DÜNYA ve İSLAM'ın geçen sayısında (sayı 3) yayınlanan "Türkiye'de İslami Hareketin Gelişim Süreci" başlıklı yazımızda, hareketin 60'lı yıllardaki seyrini çok genel hatlarıyla ele almış ve müslümanların bu dönemde belli bir fikrî ve siyasî değişim sürecinden geçtiklerini vurgulamıştık. Bu yazımızda ise 60 ve 70'li yıllarda, "İslamî Hareket" genel başlığı altında toplayabileceğimiz çeşitli oluşumları ve bunlara yol açan iç ve dış siyasî ve fikrî gelişmeleri kısaca yansıtmaya çalışacağız.1
1- 60'lara Girerken 'Siyasi ve Fikri Vaziyet'
60'lı yıllarda gerçekleşen değişimin nasıl ve hangi yönlerde geliştiğine bakmadan önce, müslümanların bu dönemde de devam eden genel bir özelliğine değinmekte yarar görüyoruz. Bu da, müslümanların, özellikle 1950'den sonra kendilerini, daha çok, doğrudan veya dolaylı siyasî tercihlerle ifade etmeye çalışmasıdır. Burada kastedilen "siyaset", elbette, sistem'in karar verdiği ve çerçevesini belirlediği 'oyun alanı' anlamındaki siyasettir. Müslümanların kendilerini ifade etmekte kullandıkları siyasî tercihleri de, bu 'çerçeveyi zorlama iradesinden (bile) yoksun bulunan, sistem'in özellikle 1950'den sonra oluşturduğu yeni güç dengeleri içinde kendileri için uygun görülen yere 'sahip çıkmak'tan öteye geçmeyen bir tavır biçiminde olmuştur. Başka bir deyişle, çok partili bir rejimde etkin ve belirleyici bir oy tabanının elinde bulundurduğu demokratik(!) gücün karşılığını bile istemekten yoksun bir siyasetti bu. Belli tarihsel ve fikri temelleri de bulunan bu psikoloji, müslüman kitleyi olduğu kadar aydınları da önemli ölçüde etkilemekteydi. 50'li yıllarda önde gelen müslüman aydınların önemlice bir kısmı, doğrudan veya dolaylı olarak, aktif veya pasif bir şeklide Demokrat Partiyi (DP) destekliyor ve bu parti çevresinde siyaset yapıyordu. Dönemin belli başlı İslami yayın organları arasında yer alan Sebilürreşad'da Eşref Edib'in yaptığı değerlendirme, bu desteğin ölçüsü (veya ölçüsüzlüğü) hakkında bir fikir verebilir:
"Din düşmanlığı terörüne DP son vermiştir. DP, inanç ve itikat cephesinin partisidir. Memleket semalarını Arapça ezanla donatan iktidardır. Elli yıldır baskı alfanda tutulan müslümanlar, DP sayesinde kurtulmuştur."
Müslüman halk kesimlerinin DP iktidarından önceki dönemde içinde bulundukları fiziksel ve manevî baskıdan kurtulmalarını(!) böyle bir coşku ile ifade etmeleri belli ölçüde anlayışla karşılanabilirse de, aydın kadroların, içinde yaşadıkları somut siyasî şartları ve oluşturulan yeni düzenlemelerin hedeflendiğini anlamaya çalışmadan böyle kayıtsız bir şekilde destek vermeleri, asıl çarpıcı ve üzerinde durulması gereken husustur.
Müslümanların sistem'in dayattığı siyası tercihleri gönülden benimsemeleri, kendileri için daha bağımsız ve sağlıklı ifade yolları aramalarına mani olmuştur. Böyle bir durumu dönemin müslüman aydınlarında çokça rastlanan kişisel zaaflar ve sapmalarla yahut bazı cazip komplo teorileriyle açıklamak mümkündür. Ancak bunun temelde, müslüman aydın ve düşünürlerin, geleneksel olarak, hakîm siyasî ve ideolojik yapının belirlediği çerçevenin dışında bir tercihte bulunmaktan kaçınma eğilimlerinden kaynaklandığım düşünmek daha doğru görünmektedir.
60'lı yıllara, tanımlamaya çalıştığımız bu siyasî pasifizmin tabii burukluğu içinde girdi müslümanlar. Kendi başlarına bağımsız bir kimlik ibraz edememekten ve içinde yaşadıkları toplumun hakîm dünya sisteminin kurduğu siyasî mekanizmanın özünü kavrayamamaktan dolayı, 27 Mayıs darbesi bütün müslümanları adeta öksüz kalan bir çocuğun kimsesiz ve tedirgin psikolojisine soktu. Kimsesizlik, altında kendilerini rahat hissettikleri çatının birden çökmüş olmasından; tedirginlik ise, aynı rahatlığı verecek yeni bir barınak bulamama endişesinden kaynaklanıyordu. Çünkü darbe, CHP destekli kemalist asker-sivil bürokrat ve aydın cephesinin geleneksel laik-baskıcı söylemi ile DP'nin popülist siyaseti arasındaki çatışmanın şiddetlendiği bir ortamda gelmişti. Darbe öncesi ortamın bu özelliği ve darbeyi yapanların kimliği, 50 öncesi baskı ve terör dönemine geri dönüş havası yaratmıştı. Bu havanın müslümanları sürüklediği tedirginlik ortamı içinde ve objektif şartların da belirsizliği sebebiyle müslüman kamuoyu, bir süre belirgin bir siyasî tavır geliştiremedi. Yassıada'nın ve idamların doğurduğu trajik havanın o yıllarda bir çok müslümanı da derinden etkilediği hatırlanacaktır. Siyasî şartların istikrar kazanmasından ve 60 öncesi karşılığını yeniden bulmasından sonra, DP'nin devamı olarak siyasî yelpazenin sağındaki (veya ortasındaki) boşluğu doldurmak üzere kurulan Adalet Partisi (AP), müslümanların desteğini kendisine kanalize etmeyi başardı.
İşte, 50'lerde başlayıp 60'lı yıllarda da uzun süre devam eden bu siyasî çizgi, müslümanların, sistem'in belirlediği 'oyun alanının dışına çıkma irade ve gücünden yoksun olduklarının bir göstergesiydi.
Böyle teslimiyetçi bir siyasî tavır karşısında ve zihinsel hareket alanını sınırlayan sayısız geleneksel mania ortasında, fikri oluşumun da durgun, sığ ve tavizci olması mukadderdi. Gerçekten de o yıllarda müslüman toplumun siyasî, sosyal ve kültürel durumunu tahlil eden, müslümanın içinde yaşadığı toplumun ve dünya sisteminin gerçek mahiyetini ortaya koyan, sistem'e karşı alınacak tavra esas olacak fikirler serdeden kimseler hemen hemen yok gibidir. Olanlar da, ya ancak entellektüel düzeyde bir değer ifade eden, ama reel hayatta hiç bir karşılığı bulunmayan ve müslümanın kendi kimliğini toplum içinde farklılaştırmasına yön verecek bir muhteva taşımayan düşüncelerle kendini sınırlıyor (Nurettin Topçu örneğinde olduğu gibi); yahut da daha mücadeleci, kişilikli bir tavır sergiliyor görünmesine rağmen bu mücadelenin kime karşı, hangi fikrî konumda ve nasıl bir hedef için verileceğini göstermiyor veya yanlış hedefler gösteriyordu (Necip Fazıl Kısakürek gibi). Ayrıca dönemin müslüman aydınlarında görülen önemli bir ortak özellik, bütün fikri çabalarını soyut, belirsiz bir İslam temeline oturtmaları ve İslam kültürünün tarihsel ve toplumsal ürünlerine çokça yaslanırken bu kültürün kaynağına ulaşmayı gündeme getirmemeleriydi.
İslam, vasat bir müslüman için, tarihsel ihtişam, ferdî ibadetler, evliya menkıbeleri ve örf-adeti erden ibaret iken aydın müslümanlar için tasavvufi doktrinler, fıkhî sistemler ve öteki İslamî ilimlerden oluşmaktaydı. Her iki kesimde ortak olan çerçeve ise, milliyetçi/mukaddesatçı bir duyarlık ve tavizci bir siyasî tavır idi. Bugün de çok fazla değişmemiş olan bu tablonun dışında görünen bazı kesimler de yok değildi (İlahiyat Fakültesi ve Yüksek İslam Enstitüleri çevresinde kümelenmiş bazı akademisyenler gibi). Ancak bunlar, biraz da akademisyenliklerinden gelen bir etkiyle, siyasî mücadele ortamı içinde görünmeyen, müslümanın içinde yaşadığı toplumsal yapı ile ilişkilerini fazla gündeme getirmeyen, bu sorunu İslam ilimleri ile mücehhez yeni bir nesil yetiştirdikten sonraya ertelemiş görünen ve bütün çabalarım bu neslin yetişmesine adayan bir anlayış içinde bulunuyorlardı. Bu tavırda, temsil ettikleri fikri çizginin vasati müslüman kitlenin geleneksel kültürü ile uyuşmamasının da rolü vardı. Bir çatışmayı göze almaktansa içe kapanmayı ve 'tedris' ile uğraşmayı tercih etmişlerdi.
Türkiye'nin sosyal ve siyasî gelişmesi açısında önemli bazı değişikliklerin meydana geldiği yahut tohumlarının ekildiği 60'lı yılların başlangıcında müslümanlar işte böyle bir 'siyasî, içtimaî ve fikri vaziyet' içinde bulunuyorlardı.
2- Bir Siyasî Hareketlilik Dönemi
Global İslamî hareketin 60'larda ve daha sonraki seyrini etkileyen değişikliklerden birisi, 27 Mayıs darbesi ile gelen yeni hukukî ve siyasî yapılanma idi. Yukarda da işaret ettiğimiz gibi, darbe, deniz aşırı efendilerin(!) icazeti ile asker-sivil bürokrat cephesi tarafından kotarılan, kemalist laik-batıcı felsefenin geleneksel icra tarzına yeniden dönüşü hedefleyen bir hareketti, ilk bakışta hedefleri ve yöntemi itibariyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemlerindeki 'inkılaplardan farkı olmayan bu darbe, daha 'halkçı' ve 'demokratik' bir anayasa yapmaya soyunmakla bazı gelişmelere kapı aralamış oldu.
Bu kapı, esas olarak, devletçi-laik bürokrasinin doğal müttefiki durumundaki "sol düşünce" için açılmıştı. Böylece yeni rejim, "devletçi Türk solu'nun ideolojik birikimine, teorik zenginliğine ve örgütsel deneyimine dayanarak daha güçlü bir temel oluşturmayı hedeflemişti Ancak Türk Solu'nun örgütlenme ve ifade özgürlüğüne kavuşması, zaman içinde, geleneksel devletçi-bürokrat kanadın dışında daha bağımsız, sistem karşıtı bir akımın da (yeni sol diyebileceğimiz) gelişmesine yol açtı.
61 Anayasası, müslümanlar için benzer bir 'kollama' içinde olmamasına ve hatta laik devleti korumaya yönelik klasik maddelerin tümünü içermesine rağmen, yeni dönemde müslümanlar, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle önemli gelişmeler kaydettiler.
Yeni Anayasa'nın hazırlanıp halkoyuna sunulmasından sonra başlayan süreçte DP'nin uzantısı olarak kurulan ve aynı çizgiye sahip görünen AP, ikinci Genel Başkanı'nın masonluğu etrafında koparılan fırtınaya rağmen, bünyesindeki milliyetçi-muhafazakâr kadrolar ve DP'nin mirasına sahip çıkması sebebiyle müslümanların gönlünü çelmeyi başardı. Adalet Partisi, dinî motiflere çok hesaplı bir şekilde (gerektiği yerde ve gerektiği ölçüde) yer vermek suretiyle, ama 'teokratik devlet heveslileri'ne(!) her fırsatta saldırmayı da ihmal etmeyerek 1965 genel seçimlerinden, beklendiği şekilde, iktidar partisi olarak çıktı.
AP ve Demirel, Özellikle 1965 seçimlerinden sonra, sol akımların boy hedefi haline geldiler. O yıllarda hızla esen soğuk savaş rüzgarları ve Türkiye'deki devletçi sol'un AP'nin popülist politikalarından rahatsız olması, siyasî gündemi bu sorunlar ve çekişmeler etrafında oluşturdu. Bu dönemde hâlâ AP içindeki muhafazakâr kanadın durumu ile ilgilenen müslüman kamuoyu, 68'lere doğru daha farklı ve yoğun bir siyasî hareketlilik içine girdi.
Bu siyasi aktivite, devletçi sol dışında gelişen ve rejim için tehlikeli olabilecek mecralara kayma istidadı gösteren yeni sol akımın karşısına müslümanların çıkarılması şeklinde tecelli etti. Bu senaryoyu sahneye koyanlar, müslüman kitlenin yıllar süren edilgenlikten kurtulma, daha aktif-mücadeleci bir kişilik sergileme arayışına da ustaca cevap veriyorlardı. Bu senaryoda, Komünizmle Mücadele Dernekleri, bazı talebe dernekleri ve federasyonları ile Bugün Gazetesi önemli bir rol üstlendiler. Genç müslümanların aktiviteleri ile halkın duyguları, böylece "anti-komünizm" hedefine doğru kolaylıkla kanalize edildi. Daha önemlisi de, anti-komünist, sağcı, kapitalist ve ABD taraftarı bir garip müslüman tipi yaratıldı. Dönemin önde gelen müslüman şahsiyetlerinden M. Şevket Eygi, yeni sol güçlerin desteğinde gelişen anti-amerikan kampanya dolayısıyla oluşturulan korku ve tedirginlik ortamında müslümanları ulusal ve uluslararası sistem'in arkasında saf tutmaya yönelten "toplu namazlar"(!) ve "Müslüman Türkiye" mitingleri organize etti.
Şevket Eygi, sahibi ve başyazarı olduğu Bugün Gazetesi'nde şöyle feryat ediyordu:
"İhtilal yapacaklarmış. Yapacakları varsa görecekleri de var." "Korkaklık ölümdür, cesaretsizlik esarettir, dava uğrunda cimrilik alçaklıktır. Ey bu milletin hür yaşamak isteyen çocukları! Komünizme karşı uyanık ve hazır olunuz!", "Bu ülkenin ordusu, polisi, adliyesi vardır. Fakat millet, devlet ve ülkenin maruz kaldığı tehlikeleri bu kuvvetler bertaraf edemezlerse, iş halkın kendisine düşer. İşçisi, köylüsü, esnafı, memuru, talebesi, eline sopasını, baltasını, taşını alır ve vazifesini yapar." (Bugün; 14. 4. 1968, 16. 5. 1968, 18.5.1968).
O yıllarda, Ali Gevgilili'nin çok isabetli teşhisiyle, "Kalkın ey Ehli İslam, davranın" diye haykıran Bugün Gazetesi, "Sünni güçlerin bir kesimini, belki AP'yi de aşarcasına, bir uluslararası güç çekişmesinin içine sokmuş bulunmaktaydı."2 60'larda müslümanları anti-komünist kampanyanın payandası yapmaya çalışan M. Şevket Eygi'nin daha sonraki yıllarda çizdiği grafik, Türkiye İslamî hareketinin değerlendirilmesinde başlı başına yararlı bir örnek olay durumundadır. Gerçekten o yıllarda anti-komünist, sağcı, milliyetçi olan Şevket Eygi, gündemin değişmesiyle birlikte, "vahhabilik", "mezhepsizlik" ve "dinde reformculuk" gibi düşmanlar(!) yaratarak onlara saldırmaya başlamış; daha sonraları ise Suudiler'in ve Batı'nın desteğinde "Şia'ya karşı Ehl-i Sünnet" cephesinde savaşmaya soyunmuştur. Bu mücadele çizgisi, sistemin Türkiye müslümanları için yaptığı değerlendirmede ne kadar isabetli teşhislerde bulunduğunu göstermektedir. M. Şevket Eygi'nin hayatı gösteriyor ki, potansiyel tehlikenin nereden gelebileceği, hangi eğilimlerin daha başlangıçta boğulması gerektiği isabetle teşhis edilmiştir. Böylesine sadık bir misyon adamı olan Eygi, gariptir ki, aynı zamanda İslamî hareketin de önde gelen isimlerinden biri olma vasfına sahip bulunmaktadır. Eygi ve benzeri kişilerin gelişen yeni sol harekete karşı yüklendikleri misyon ile gelişme temayülü gösteren gerçek İslamî harekete karşı misyonları aynıdır. Bu misyon, dengelemek, kontrol etmek ve yönlendirmek olmuştur.
Eygi'nin ve aynı anlayıştaki öteki bazı isimlerin (Hüseyin Hilmi Işık, Ahmet Davudoğlu ve belli ölçüde N. Fazıl Kısakürek) İslami hareket içindeki yeni fikrî oluşumlar ve geleneksel konumdan hem düşünce hem de eylem planında kopma gayretleri karşısındaki tavırları, ilginçtir ki, aynı zamanda 'tarihsel İslam'da kendisine kolayca karşılık bulabilmektedir. Gerçekten, taklitçi, hizipçi ve şirk'e bulanmış bir anlayışa karşı yürütülen mücadeleyi "mezhep düşmanlığı", "tasavvuf düşmanlığı", "ehl-i sünnet dışına çıkmak", "vahhabilik" gibi İslam düşünce tarihinde çok sık kullanılmış suçlamalarla yıpratmaları; ardından hakim dünya sistemine karşı başkaldırı ruhunun müslüman zihinlerde yankı bulmasına engel olmak için daha önce Ehl-i Sünnet dışında gördükleri Vahhabilik ile ittifak içinde ve yine daha önce şiddetle sahip çıktıkları, Şia ve Ehl-i Sünnet'te ortak bazı itikadı ve sosyal motifleri (Evliyanın ve imamların masumiyeti, Mehdilik, taklid vb) bu defa Şia'ya karşı yürütülen çok uluslu mücadelede zihinleri bulandırmak için kullanmaları ve İslami mücadele bayrağını dalgalandıran Afgani, Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi şahsiyetleri 'Dinde Reformcular' gibi olumsuz bir imajla karalamaya çalışmaları, aynı zamanda İslam düşünce tarihindeki belli bir itikadı ve fıkhî geleneğin uzantısı olduğu için müslüman kamuoyunda da kolayca destek bulabilmiştir.
Tabii, uluslararası sistemin çıkarlarının geleneksel İslamî düşüncenin kavramsal yapısı ile çakıştığının görülmesi, müslümanlar için yararlı bir 'ders' olmuştur. Çünkü bu çakışmanın her zaman bu kadar somut olarak gözlenmediği durumlarda, geleneksel İslamî anlayışın gerçekte hakim sistem'in çıkarları doğrultusunda bir fonksiyon ifa ettiğini göstermek, kolay olmamaktadır.
İşte, AP'nin destekçisi ve anti-komünist mücadelenin öncüsü olarak geçirilen bu 60 sonrası 'aktif siyaset' dönemi, 70'li yılların başında yeni bir aşamaya girmiş oldu. 70 ve 80'li yılları etkileyecek olan bu yeni aşama, 1970 yılında Millî Nizam Partisi'nin (MNP) kurulmasıyla başlamıştır.
MNP, Odalar Birliği Genel Başkanlığı'na Süleyman Demirel'e rağmen seçilen Profesör Necmettin Erbakan'ın bu görevinden polis gücüyle indirilmesinden sonra başlayan süreçte kuruldu. 1969 genel seçimlerine önce AP'den aday olarak katılmak isteyen Erbakan, veto edilince Konya'dan bağımsız aday olarak seçime katılmak zorunda kalmış ve seçilerek Parlamentoya girmeyi başarmıştır. 1970'de Milli Nizam Partisini (MNP) kuran Erbakan, bu partinin 1972'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra 1973 yılında bu defa Millî Selamet Partisi'ni (MSP) kurmuş, 12 Eylül'den sonra bu parti'nin kapatılmasının ardından Refah Partisi (RP) adıyla partileşmeyi sürdürmüştür.
Erbakan ve arkadaşları, MNP'yi kurmadan önce AP veya öteki sağ parti ve kuruluşlarda doğrudan veya dolaylı siyaset yapan kişilerdi. Zihinsel beslenme kaynakları ve maddi ilişkileri, onları, Geleneksel kültür ve tasavvufî bir dünya görüşü ile kalkınmacı bir ideolojinin ilginç bir sentezi temelinde biçimlendirmiştir. Başından itibaren "Milli Görüş" kavramıyla sundukları programları, tarihsel hamasetin, milliyetçi/muhafazakâr bir siyasî ve sosyal tavrım, kalkınmacı/sanayileşmeci bir ekonomik felsefenin izlerini taşımaktadır. MNP'nin Kuruluş Beyannamesi'nde yer alan şu ifadeler, bu ilginç sentezin tipik bir göstergesidir:
"Milli Nizam Partisi'nin kurucuları Fatih'dir, Yıldırım'dır, Murat'tır, Melikşah'dır, Ak Şemsettin'dir, Yavuz'dur, Kılıçaslan'dır ve Sultan Abdülhamid'dir. MNP, milletimizin fıtratında mevcut ahlak ve fazileti kuvveden fiile çıkarmak ve bu sayede cemiyetimize nizam, huzur, içtimai adalet ve vatandaşlarımıza saadet ve selamet getirmek gayesiyle kurulmuştur."3
Parti'nin ideolojik tezleri, gelenekçi bir söylem ile rasyonalist-pozitivist bilim ve teknoloji anlayışını uzlaştırmanın bir ürünüdür. Parti programı, milletimizin 'Batı taklitçiliğinin tuzağına düşerek ahlakî bir dejenerasyona uğradığı, Osmanlı'nın çöküş nedeninin de batı taklitçiliği olduğu, tarihimizdeki ihtişama yeniden ulaşabilmemizin 'manevî kalkınma'ya önem vermekten geçtiği, faizciliğin ve montaj sanayinin millî ekonomimizi felce uğrattığı, ekonomik kalkınma için ağır sanayi hamlesine şiddetle ihtiyaç bulunduğu gibi görüş ve değerlendirmeler içermektedir. Dikkat edilirse bu anlayış, Batı'nın bilim ve teknolojisini alarak, ama kültür ve medeniyetimizi de muhafaza ederek kalkınmamızı sürdürmemiz şeklindeki Osmanlı'nın son dönemindeki İslamcı akımların formülasyonu ile hemen hemen aynıdır. Batı'nın gayri-ahlakî tasallutuna karşı cemiyetimizi korumak, Batı taklitçiliğinden vazgeçerek kendi tarihimize ve kültürümüze sarılmak, bütün milliyetçi-muhafazakâr çevrelerin ortak dileğini yansıtmaktadır. Parti tezleri, aynı zamanda, 18. Yüzyıl Batı pozitivizminin etkilerini o kadar çok yansıtmaktadır ki, manevî ve kültürel alan ile ilgili söylem bile bu ideolojinin kavramlarıyla (manevî kalkınma gibi) ifade edilmiştir. Ayrıca Parti'nin son dönem ismi de (Refah), yine aynı ideolojinin kavramsal çerçevesi içinde yer almaktadır.
Böyle bir ideolojik yapıya dayanan MNP/MSP hareketi, "kalkınmacı" tezleri itibarıyla AP'nin "Büyük Türkiye", "Nurlu Ufuklar", "Müreffeh Gelecek" anlayışı ile aynı zeminde durmaktadır. Kültürel tezleri de, AP'nin muhafazakâr kanadının milliyetçi-mukaddesatçı anlayışı ile farksız bir konumdadır.
Farklılıklarına gelince; öncelikle, AP'de ve önceki sağ partilerde partinin bir kanadı, önemli siyasî kararlarda ve ana politikanın tesbitinde hiç etkili olmayan bir kanadı durumundaki milliyetçi-muhafazakâr siyasetçilere daha aktif ve belirleyici olabildikleri bir platform sağlamasıdır. Başka bir deyişle, bu siyasetçiler, 'yönlendirmeye çalıştıkları' siyasî partilerde yer almaktan kurtulup programını rahatlıkla uygulayabilecekleri 'kendi' partilerine kavuşmuşlardır. Siyaset, daha kolay ve rahatlatıcı (ahlakî olarak) bir meşgale haline gelmiştir. Aynı rahatlık, o güne kadar herhangi bir siyasî partiye ilgi göstermeyen müslümanlar için de sağlanmıştır. Aktif olarak siyaset yapan yahut seçimlerde oy vermek suretiyle görevini yerine getirdiğine inanan müslümanlar, ahlakî ve vicdanî sorumluluklarını da ifa etmiş olma rahatlığına kavuşmuşlardır. Müslümanların ilgisinden söz ederken, MNP/MSP hareketinin bu ilgiyi hak eden ideolojik farklılığının hangi noktalarda somutlaştığına değinmeden geçemeyiz. Bu da, yeni partinin Rejim'in laik-Batıcı söylemine, ilk defa, açık olarak ve geleneksel İslamî terimlerle karşı çıkmasıydı. Bu niteliğiyle de, 50 yıldan beri laik-Batıcı cephenin baskısı altında bunalmış bulunan kitlenin desteğini sağlamakta zorlanmadı. Parti'nin halkın zihnindeki değerlerle ters düşmemesi de, bu desteği zamanla iktidara ortak olacak bir çoğunluğa ulaştırdı.
Bu arada Parti'nin sağladığı bu görece önemli kitle desteğinin, bazı siyaset bilimcileri tarafından, Merkez'deki büyük sanayici ve işadamına karşı Anadolu'daki küçük sanayici, tüccar ve zanaatkarın çıkarlarını savunmasına bağlanması, o günkü şartlarda geçerli bir değerlendirme olarak görünmemektedir. Çünkü o yıllarda, dışa kapalı bir ekonominin koruyucu gümrük duvarları gerisinde yaşayabilen, çok düşük bir enflasyon ortamında ucuz kredi kaynaklarıyla beslenebilen büyük ya da küçük ekonomik ünitelerin ağır sanayi, faiz düşmanlığı gibi tezlere ilgi göstermesinin bir rasyonel bir temeli yoktu. Erbakan'ın tezleri, dış rekabete daha fazla açık, ağır bir enflasyonist ortamdan geçen bugünkü ekonomik şartlarda yaşamaya çalışan ve yüksek kredi faizleriyle bunalmış olan küçük sanayici ve tüccar için daha anlamlıdır. Parti'ye oy veren kitle içinde bu kesimin görece çokluğu, bunların Parti'nin ekonomik programını kurtarıcı olarak görmesinden dolayı değil, bu kesimin geleneksel olarak Parti'nin anti-Batıcı ve muhafazakâr söylemine olan yatkınlığından dolayıdır.
Parti'nin getirdiği önemli bir değişiklik ise, müslümanların siyasî tercihleri ile İslami kimlikleri arasında bir özdeşlik kurmasıydı. Siyasî tercihin niteliği ne olursa olsun, böyle bir özdeşliğin kurulmuş olması, o güne kadar sağcı-laik partilere destek veren müslümanlara kendi zihinsel tercihleri ile tutarlı bir siyasi harekete katılma bilinci aşıladı. Bu bilincin yerleşmesi, daha sonraları gelişerek parti dışında bağımsız siyasî oluşumlara kaynaklık etmesi açısından önemli ve yararlıydı.
Temelde milliyetçi-muhafazakâr bir felsefeye sahip olan MNP/MSP hareketi, iç ve dış konjonktürün etkisiyle, zamanla milliyetçi çizgiden uzaklaşarak daha evrensel bir söylem edinmeye başladı. Dış konjonktürün etkisi, Orta Doğu'daki Arap-İsrail çatışmasının ve Batı'nın İsrail'e arka çıkmasının müslümanların vicdanında yarattığı infiale tercüman olma isteği ve OPEC'in Araplarca etkin biçimde kullanılmasıyla meydana gelen ekonomik refaha ortak olma çabası şeklinde tecelli etti. Erbakan'ın sık sık tekrarladığı, Avrupa Ortak Pazar'ına karşı bir İslam Ortak Pazarı oluşturma fikri, bir taraftan Orta Doğu'da büyüyen petro-dolar fonlarına ortak olma arzusunu yansıtırken, diğer taraftan kendi anti-Batıcılığını dönemin sol kaynaklı yoğun anti-emperyalist kampanyasından ayırdetme niyetini taşıyordu.
Dış konjonktüre bağlı olarak böyle bir değişim gerçekleşirken içerde de radikal milliyeti-ırkçı hareketin, o güne kadar içinde yer aldığı ana milliyetçi-muhafazakâr gövdeden ayrılarak Milliyetçi Hareket Partisi'ni kurması bu değişime katkıda bulundu. Böylece, MNP/MSP'nin temsil ettiği kitle, Parti liderliğinin fazla bir katkısı olmadan, milliyetçi-ırkçı eğilimden kopmaya başlayarak daha evrensel bir çizgiye oturdu. Ama bu evrensellik daha çok bir görüntüden ibaretti. Çünkü, Orta Doğu ve Pakistan'daki İslamî hareketler ile düşünce düzeyinde bile bir yakınlık kurma isteği Parti yöneticilerinde bulunmuyordu. "Millî Görüş"den hiçbir şekilde taviz(!) vermeye yanaşılmıyordu.
Parti'nin ilk defa 1974 yılında CHP ile ortaklaşa gerçekleştirdiği ve daha sonraları Milliyetçi Cephe koalisyonları şeklinde devam eden iktidar denemesi ise, temsil ettiği kitleyi bir kaç şekilde etkiledi.
İlkin, Ecevit'in ünlü "tarihsel uzlaşma" değerlendirmesi ve CHP'nin tarihinde ilk defa serbest seçimlerle iktidar olmak için MSP'ye ihtiyaç duyması, geleneksel laik-İslam düşmanı sol çevrelerde ve onların etkisindeki odaklarda, müslümanların da kendileriyle aynı dili konuşan, aynı kurallara uyan, aynı sorumlulukları yüklenen birer 'vatandaş' olduğunun tescili gibi önemli(!) bir sonuca yol açtı.
İkincisi, MSP'nin, Koalisyonlar Döneminde ekonomik imtiyazların dağıtıldığı Bakanlıkları kontrolünde bulundurması, müslümanları o güne kadar pek aşina olmadıkları "kota", "tahsis" ve benzeri mekanizmalar yoluyla sermaye ve para olgusu ile karşı karşıya getirdi. Artık müslümanların da dünyasına "yatırım", "kredi", "sermaye" kavramları yoğun biçimde girmeye başlamıştı. Ekonomik alanda bunlar olurken Bürokraside de bir çok müslüman üst kademelerde görev aldı, devleti başarıyla ve nizamî(!) olarak yönetebileceğini herkese isbat etti.
Öte yandan, MNP/MSP hareketi, geleneksel laik-sağ partilerden kendisini ayırdetmek için ne kadar çaba sarf ettiyse de Nurcular, Süleymancılar ve bazı tarikatların AP'ye destekleri devam etti. Bu desteğin gerisinde, sistem'in asıl sahiplerinin bu parti(ler) olduğunun kabulü ve on(lar)a hoş görünmek suretiyle fazla rahatsız edilmeden faaliyetlerine devam edebilecekleri düşüncesi yatmaktaydı.
MNP/MSP hareketi dışında 1970'lerde incelemeye değer siyasî/fikrî oluşumlardan biri de, Mücadele Birliği hareketidir. İlk sayısı 1970 Şubat başında yayınlanan Yeniden Millî Mücadele Dergisi ile sesini duyurmaya başlayan bu hareket, daha disiplinli bir örgütlenme yapısına ve daha sistematik bir düşünce sistemine sahip görünüyor ve ilk defa (M. Şevket Eygi'nin 'komünistlere karşı savaş' yaygaraları dışında) belli bir program ve strateji çerçevesinde yürütülecek bir mücadele nosyonunu temsil ediyordu. Aykut Edibali, Yavuz Aslan Argun ve Necmettin Erişen gibi isimler etrafında oluşan hareketin düşünce sistemi, aslında, öteki milliyetçi-muhafazakâr hareketlerden farklı değildi. Tek fark, sığ da olsa, belli bir sistematiğe, bir metodolojiye ve bir strateji anlayışına sahip bulunmaları ve bütün bu unsurları yoğun bir 'mücadele' havası içinde işleyebilmeleriydi.
Hareketin belli başlı kilit kavramları, "millet", "millet düşmanları", "gayrı-millî kültür" ve "Beynelmilel yahudilik" gibi kavramlardı. Dikkat edilirse, bu kavramsal yapı ile MNP/MSP hareketinin "milli görüş"ü ve MHP'nin "millî devlet-güçlü iktidar" sloganı aynı köklerden beslenmekteydi. Dergi'nin ilk sayısında yayınlanan "Yeniden Milli Mücadele, milletin muhteşem mazisine uygun bir hayat kurmak isteyen bütün vatanseverlerin, gerçek mü'minlerin mecmuası olmak için çıkıyor" şeklindeki takdim ile yukarda naklettiğimiz MNP'nin Kuruluş Beyannamesi'nde yer alan ifadeler, hemen hemen aynı dilin ve mantığın ürünleridir. Hareketin anti-siyonist ve anti-amerikancı vurgusu ve "beynelmilel yahudiliğin komplolarına dikkat çekmesi, bir taraftan İslam dünyasındaki radikal İslami hareketlerin (Müslüman Kardeşler ve Hizbüttahrir gibi) oluşturduğu anti-emperyalist ve anti-siyonist dalganın bir yansıması iken diğer taraftan, içerde gelişen yeni radikal sol hareketin aynı nitelikte sloganlarına 'millî bir karşılık' bulma çabasının ürünü gibi görünmektedir. Bu etkilenme, Dergi'nin ilk sayısından itibaren yayınlanmaya başlanan iki seri yazıda da kendini belli etmektedir. Bu yazılarında biri "ilmî Sağ", diğeri "inkılap timi" başlığını taşıyordu, "timi Sağ", "Bilimsel Sol"un (veya bilimsel sosyalizmin) bir karşılığı iken "İnkılap ilmi" ise "sosyalist devrim'in millî karşılığıdır. Aynı zamanda, dönemin belirleyici olayı olan sağ-sol çatışmasında, müslümanları "sağcı" cepheye oturtarak "solcu'lara karşı savaşa süren anlayışın da etkisini yansıtmaktadır. Araştırmaların başlığından da anlaşılacağı gibi, çok fazla sistematik olma çabası şematik olmaya dönüşmüş; sığ, yüzeysel ve slogancı bir fikrî temel oluşturulmaya çalışılmıştır.
Hareket, sonraki yıllarda (71 muhtırasını izleyen süreçte) daha belirgin bir milliyetçi / devletçi / militarist çizgiye sürüklenmesi yahut aslında bünyesinde mevcut olan bu çizginin belirginleşmeye başlaması ve Dergi'de, "MİT'e yapılan hakaretleri kim cevaplayacak?", "Ordumuza kim sahip çıkacak?" türü yazı ve haberlerin çıkmaya başlaması ile konumunu iyice ortaya koymuştur.
Mücadele Birliği hareketi, 70'lerin ikinci yansında, bir taraftan misyonunun bitmiş olması, diğer taraftan bu misyonun ne olduğunu farkeden samimi gençlerin peyderpey kopması sonucunda hızla eriyip bitti ve geride içlerindeki 'dayanışma ve mücadele' coşkusu harcanmış kırgın ve şaşkın bir çok genç insan bıraktı.
70'li yıllarda daha çok üniversite gençliği çevresinde etkili olmayı amaçlayan talebe derneklerinin fikrî temelleri de, yukarda açıklamaya çalıştığımız milliyetçi-mukaddesatçı çizginin dışında değildi. Bu çizgiyi oluşturan fikri kaynaklar ise, Yunus Emre'den, Mevlana'dan başlayıp Peyami Safa'ya, Necip Fazıl Kısakürek'e ve 'İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif e kadar uzanan geniş bir yelpazeyi kapsıyordu. Ancak bu kuruluşların kayda değer bir etkileri ve iddiaları olmadığı için üzerinde ayrıca durmayı gerekli görmüyoruz.
3- Yeni Düşünce Ufukları
Geçen sayıdaki yazımızda 60'lı yıllarda ortaya çıkan iki olguya dikkat çekmiş, bunlardan birinin Sezai Karakoç olgusu, diğerinin ise Seyyid Kutub ve Mevdudi tercümeleriyle başlayan dünyaya açılma süreci olduğunu belirtmiştik.
Sezai Karakoç, ilkin, ikinci Yeni akımının öncüleri arasında yer alan iyi bir şair olarak ismini duyurmuş ve bu tarafıyla daha çok entellektüel/sol çevrelerde tanınmıştı. Daha sonraları Diriliş Dergisi'ni yayınlamaya başlayan Karakoç, 60'lı yıllarda ve 70'lerin ilk yansında hem şiirleri hem de yazılarıyla edebiyata ve sanata meraklı genç kuşak üzerinde oldukça etkili olmuştu. Bugün olgunluk çağını yaşayan bir çok şair ve edebiyatçı üzerinde Karakoç'un doğrudan ve dolaylı etkisini belirtmek zorundayız.
Sanat ve edebiyat alanında görülen bu etkilerin düşünce planında aynı ölçüde ve nitelikte gerçekleştiği söylenemez. Sezai Karakoç'un, ciddî bir araştırıcılığın vardırdığı tesbitler ve tahlillerden çok, güçlü bir sanatçı duyarlılığıyla yakaladığı ipuçlarına dayanan yazılarının en önemli etkisi, özellikle genç kuşağa o zamana kadar yabancı olduğu yeni bir 'düşünce alanı', bir 'entelektüel zemin' sunması, düşünme ve derinleşme ihtiyacını hissettirmesi ve onları tarihsel bir romantizmin sıcaklığına çekmesi olmuştur. Değerlendirme ve yorumlan ile yetinmeyen insanlara vereceği başka bir şeyi de (şiirden başka) yoktu, ancak bu 'yetinmeme' duygusunun oluşmasındaki katkısı da büyük olmuştu.
S. Karakoç, Diriliş dergisindeki yazıları, kitapları ve bazı günlük gazetelerdeki köşe yazılarında, Türk toplumunun düşünce ve kültür dünyasının darlığını ve sığlığını göstermiş, müslümanların sahip olduğu zengin 'kültürel miras'a işaret etmiş ve bu mirasa yeniden sahip çıkılmasının gereğini vurgulamıştı. Batı'nın kültürel ve felsefi değerlerine eleştiriler yöneltmiş, Türk toplumunun 'Batılılaşmacını, Batı'nın aynen aktarılmasını sorgulanıştır. 'Diriliş' İslam dünyasının, zengin kültürel mirasına yeniden sahip çıkması anlamına gelmektedir, "İslam'ın dirilişi deyimiyle, şüphe yok ki İslam halklarının dirilişini söylemek istiyorum. Yoksa islam'ın prensiplerini değil. Çünkü İslam'ın prensipleri hiç bir zaman ölmemiştir ve ölmez. Her zaman için dipdiridir, ezelî ve ebedîdir."4
Karakoç, Türk aydınının batılılaşma sürecinde "aktarmacı" bir yönteme sarılmasını eleştirerek bunun "bir ruh ve kafa köleliği olarak doğurgan düşünceyi öldürdüğü" ne işaret eder. Ardından "kendi kültürümüzün geçmişini bugüne bütünüyle aktardıktan sonra ortaya çıkacak düşünce doğrultularında ilerlememiz" gerektiğini söyler. "Şahsiyetli yerli kültürün gelişi"ni "normal düşünme" olarak, "aktarılanın gelişmesi ve ilerlemesi"ni ise "yalancı, yabancı ve sahte bir düşünme yani düşünme taklidi" olarak niteler.
Görüldüğü gibi S. Karakoç, düşünce ve kültür mirasımıza yeniden sahip çıkılmasını ve "yerli kültür'e dönüşü 'Diriliş' çağrısının temeli yapar, ama bu 'miras'in oluşum sürecine değinmediği ve bir 'arınma' ihtiyacını vurgulamadığı için öteki mukkaddesatçı-muhafazakâr kesimden kendini farklılaştıramaz. Karakoç, "İslam düşünmenin yolunu kesmemiştir. Asıl biz, düşünmeyi durdurduğumuzdan İslam'la olan ilgimizi gevşettik, hatta yer yer kopardık. İslam'a olan aşkımızı yitirdik. Düşünce bağımsızlığımızı yitirdik. Zekâmızı bir ezbercilik batağına sapladık" derken bu doğru yargıları sadece 'batılılaşma' süreci bağlamında sunmakta; kendi kültür mirasımızın, "şahsiyetli yerli kültür"ün düşünmemizi durdurmadaki rolüne değinmekten kaçınmaktadır.
Karakoç'un batı düşüncesini ve medeniyetini eleştirmesi, bu medeniyetin felsefi temelinin içerdiği gayri insanî boyutu göstermesi, müslümanlar arasındaki "Batı medeniyetinin iyi taraflarını alıp kötü taraflarını bırakalım" teranesinin gülünçlüğünü sergilemesi açısından önemli bir aşama teşkil etmiş, ancak "İslam Medeniyeti"ndeki sapmalar ve kültürü donuklaştıran dolayısıyla düşünmeyi durduran sebepler üzerinde hiç durmamıştır. Kısacası, bir 'durum'a işaret edilmiş, ama bu bağlamda 'neden' ve 'nasıl' sorularından uzak durulmuştur. Oysa, meselenin can damarı, bu sorulara verilecek cevaplarda, hatta bu soruların sorulmuş olmasında yatmaktadır.
Öte yandan, S. Karakoç'un zaman zaman o günkü anti-komünist/sağcı söylemin etkisinde kalarak aynı basit ve provokatif değerlendirmelere saplandığı da görülmektedir: "...Yarı müslüman, yarı Avrupalı, yarı komünist, yan devrimci, yarı muhafazakâr... Bunlardan birine veya bir kaçının özelliğini taşıyan fetret insanına artık yer yok, iki insan oluşuyor: Tam müslüman veya tam inkarcı. Tam sağcı yani tam müslüman, tam soku yani komünist. Biri tekrar geçmişe bağlanmış, İslam'ın en ideal dönemlerini örnek alarak geleceği değerlendirmek isteyen yeni 'İslam insanı", öbürü de İslamlık, Türklük ve Anadolu'yla ilişiğini kesmiş, kökten yabancılaşmış marksist tip."5
S. Karakoç'un genç kuşak üzerindeki daha çok estetik ve fikrî planda kalan ve insani-sosyal bir boyutu bulunmayan etkisi 70'lerde giderek azalmaya başladı. Bunda genç kuşağın, İslam'ı hakim dünya sistemi ile çatışma halindeki bağımsız ve ilahi bir sistem, insan ilişkilerini ve toplumsal yapıyı düzenleyen bir öğretiler bütünü olarak ön plana çıkaran Türkiye dışındaki İslamî düşüncenin ürünleri ile karşı karşıya gelmesinin rolü vardı.
Mısır (ve Suriye)'deki Müslüman Kardeşler ile Pakistan ve Hindistan'daki Cemaat-i İslam'ı hareketi, geçmişi ve etkinliği çok öncelere dayanmasına rağmen Türkiye müslümanlarının ilgi alanına ancak 60'ların ikinci yarısında girmeye başladı. Cemaat-i İslamî, Hindistan kıtasının İngiliz sömürgesi olmaktan kurtulması ve Pakistan'ın bağımsız bir İslam Cumhuriyeti olarak kurulması sürecinde oluşan bir düşünce ve eylem hareketiydi. Böyle somut ve hayati bir zorunluluk karşısında bulunan hareket, tabiatıyla, İslam Devleti, İslam Anayasası, İslamî Hükümet, İslam Devletindeki Siyasî, İktisadî, Hukukî ve Sosyal Yapı gibi sorunlarla ilgili çözümler üretmeye kendini adamıştı. Bir taraftan İngiliz sömürgeciliğine, diğer taraftan Hindu baskısına karşı savaşarak büyüyen ve bağımsız bir İslam Devleti kurma çalışmalarını yönlendirme ihtiyacı ile karşı karşıya bulunan hareket, lideri ve sembol ismi Mevdudi'nin şahsında hem mücadeleci ve direnişçi bir ruhu yansıtıyor, hem de İslam'ın bir siyasî, iktisadî ve sosyal projesi olduğunu gösteren çalışmalar üretiyordu.
Mısır'daki Müslüman Kardeşler ise biraz daha farklı şartlarda gelişmişti. Fransız-İngiliz sömürgeciliğine, İsrail saldırganlığına ve iç monarşiye karşı direniş sürecinde gelişen hareket, daha sonra, Cemal Abdülnasır'ın şovenist/sosyalist baskısına karşı koyarak hayatiyetini sürdürmüş ve müslümanlara içinde yaşadıkları gayrı İslamî sistem ile çatışma bilincinin aşılanmasını ve müslüman kimliğinin bu bilinçle anlamlandırılmasını sağlamıştı.
Her iki hareketin düşünce çizgisi, 19. yüzyıl İslamcılık hareketlerinin gündeminden artık kopmuştu. Yani, İslam dünyasının birleşmesi, müslümanların ilerlemesi, geri kalmanın sebepleri, hilafet vb. sorunlar gündemden inmiş (yahut tamamen farklı bir contex içinde işlenmeye başlanmış), bunların yerini, genel bir ifadeyle, müslümanların kaybettikleri bireysel ve sosyal değerlerin Kur'an ve Kuruluş Dönemi Pratiği ışığında yeniden inşası çabaları almıştı, İslam dünyasının modernleşme sürecinde temel alınan ideolojik çerçevenin, İslam'ı (ve dini) hayattan kopuk bir inançlar ve ahlakî bazı yaptırımlar demeti ve/veya yararlı sosyal motifler ve gelenekler bütünü olarak sunma aldatmacasına karşı İslam'ın bireysel ve toplumsal dünyayı kurma ve yönlendirme iddiasını yansıtan ve bu niteliğiyle İslam'ın hakim dünya sistemi ile çelişkisini gösteren çalışmalar yapılmaktaydı.
Mısır ve Pakistan'da doğan bu hareketlerin öncü ve sembol isimleri olan Seyyid Kutub ve Mevdudi'nin kitapları, yazıları ve konuşmaları, 1960'lann ikinci yarısından itibaren Türkçe'ye çevrilmeye başlanmıştı. Kötü bir dil ve acemi (yahut korsan) bir yayıncılık anlayışı ile Türkçe'ye kazandırılan bu eserler Türkiye'deki müslümanlar üzerinde çok önemli etkiler yaptı.
Türkiye'de sola karşı "sağcı" ve "anti-komünist" bir kimlik kazandırılmaya çalışılan laik-muhafazakâr partilerin payandası olarak görülen müslümanlar, ilk defa, sol-sağ, komünist-antikomünist, 'devletimiz'-'milletimiz' kalıplarının dışında farklı bir kavramsal yapı ve Kuruluş Dönemi Pratiği bulunduğunu, buradan bugünkü hayatımız için ilkeler çıkarılması gerektiğini, bu Kaynağın müslümana kendinden olmayan bir toplumsal yapı içinde ciddî sorumluluklar yüklediğini anladılar. Kaynak ile bağlantılı bir mücadele bilincinin kazanılmasında, kaynağa ulaşmada bir metodoloji anlayışının edinilmesinde katkıları oldu. Kur'an ve Sünnet'ten çok sık bahseden ama onları ulaşılması yasak raflara koyan Türkiye'deki bazı düşünce adamlarının tersine Kur'an'ın müslümanların hayatı için canlı bir rehber olduğunu, zihinsel ve maddi dünyanın her an Kur'an'ın rehberliğinde oluşturulması gerektiğini gösterdiler. Seyyid Kutub'un "Kur'an'da Edebî Tasvir" ve "Kur'an'da Kıyamet Sahneleri" gibi kitapları ve Fî Zîlal-il Kur'an başlıklı tefsir çalışması, Kur'an'ı canlılığı ile hayatın ortasına indirdi. Mevdudi'nin "Kur'an'da Dört Terim"i ise bugünkü müslüman kuşağın Kur'anî kavramları doğru anlamasında, Kur'an'daki bazı kavramların 1400 yıl önceki toplumsal ve bireysel yapıyı nasıl köklü bir şekilde sarstığının ardındaki anlamı ve bu kavramların reel hayattaki karşılıklarını göstermede önemli bir dönüm noktası oldu, ilah, Rab, ibadet ve Din kavramlarını ve bunların çevresinde Tağut, Tevhid, Şirk gibi kavramları inceleyen Mevdudî, bu kavramların müslümanların zihnindeki metafizik hatta mistik karşılıklarının düzeltilmesinde ve bunların yeniden gerçek anlamlarına kavuşturulmasında önemli bir rol oynadı. Bu çalışma, müslümanı Kur'an'ın ışığında Tevhid düşüncesine çeken, Şirk'in çağdaş yüzünü gösteren ve geleneksel kültürü aşarak Kur'an'a ulaşmanın insan zihninde oluşturacağı fırtınaya işaret eden bir başyapıttı.
Mevdudî ve Seyyid Kutup dışındaki başka bazı düşünce adamlarının da (Muhammed Kutup, Abdülkadir Udeh, Muhammed Ebu Zehra, Mustafa Sıbai, Malik Bin Nebî vs.) Türkiye'de pek görülmeyen çeşitli konulardaki araştırma ve kitapları hızla Türkçe'ye kazandırıldı. Bu yayınlar Türkiye müslümanlarının İslam'a hamasî, ahlakî düzeyin dışında daha ilmî bir düzeyde yaklaşmalarına yol açtı ve bu konuda bir birikimin oluşmasına katkıda bulundu.
Bu arada başka bir takım düşünce akımları ve hareketlerden de söz edilebilir. Bunlardan biri, Türkiye'de çok sınırlı bir çevrede ve dar bir kadro anlayışı ile faaliyet gösteren, ancak anti-emperyalist ve anti-siyonist bir söyleme sahip bulunan Hizbu't-Tahrîr hareketidir. Tahrîr'in, "küfrün tek millet olduğu", müslümanların belli bir metod ve strateji içinde çalışmaları gerektiği ve bunların ilkelerinin de ancak Kur'an ve Sünnet'ten alınabileceği anlayışının yerleşmesinde katkıları oldu.
Türkiye dışında gelişen çağdaş İslami düşüncenin ve hareketin yukarıda kısaca değindiğimiz etkilerinin de bir sonucu olarak Türkiye'de de, önce klasik kültürün çizgi-dışı bazı isimlerine (İbn Teymiye gibi) duyulan ilgi ile gündeme gelen, daha sora bunları da aşarak Kur'an ve Sünnete doğrudan ulaşma isteğine dönüşen bir fikrî gelişme başlamıştı. Müslümanlar belli merkezlerde (Malatya örneği) yoğunlaşan bir araştırma ve sorgulama süreci sonunda geleneksel kültürün bir çok kavram ve anlayışını tartışmaya açtılar. "Sünnet", "bidat", "tevhid", "şirk", "tasavvuf, "ibadet" gibi bir çok kavramın geleneksel anlamlan Kur'an'ın ışığında sorgulanmaya başladı. Peş peşe bir çok meal ve tefsir çalışmasının yayınlanması ve Kur'an üzerine yapılmış akademik araştırmaların Türkçe'ye kazandırılması ile de beslenen bu eğilimi yeni ve sağlıklı bir kültür ikliminin oluşmasına yol açtı. Bu iklimin bazı çevreleri rahatsız etmesi kaçınılmazdı. Zihin konforları bozulan, fikrî tekelleri kırılan veya efendileri hesabına büyük korkulara kapılan bu 'çevreler' rahatsızlıklarını, saldırmak ve karalamak şeklinde ortaya koydular. "Dinde Reformcular" ve "Din Tahripçileri" benzeri başlıklarla yayınlanan bu tür saldırılarla dolu kitaplar veya yazılar, belki bazı 'iyi niyetli ahmaklar'ı tereddüde düşürdüyse de başlayan sağlıklı eğilimi tersine çevirmeye yetmedi.
Bu eğilimin saptırıldığı durumlara da bazan rastlanmıyor değildi. Kur'an'ı salt zihinsel fantezilerinin bir objesi olarak görmek isteyen, ona sadece bir kültürel zenginleşme aracı olarak yaklaşan veya onda kendi zaafları için gerekçeler bulmaya çalışan insanların çıkmış olması tabiiydi. Ancak bu sapmalar, Kur'an bilincinin güçlenerek gelişmesine mani olamadı. Tersine, alman 'derslerle daha sağlıklı ve seviyeli bir platformda oluşumun sürmesi sağlanmış oldu.
80'lere doğru baş gösteren toplumsal krizin ortasında kalan müslümanları evrensel planda daha diri, mücadeleci ve sancılı bir gelecek bekliyordu. Dünyadaki bütün keskin kamplaşmaları altüst eden, sistemi telaşa sürükleyen bu 'gelecek', yeterli bir değerlendirme için biraz daha yaşanmayı hak eder bir konumdadır.
Dipnotlar:
1- Bu yazıda kullanılan "İslami hareket" kavramı ile, belli bir hareketi (veya düşünceyi) değil, İslam'ın (bu nasıl bir İslam olursa olsun) hataya hakim kılınmasını amaçlayan düşünce ve hareketlerin bütününü kastediyoruz. Yani daha genel ve bu sebeple de nötr bir kavram.
2- Yükseliş ve Düşüş, Ali Gevgili, Altın Kitaplar, Temmuz 1981, s. 363.
3- Gevgilili, a. g. e., s. 425.
4- İslam'ın Dirilişi, Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul-1975, s. 10.
5- Karakoç, a. g. e., a. 28.