Edebiyat hayatın bütün taraflarını sözünün gücüyle taşıyan; çektiği fotoğrafları, bestelediği şarkıları insanlarla paylaşan, ürettiği coşkulara başkalarını ortak eden bir karaktere sahiptir. İnanç ve düşüncenin somut kurgusallıklarla insanlara sunulduğu bir formdur. Bütün ideolojilerin kendilerini en rahat, en coşkun ifade ettikleri bir alandır edebiyat. Hepimiz bir şekilde bu ırmağın etkisinde kalmakta, bu damarın dolayımında bulunmaktayız.
Türkiye’de oluşan edebiyat ortamı köklü geleneklere sahiptir. Bu geleneklerin vahiy karşısındaki konumları elbette uzun tahlil ve değerlendirmelere ihtiyaç göstermektedir. Özellikle İslam tarihindeki baskın tasavvufî eğilim ve anlayışlar kendilerini edebiyat aracılığıyla ifade etmişlerdir. Özellikle divan şiiri ekseninde oluşan ağır tasavvufî çizgi din anlayışıyla edebiyatı yekvücut hale getirmiştir. Tasavvufun geleneksel din anlayışındaki ağırlığı Türkçe edebiyatta da süreç içerisinde belirleyici olmuştur.
Cumhuriyet dönemi, Osmanlı’dan tevarüs eden din anlayışını sahiplenenlerle sembolik değerler düzeyinde bile olsa İslam’a tahammül edemeyenlerin mücadelesine sahne olmuştur. Bu mücadele edebiyatta da kendini baskın bir şekilde göstermiştir. Özellikle kurgulanmak istenen yeni sistemin değerlerinin halka bir nevi medya işlevi gören edebiyat üzerinden propaganda edilmesi edebiyatın misyonu açısından önemlidir. İslami değerlere karşı yapılan bu saldırı niteliğindeki yayınlar karşısında İslam’ı savunan gelenekçi çevreler Osmanlı’dan tevarüs eden din anlayışını bayraklaştıran üslup ve anlayışlarla edebiyat yapmışlardır.
Esasen Türkiye’deki İslam düşüncesi temelindeki edebiyat anlayışının çıkışı olarak bu mücadele başlangıç kabul edilmelidir. Uzun yüzyıllar boyunca kendince bir İslam toplumu oluşturmanın kabulüyle tasavvufun sapkın sularında dolaşan edebiyat anlayışı, Batılı çizginin siyasi egemenliği ele geçirmesinden sonra kontrpiyede kalmış ve siyasi ideolojik çerçevede edebiyat üretememiş olmanın verdiği tecrübesizliği yaşamıştır. Bu tecrübesizlik geçmişte yaşanılanları kutsallaştıran yeni bir sapkınlıkla giderilmeye çalışılacaktır.
Batılı/pozitivist paradigma doğrultusunda dayatılan sarsıcı inkılâp süreci, Kur’an’dan uzak, bulanık ve ne dediği tam olarak belli olmayan İslam düşüncesini büyük oranda tasfiye etmiştir. Bu sürece iyi niyetlerle muhalefet eden saygıya lâyık ama temel dinamiklerinden bîhaber anlayış ufak kıpırtılarla biraz çekingen, epeyce de içerden bir duruşla karşı tavır sergilemeye çalışmıştır. İşte Necip Fazılları doğuran ortam budur.
Modern dönemlerde üretilen edebiyatta siyasal tavır son derece baskındır. Binaenaleyh sarsıcı süreçlerden geçen Türkiye’de de edebiyat hemen hemen siyasal kaygılardan bağımsız kalmamıştır. Cumhuriyetin topluma dayattığı yeni yaşam tarzı roman ve şiirlerden başlayarak sanatın bütün imkânları kullanılarak yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Reşat Nurilerin, Behçet Kemallerin misyonu bu şekilde değerlendirilmelidir. Günümüzde toplum mühendisliği diye tabir olunan bu cephe açıcı tavır İslami gelenekten beslenen edebiyatçıları savunmacı bir sanat anlayışına sürüklemiştir.
Yeni rejimin kısa hayatında sadece İslami değerlerle Batılı pozitivist yaşam tarzının mücadelesi yoktur elbette. Özellikle dünyada yükselmeye başlayan sol hareketlerin de tesiriyle sisteme karşı veya sistem içi yeni mücadele çizgileri oluşmaya başladı. Sosyalist hareketlerin tanrıtanımaz karakterlerini öne çıkarmaları, Osmanlı’dan tevarüs edilmiş sağcı muhafazakâr anlayışlı İslami cenahlarda tepkiselliğin oluşturduğu bir duygusallıkla karşılandı. Bu talihsiz bir karşılaşmadır. Henüz içerde kendini yenileme imkânı bulamadan sistemin kuşatmasında kabul görmekle ufak talepler arasına sıkışmış edebiyat ve düşünce çevrelerinin eleştiri oklarını yöneltecekleri, kendisiyle mücadele edecekleri bir düşman bulunmuş oldu. Muhafazakârlığın en temel hastalığı budur. Ölümü görüp sıtmaya razı olma durumu. Tanrıtanımaz diye telâkki olunan sol hareketlere karşı Türkçü-Osmanlıcı-Demokrat-Amerikancı damar benimsendi.
Aslında Sezai Karakoçların ulaşmış oldukları seviye önemli bir aşama olarak kabul edilmelidir. Türkçü-Osmanlıcı-kutsal tarihçi anlayış için Sezai Karakoç ve takipçisi anlayış Necip Fazıl’ı çok çok geride bırakan bir derinliğe ulaşmıştır. Ne var ki Karakoç da birçoğu gibi o derinlikte kaybolmuş, yer yer ulaştığı doğruları ileriye taşıyıp da tasavvufun sapkın din anlayışından kendini kurtaramamıştır. Bugün, hayatını adadığı “Diriliş” tasarımı bir ütopya olarak kabul edilmekte, takipçileri farklı siyasi organizasyonlarda arz-ı endam etmektedirler. Her türlü tazime rağmen kendi siyasi/toplumsal sürecini oluşturmuş bir siyasetçi olarak beğenenlerinin yol arkadaşlığına mazhar olamamaktadır.
Sezai Karakoç’un Türkiye’de bir siyasi ya da toplumsal model ortaya koyma iddiasında bulunması her türlü saygıyı hak etmektedir ancak saygı vahyin ölçütleriyle kayıtlı olmalıdır. Bugün sanat ya da düşünce dolayımında öne çıkan isimler için Karakoç önemli bir isimdir. Karakoç’un rehberliği neredeyse bir kutsallık halesi içerisinde kabul görmektedir. Yazılı basın ya da internet ortamlarında sıkça bu kutsallık izafe eden metinlere rastlanılabilir. Geleneğin ve tasavvufun taşıyıcı ve olumlayıcısı olarak Sezai Karakoç’un etki ve sorumluluğu ağırdır. Sanatının nitelikli yüzü taraflı tarafsız kişi ve çevrelerce takdirle anıldığından, kutsallıkla anılan ismi giderek daha da ağırlaştığından kendisine yönelik eleştiri yapılabilme cesaret ya da imkânı her geçen gün daha da yok olmaktadır. Belki de şöyle söylenebilir: Tasavvuf ve gelenek İslam düşüncesine öyle bir sirayet etmiştir ki ondan beslenen edebiyat ortamları da bu malûliyetlerden âzâde olamamakta ve doğrudan vahiyden beslenen alternatif ve yönelimleri insanlığa sunamamaktadırlar.
Sezai Karakoç’taki derinlikten mahrum ama siyasi dili ve cesareti ile öne çımayı başaran Necip Fazıl, Türkiye’deki İslami edebiyat çevreleri için çoğu zaman kendisine çarpılan bir duvar mesabesindedir. Bugün Necip Fazıl’ın sağcı-milliyetçi poetikasının yeniden muhafazakâr siyasetler üzerinden neşvünema bulduğunu görmekteyiz. Şirk anlayışının ürettiği “Oğuz” efsanesine İslami kılıflar giydirerek sahte bir “Büyük Doğu” ideali tasarlayan Necip Fazıl, fanatik bir tasavvuf mümini olarak tevhidi çizgiye hakaretlere varan muhalefetiyle Türkiye’deki İslami edebiyat çevreleri için talihsiz bir örnektir. Okumaya meraklı İslami hassasiyet sahibi gençlerin yöneldiği bir isim olarak Necip Fazıl’ın edebiyat üzerinden İslam düşünce ve siyasetine tesiri büyük boyutlardadır. Geçmişi kutsayan, vahye değil de tarih içerisinde üretilen değer/sizlik/lere yaslanan düşünce ve sanat/edebiyat kurgusu fazlasıyla tashihe ihtiyaç duyar mahiyettedir. Sezai Karakoç’u kutsal rehberlik makamıyla algılayan gelenekçi muhafazakâr çevreler için Necip Fazıl da bayrağı kuşanmış öncü bir savaşçı olarak görülmektedir. Bu karizmatik simalar edebiyata merak saran, edebiyat üzerinden İslam siyaset ve düşünce sürecine dâhil olmak isteyenler için aşılması gereken netameli süreçlerin adıdır.
İslam düşüncesinin tercüme çabalarıyla tarih içinde sirayet eden fazlalıklarından arınıp tevhidi özüne dönüş çabası sürecine paralel olarak yükselen sol hareketlerin oluşturduğu nitelikli düşünce atmosferinin İslami edebiyatı olumlu etkilediğini söyleyebiliriz. Özellikle yetmişli yıllardaki bu süreç özenle işlenmelidir. Sağcılıkla arasında mesafe koymuş, daha ümmetçi bir perspektif yakalamış, modern dönemlere cevap üretebilme amacına matuf uğraşlarda bulunmuş isimlerin varlığı sevindiricidir. Bunlara rağmen bugün Türk solunun ulusalcı/Kemalist çizgiyle darbeci karakterleri bağlamında yaşadığı birlikteliklere meyyal hastalıklı yapısı nedeniyledir ki az evvel sunduğumuz süreçleri yaşamış ve beklenti üretebilmiş bir isim olarak İsmet Özel, içerisinden geldiği sürecin olumsuz etki ve anlayışlarından tam manasıyla sıyrılamadığını ihtida sürecinin ilerleyen zamanlarında göstermesi bakımından anılması gereken önemli bir örnektir. Edebiyatın düşünce üretmeye uygun münbit vadisi düşünen insanları kendine çeker. Aynen yukarıdaki N. Fazıl ve S. Karakoç örnekliğinde olduğu gibi İsmet Özel de çekim alanı kuvvetli bir şair olarak İslami edebiyat çevrelerinin gözde bir simasıdır ve uğrak yeri konumunda etkileyen bir isimdir. Etkileyen olmak sorumluluk almak demek olacağından kuvay-ı milliyeci, Türkçü söylemlere yelken açıp vahiyle problemli ilişkiler kurarak rehberlik îfa etmek sıkıntılara gebe bir durumu ifade eder. İsmet Özel’in mevcut dini/siyasi söylem ve tahlillerinin önemi, etkileme konumu hasebiyle okumaya, düşünmeye edebiyat üzerinden ilgi gösteren kişiler için tevhidi emekleri zedeleyen bir tehdit oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Gerisi sadece şahsi yönelimi olması kadar kayda değerdir.
Seksen öncesi yoğun siyasi sürecin edebiyata büyük bir ivme kazandırdığı belirtilmelidir. Zaten edebiyat mücadele ortamlarının eseridir. Aksi takdirde uzun asırlara yayılan divan edebiyatı örneği gibi türlü sapkınlıklara meyilli ve hayata dayanmayan, sahih olana çağırmayan, kerameti kendinden menkul bir süreç yaşanacaktır. Toplumsal mesajı olmayan edebiyatın daracık çevreler dışında herhangi bir kabul görme ihtimali yoktur. İdeolojilerin bittiğinin iddia olunduğu bir zamanda yaşıyoruz. Elbette bu iddiaya katılmamız söz konusu olamaz. İdeolojilere lâyık insanların azaldığı iddiası daha doğru bir iddia olabilir. Edebiyat da ideoloji üzerinde yükselen bir değerle makbul olacaktır. Şu kabul edilmeli ki kuvvetli bir hareketin, siyasi bir mücadelenin olmadığı vasatta tevhidi anlayışların üreteceği edebiyat yeni kanallar açabilme işlevine matuf olacaktır.
Hareketin beslediği bir atmosferde edebiyat üretmek ve onu mücadelenin bayrağı kılmak nispeten kolaydır ama hareketi üretmek için edebiyat yapmak fazlasıyla emek harcamayı göze almak demektir. Bu bağlamda örnek bir isim olarak Erdem Bayazıt’ın içinden geldiği çevre geleneğe yaslanmaktayken yaşadığı dönemin sürükleyici karakteri onu oldukça ümmetçi bir söyleme ulaştırmıştır. Hâlbuki onun gibi geleneksel anlayıştan beslenen bir ismi farklı bir dönem farklı bir yönelime sokabilirdi. Bahis açılmışken Erdem Bayazıt örnekliği üzerinde durmak gerekir. İnsan ve Müslüman olmanın bütün naifliğini üzerinde taşıyan bir isim olarak İslami hassasiyetleri ümmetin acılarına ve tarihine odaklayan bir şiir dili inşa etmiştir. Onun Resul’ü, ümmeti anlatan, bireyi kulluk ve insanlık ekseninde ele alan şiirleri Müslümanlar için önemli eserlerdir. Afgan cihadından yetmişli yılların siyasallaşmış, hassasiyetleri derinleşmiş karakterine kadar bir dizi süreç Erdem Bayazıt, Osman Sarı gibi isimleri estetik tarafımızla mücadele coşkusunu birleştiren edebiyatımıza armağan etmiştir.
Edebiyat da en nihayetinde insan üretimi olduğu için insanların yaşadıkları zaafları bünyesinde taşımaya adaydır. Devrimci edebiyatın suskunluk dönemi Müslümanların suskunluklarıyla eş zamanlıdır. Mücadele coşkusunu üretemeyen bir hareketin edebiyatını üretebilmesi de zordur. Bu durum, tamamen paralellik arz eden bir süreç olarak kabul edilmelidir. Kendini, kendi dinamikleri üzerinde ayakta tutmaya çalışan tevhidi süreç edebiyatını da ayakları üzerinde doğrultmaya çalışmaktadır. Şu kabul edilmelidir ki tevhidi çevrelerde edebiyat çoğu kez genel kabul görür bir mazhariyete ulaşamamaktadır. Sanatın/edebiyatın mücadele atmosferine etkilerini kavrayamamak gerçekten üzüntü vericidir. İddiaları olan bir söylem insanlarla buluşma imkânını elinin tersiye itecek bir sorumsuzlukla hareket edemez. Sanırız ki şehirleşme bilinci ve fıkıhçı anlayışın derin izlerinden sıyrılacak yeni yorumlar edebiyatın bu doğrultudaki rolünü kavrayacaktır.
28 Şubat süreci her darbe dönemi gibi ülkede önemli tesirlerde bulundu. Darbeler dönüştürücü süreçlerdir. Bu dönüştürücülük her iki tarafa da -irade oranıyla- râcidir. 12 Eylül, 12 Mart ya da 27 Mayıs nasıl farklı toplumsal çevrelerde farklı tepkiler üretmişse 28 Şubat da İslami siyasi ve sosyal çevrelerde önemli izler bırakmıştır. Edebiyatın darbe dönemlerinde geri çekilen ya da ileri adım atmaya çalışan, yeni duruma tavır alan bir yapısı vardır. Geniş İslami çevreleri bir kalıpta ifade edebilme şansımız olmadığından parçalı görüntünün daha da parçalandığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Edebiyatın yozlaşmaya, çürümeye kapı aralayan karakteri, baskı dönemlerinde kendini daha çok gösteriyor. Kapitalizmin çözdüğü, araladığı kapıdan bir de darbeciler girince teslim bayrağını türlü bahanelerle çekenlerin sayısı çoğalmıştır.
Kabul edilmeli ki Kur’an çalışmalarının teorik düzlemde yapılıyor olması ve farkında olunmadan geleneksel fıkhi kabullerin içselleştirilmesi hayatın görünen yüzü ve motivasyon kaynağı olarak edebiyatın ya da bir bütün halinde sanatın Müslümanlar nezdinde çok da mazhariyete layık olamaması sonucunu doğurmuştur. Bir geleneği işaretlemek bağlamında anmamız gereken Aylık Dergi çevresinde yoğun olarak kendini gösteren İslami edebiyatın kurumsallaşan bir yapıya/damara dönüşememesi bir talihsizlik olarak değerlendirilmelidir. Oradan buraya yükseleceği yerde gittikçe zayıflayan bir süreci yaşayan tevhid dayanaklı edebiyat macerası akıllara zarar bir geri çekilme yaşamıştır. O sürecin kalemleri ulaştıkları sanat perspektifi ve Kur’an bilinciyle bugün bambaşka bir yerde olmalıyken liberal politikaların, muhafazakâr siyasetlerin kuşatmasında, sosyal bir hareket inşa edememenin bahtsızlığını yaşamış ve bir çizgi oluşturamamışlardır. Eğer bu çizgi oluşabilseydi Kur’an çalışmalarının teorik çerçevesini ete kemiğe büründüren bir hareketin dillendiricisi olarak büyük bir külliyat ve çekim merkezi bize armağan edilmiş olacaktı.
Milliyetçi-muhafazakâr pozisyon siyasette egemenler nezdinde meşruiyet problemini çözmenin bir yolu olarak kabul görüyor. İslami kimliklerini fütursuzca eritip bu süreçlerde yer alanların edebiyat ve düşünce üzerinden olumlu bir örneklik üretebilme şansları olamaz. Keşfedilen Türkçü damar ve tasavvufun engin suları tevhid düşüncesine ancak bir ihanet olarak değerlendirilebilir. Edebiyatın sağcı, muhafazakâr yönelimini sağlayan inanış tasavvuftur. Tasavvuf, İslam düşünce ve siyasetini edebiyat üzerinden tehdit etmeye devam etmektedir. Okuma yazmaya meraklı, düşünce dünyasına yönelen herkes için gözünü açtığında karşısına çıkacak olan şey öncelikle büyük harflerle tasavvuftur. Modern dönemlerde bunalım ve sapmaların çözümü olarak sunulabilme kabiliyetine evrilen tasavvuf tevhid düşüncesiyle tanışma şansını yakalayamayanlar için tam bir tuzaktır.
Türkiye’deki edebiyat çevrelerinin İslami tandanslı olanları için tek yol tasavvufmuş gibi bir kabul vardır. Egemen siyasal erk için tarihte de olduğu gibi müsamahakâr bir karşılamaya mazhar olan tasavvuf sağcı, muhafazakâr siyasetleri sorgulama yeteneğinden uzaktır. Bu siyasete eklemlenmeyi ve onu bir biçimde yeniden üretmeyi gönüllü olarak yapar. Modern zamanların hastalıklarından kahramanlarını ve okuyucularını kurtarmak iddiası ile kendi hastalıklı halini İslami edebiyat kılıfıyla yaygınlaştırır. Tevhidi toplumsal yönelim için tasavvufla üretilen edebiyatla hesaplaşma zorunluluk olarak kabul edilmelidir.
Genç edebiyatçı kuşağın tevhidi İslami mücadelenin zayıflığında tasavvuf merkezli ve paradoksal bir şekilde modernliğe meyyal yapısı son derece önemlidir. Edebiyat mutlak suretle bir inanç ve çizgi merkezli inşa edilecekse modern etkilenimlerle birlikte gelenekten tevarüs edilen tasavvufî anlayışı tercih etmek bu çevreler için kolaycı ve kaçınılmaz bir tercihmiş gibi görülüyor. Çünkü kabul görme imkân ve ihtimali kesinlikle daha yüksektir, sırtını koskoca bir geleneğe yaslamanın rahatlığı vardır. Bu rahatlık sorgulayıcı bir sürece girmeye gerek göstermeyecek bir mahiyette olacağından bir nevi kendini garantiye almanın verdiği bir hâlet-i rûhiyeyle modern etkilere açık bir duruş bile mazur görülebilir. Post-modern bir yönelim olarak geleneğin serencâmını görmek bakımından bu fotoğraf da ibretâmiz bir görüntü sunmaktadır.
Yeni kuşak şairlerin yazıları takip edilecek olursa İslam düşüncesi ile irtibatlarının, öncü olarak kabul ettikleri İsmet Özel’de de olduğu gibi ilmihal bilgisi seviyesinde kaldığı görülecektir. Özellikle son yıllarda İbrahim Tenekeci önderliğinde Milli Gazete çevresinde kümelenen bu isimlerin yazıları Milli Görüş’ün söylemlerine uygun kutsal tarihçi, tasavvufçu içerikleriyle yayımlanmaktadır. “Şair ya da hikâyeci isek İslam düşüncesi ile derinlikli bir bağ kurmaya gerek yoktur!” deniliyorsa eğer zaten problem bambaşka bir boyutta ele alınmaya muhtaç olacaktır.
Edebiyat dergileri her ne kadar yayınlarına devam ediyor olsalar da yukarıda bahsetmeye çalıştığımız zafiyetlerle malul yapılarını tashih edebilenine rastlamak zordur. AKP trendinde devlet kurumlarının reklamlarıyla ekonomik desteğe kavuşan dergilerin muhalif-İslamcı duruşlar sergilemeleri mümkün değildir. Hem sözde Milli Görüş geleneğini sürdürüp hem de iktidarın kurumlarından bürokrasideki edebiyatçı dostların hatırlarıyla reklamlar almak izahı zor bir durumdur. Bağımsız bir anlayışla toplumsal talep ya da dönüşümleri dillendirip hedefleyen bir edebiyat var olabilseydi eğer bu ilişki biçimi asla olmazdı ama artık renkler birbirine karıştığından olmalı ki bu durum yaygınlık kazandı ve sorgudan muaf tutuluyor.
İdeolojiden arınıp toplumsal taleplerin hiçbirinin yanında yer almayan haşarı ve anarşist çocukların(!) düştüğü içler acısı durum ise fazla söze hacet bırakmayacak durumdadır. İslam düşüncesinin yokluğunun ahlaki düşkünlükten futbol ve arabesk tapıcılığına kadar ulaşan yozlaşıcı sonuçlarını görmek oldukça üzüntü vericidir.
Bugün iktidar veya yandaşı çevrelerin edebiyat üzerinden desteklenen ve beslenen damarlarını işaret etmek tevhidi çevrelerin omuzlarındaki yüktür. Edebiyatı toplumsal mücadelenin bir aracı, hakikati dillendiren büyük bir imkân olarak göreceksek eğer bu sorumlulukları erteleyemeyiz. İslami hareket çevresinde geleneğin, tasavvufun yıkıcı tesirlerinden arınıp yaşadığı toplum ve yerel/küresel sistemlerle ıslah edici, karşı durucu ilişkiler içinde olan Müslüman edebiyatçıların ait olacakları direngen bir edebiyat damarı oluşturmaları gerekiyor. Parçalı bir yapı arz eden Müslüman edebiyatçıların inanç ve söylem olarak kendileriyle buluşamayacakları edebiyat dergi ya da çabalarına verdikleri destek kendi birlikteliklerine nazaran maalesef fevkalâdedir. Ekol zorunluluğu her zaman kendini dayatacaktır ve bundan kaçış yoktur.