gereken bir meziyet iken; bizatihi Kemalist-laik olmayı bir liyakat ölçüsü gibi yutturmaya çalışmanın anlamı nedir? Hatırlayalım bakalım…28 Şubat’ta dindar-muhafazakâr kesimleri kamusal alandan kazırken akla gelmeyen bu liyakat meselesi, ne zamandan beridir Kemalistlerin adalet/kıst ölçütü haline geldi?
İşin gerçeği bugünlerde yapılan tüm yazı-çizi ve konuşmalarda bile açıkça takiyyenin, yalanın, samimiyetsizliğin, riyakârlığın binbir türüyle karşı karşıya kalınmakta ama “ilericilik, çağdaşlık, tarikatlar, cemaatler” nakaratları gırla gitmekte.
Türkiye’nin en büyük tarikatı meşrebine uygun söylemlerini yeniden diriltme peşinde. Kutsallık onlarda, dogmatiklik onlarda, ruhbanlık, mezhepçilik, seküler ulusçu tarih yazımı ve dayatması üzerinden İsrailiyat ve Mesihiyat onlarda; kiliseleri merkezde, “bilim/ilim” anlayışı tekellerinde; rasyonalizmin çarpıtılmış hali olan “akılcılık” uhdelerinde, diledikleri gibi aforoz ediyorlar, diledikleri mistifikasyonlara başvuruyorlar ve meşruiyetleri de kendilerinden menkul.
Türbeciliğe karşı olduklarını ellerini çırparak ilan ediyorlar ama onyıllardır en büyük türbecilik (Anıtkabir) onlarda; “akıl”, “sorgulama”, “eleştirel zihin” baş tacı ama ta ki kendi dinleri sorgulanana kadar! Nutuk ya da inkılap tarihi sorgulanamaz çünkü layusel! Bu ameliyeye girişmek hainlik, münafıklık, küfür, hatta had cezası gerektirmekte! “Dikkat edin bugünlerde Atatürk’e sövecek olanlar ekranlara çıkartılacak; bilin ki onlar FETÖ’cüdür!” diye avazı çıktığı kadar bağıranlar da sadece bunların ekmeğine yağ sürenler. Tarihsel eleştiri yapmanın küfür sayıldığı, 5816’nın bile az görüldüğü bir dindar kişilik portresinden bahsediyoruz. İsa’nın kendilerine hakaret ettiği Ferisiler’den farkları olduğunu ispat edecek olanlar az beri gelsin!
Nutuk’a Kutsal Kitap Muamelesi Yapanlara “Ruhban” Demeyin, Alınırlar!
Nutuk, taraflı (bazı hususların gizlendiği, bazılarının öne çıkarıldığı ve merkeze tek bir kişinin konulduğu) bir siyasi hatırat olduğu halde, zamanla bir anı/hatırat kitabı olmaktan çıkmış; kurtuluş formülümüzün biricik el kitabı, kurtarıcının kutsal tarih metni olarak anılagelmiş ve zamanla bizzat tarihçilerce o konuma oturtulmuştur. Mesela Ordinaryüs Prof.Enver Ziya Karal ya da Hikmet Bayur gibi tarihçilerce adeta “Nutuk’ta yazıyorsa doğrudur!” algısı benimsenmiş, oluşturulan tarih kurumlarının tarih çalışmaları ve okul kitapları yoluyla bu mantık yaygınlaştırılmış ve “Tek Adam Tarihçiliği”nin altı çeşitli argümanlarla doldurulmuş ve mutlaklaştırılmıştır.
Artık karşımızda “Şef’in kutsal metni” vardır. O bunu “Türk milletinin maneviyatından aldığı risaletle” yazmış-yapmıştır. Yazıp-yapılanlar sorgulanamayacağına göre, “hainlik, gericilik, çağdışılık” şeklindeki eleştirilerin dışında, daha mütevazı görülebilecek “ama…”lı cümlelerle sebebi hikmetlerinin açıklanması olacaktır. Burada da tarihçilere (ideolog/ruhban sınıfı) büyük görev düşmektedir. “O ne yapmışsa doğru yapmış”; “Hangi kararı almışsa doğru almış”; “Yanlış gibi görünenlerin olsa olsa hikmeti kavranamamıştır”. Çünkü artık olup bitmiştir. Tarih yapılmış; kurtarılan kurtarılmış, kurulan kurulmuştur. Bunlara dokunmak mevzubahis olamayacağına göre, onun eserlerine dair yapılacak itiraz ya da eleştiriler de şiddetle, cezayla, sorgulanması güçleştirilen çağdaş normların (dogmaların) gücüyle püskürtülmelidir.
Bir tarih tartışması, tarihçinin zihninde ve dilinde böylesi bir yankılama yapıyorsa, bunun üzerine çok ciddi bir şekilde düşünmek gerek. Bu bir tarih tartışması olduğu halde bir rejimin yıkılması, kurumların kaybedilmesi, değerlerin yitimi olarak görülüyor. Peki, bu layusellik nereden geliyor? İşte Kemalist tarihçilerin neden “ruhbanlar”a dönüştükleri de burada gizli. “Söyledikleriniz bilimsel değil, ispatı yok!” kabilinden iddialar ortaya koyan bir Kemalist tarihçi, herhalde karşı taraftan bir cevap bekler. Delilleriyle konunun ispatını talep eder. Karşı tarafı direkt olarak “cumhuriyet düşmanı”, “hain”, “kâfir” ya da “münafık” ilan etmez. Çünkü bu bir tarih tartışması olarak algılanmalıdır. Ancak bahsettiğimiz güruh olanı bir tarih tartışması olarak görmüyor. Ortaçağ’da kilise ruhbanlarının dogmalarını sorgulatmak istememelerine benzer bir şekilde, “Bizim elimizdeki veriler gerçeğin ta kendisi, siz ise yakılması gereken büyücülersiniz!” mantığı devreye giriyor: “Çünkü tarihi en iyi onu yazanlar bilir. Bunların başında da onu yapan Atatürk gelmektedir. Bizler de tarihi yapana sadık tarih yazarlarıyız.”
Kemalizm Tarikatı da “Taklidî İman” İster
İnkılâp tarihçilerinin kendilerinde vehmettikleri bu layuselliğin baş sebebi, Atatürk’ün layusel bir tarih anlatısının içerisinde -daha yaşarken- kutsal şef ilan edilmiş olmasından kaynaklanıyor. Böylelikle bugünkü normlarla uyuşmayan taraflar gördüklerinde bile “o zaman öyle gerekiyordu” diyerek uyuşmazlıkların üzerini örtmeleri yeterli oluyor. Bunu İslami literatürle ifade etmeye çalışırsak “taklidî iman”a benzetebiliriz. Evet, bu bir iman konusu. Atatürk, Atatürk’ün yaptıkları, Atatürk’ün yazdıkları ve söyledikleri bir kutsallık zırhına büründürülünce, tarihçinin (ideolog/ruhban) tarihçiye karşı devrimci bir savaşçı gözüyle bakması da doğallaşıyor. İşte üretileni din, inkılâp tarihini akide olarak görmemiz de buradan kaynaklanıyor. Bugüne dek tarihçiliği kale bekçiliği yapmak olarak algılayanlar açısından alternatif söylemlerin lanetlenmesi kaçınılmaz. “Hiç mi sahip olunan bilgiler üzerinde insanın şüphesi olmaz? Ve koskoca bir tarihi ‘Tek Adam’ üzerinden okumak nasıl bir güven duygusunu içerir?” diye meraklananlar, bu tarikatın amentüsünü bilmiyorlar demektir.
Bu duygunun hiç şüphesiz ilahi referansları var. Yoksa konunun tarihçilikle, merakla, ilgiyle, ispatla, delille açıklanması imkânsız. Delillerin olabildiğince karartıldığı ve sansürlendiği bir ortama insanın bu derece güven duyması, ancak zaten yapılmış olan tarihe iman etmiş olmakla ilgilidir. Gerisi eldeki tüm verilerle bunu korumaya dönük çabalara kalacaktır. Yapılmış olan tarihe iman; üretilmiş olan değerlere iman; tüm icraatların adilliğine yönelik şaşmaz bir inanç... Tabii aynı zamanda “üstünlük tezi”. Bu konularda meraklı olanlar için pozitivizm, sosyal darwinizm ve Alman vülger materyalizmine müracaat etmelerini en başta salık vermiştik. Özellikle bunların neticesi olan “Din terakkiye manidir”; “Bilim havassın/seçkinlerin dini, din avamın ilmi” tespitlerinin ne anlama geldiğini ve bu modern dinin temellenmesinde yaptıkları katkıyı düşünelim. Çünkü 1920’li-30’lu dönemlerin seçkinleri kendilerini aydınlanmanın projektörlerini ellerinde taşıyanlar, halkı ise aydınlatılması gerekenler olarak görmekteydiler. Bu meyanda halkın tedip edilmesi, yani medenileştirilmesinin tüm verilerinin de ellerinde olduğunu düşünmekteydiler. Böylelikle, “Aydınlanma dini”nin Türkiye mezhebine mensup olanların, yaşattıkları tüm trajedileri (tenkil, taktil ve tecavüzler) vicdanlarında meşrulaştırabilmeleri de mümkün oluyordu. Çünkü bunu kendileri için zorunlu ve ahlaki bir görev/ödev olarak telakki ediyorlardı. İşte bugünkü devamcıları da bu ilhamı geçmişten bugüne taşıyanlar, seçkinler, ilahi doğruları ellerinde bulundurdukları vehmiyle yaşayan ruhbanlar olarak nitelememiz de bundan.
Netice-i Kelam
FETÖ heyulası üzerinden başlatılan ve tarikatların teolojik saiklerle “geleceğin potansiyel suçluları” muamelesine tabi tutulması tartışması anlamsızdır. Bunu meşru görenler varsa, bilmelidirler ki bu tartışma yapılacaksa öncelikle Kemalizm tarikatı/mezhebi/dininden -her nasıl tanımlarsak tanımlayalım-başlamak gerekli. Çünkü bunlar ziyadesiyle kuvveden fiile geçmiş, “yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” düsturuyla amel etmiş güruhlardır. Dediğimiz gibi, eğer “tarikat” sorgulaması yapılacaksa öncelikle bu en büyük tarikatın uzak ve yakın geçmişte hurafelerini geniş halk kitlelerine kabul ettirebilmek için uygulayageldiği cürümler ve bu cürümlere meşruiyet kazandıran çağdaş dogmalar, tabular, çağın çöplüğüne atılmış ideolojik argümanlar/itikad umdeleri hedefe konmalıdır. Kendileri öncelikle yıllarca “irtica” kavramı üzerinden takiyyeci bir mantıkla geniş kitlelere reva gördükleri muamelelerin hesabını vermelidirler ve bizim mahallenin mensupları da bu “irtica ile mücadele”yi her dönemde meşru gören mürtecilere, bize ait sorunları anlayacaklarmış muamelesiyle müdahanecilik yapmaktan vazgeçmelidirler! Yeni döneme ilişkin sözümüz daha bitmedi; yeni başlıyor…
Unutmamak gerekir ki bu tarikatın mensupları bizler arasında ayrım yapmıyor ve hepimizi İskilipli Atıf'ın torunları olarak görüyorlar.