Türkiye'de İşkence Olgusu

Haksöz

İDKAN'ın Mart ayındaki ikinci paneli de Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde gerçekleştirildi. 24 Mart saat 19.00'da düzenlenen panele konuşmacı olarak Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Tufan Mengi, Hak Söz Dergisi yazarlarından Rıdvan Kaya, Selam Gazetesi yazarlarından Sükuti Memioğlu katıldılar. Panelin yöneticiliğini Av. Necip Kibar yaptı.

Paneli açış konuşmasında N. Kibar, işkencenin esas olarak gözaltı süresi sırasında uygulandığını belirterek "CMUK"ta gözaltı süresi suçun niteliğine ve vasfına göre değişir. Adli suçlarda 24 saat - 3 gün arası olan gözaltı süresi, toplu suçlarda 8 güne kadar çıkabilir. DGM kapsamına giren adli suçlarda ise gözaltı süresi 48 saattir. Yine DGM kapsamındaki devlet aleyhine işlenen suçlarda ise gözaltı süresi 15 gündür. Bu süre, sıkıyönetim zamanında ve olağanüstü hallerde 30 güne kadar çıkabilir. Çok önemli bir nokta da bir şehirdeki DGM'den başka bir şehirdeki DGM'ye nakil söz konusu olduğunda gözaltı süresinin 15 gün daha uzamasıdır. Bu kanun son derece adaletsiz ve suiistimale açıktır. Zira her nakil durumunda süre 15 gün daha uzamakta ve işkence imkanı artmakta veya işkence izlerinin giderilmesi imkanı sağlamaktadır" dedi.

Bu süreler zarfında siyasi suçluların avukat bulundurma, doktor çağırma, ailesiyle görüşme gibi haklardan mahrum bırakıldığını belirten Kibar, "Bu süre içinde gözleriniz de sürekli bağlıdır, zaman kavramını yitirirsiniz, yargısız infaz da olasıdır. Basına haber sızdırılırsa, yaşam şansınız artar ama bu sefer de basın size yargısız infaz uygular, tabii zaten polisin istediği de budur. Yani sizi terörist ilan ederek toplumun gözünde mahkum etmek" dedi.

Falaka, kaba dayak, Filistin askısı, cinsei taciz, soğuk tazyikli su, su dolu poşet vs. gibi işkence tekniklerinin yanında, aileye baskı yapılmasının, eşine de işkence yapmakla tehdit etmenin ve eve karakol kurmanın yaygın uygulamalar olduğunu belirten Kibar, tüm bunlardan amaçlananın düzenin kolluk kuvvetlerinin istediği bilgileri elde etmesi, mücadeleci insanların azminin kırılması, kişiliksizleştirilmesi, çevresine de korku salarak çevresinden soyutlanması ve tabii mahkum edebilmek için polisin istediği ifadelerin imzalatılması olduğunu vurguladı.

Kanunen gözaltı süresinde imzalanan ifadelerin bir hükmünün olmadığını belirten Kibar, mahkemelerin ise polis tutanaklarını, tutuklu bu ifadeleri polis zoruyla ve işkence altında imzaladığını belirtse ve kabul etmese bile usule aykırı olarak, dikkate aldığı ve "polise mi inanacağız, yoksa devlet aleyhine suç işleyene mi" mantığından hareket ederek ceza verdiğini söyledi.

Daha sonra sözü alan Mazlum-Der İstanbul Şube Başkanı Tufan Mengi devletin kendi resmi organlarının işkenceyi kabullendiğini söyleyerek "insan haklarından sorumlu devlet eski bakanı Azimet Köylüoğlu ve heyetinin hazırladığı raporda Türkiye'de işkencenin yaygın olarak uygulandığı ama sistematik olmadığı söyleniyor. Bu aslında üstü örtülü bir itiraftır" dedi.

Mengi, yine geçmişte Erzincan Sıkıyönetim Mahkemesi'nin bir kararında açıkça işkenceyi meşrulaştıran şöyle bir yaklaşımının olduğunu vurguladı; işkence yapılmasında iyi niyet vardır. Amaç doğru bilgi elde etmektir. Mademki normal şartlarda yalan söyleyen tutuklu, işkence görünce doğru söylüyor, işkence yapıldığı sabit bile olsa hedeflenen doğru bilgi edinme gerçekleştiğine göre alınan bilgiler mahkemede delil olarak kullanılabilir".

Yine Coşkun Kırca'nın Cezayir'deki zulmü ve cuntayı destekleyen sözler sarfederek: "Beyler, siz sanıyor musunuz ki %35-40 oy alıp iktidarı ele geçi­rebileceksiniz ve İslami bir düzen kuracaksınız. Biz Osmanlı'yı yıkıp bu düzeni kurarken kan verdik, siz de İslami bir düzen istiyorsanız, bedelini ödemek zorundasınız" dediğini hatırlatan Mengi, gerçekten müslümanların bedel ödemeye hazırlanması gerektiğini, yukarıdaki sözlerden de açıkça anlaşıldığı gibi işkencecilerin düzenlerini korumak için her şeyi yapacağını vurguladı.

İşkence gören müslümanlardan sinip bir an önce ortadan kaybolanlar olduğunu vurgulayan Mengi, "Oysa şu anda polis en çok işkenceci yönünün ifşa edilmesinden çekiniyor. Tüm imkanlar kullanılarak işkencenin, zulmün, haksızlığın üzerine gidersek onu geriletiriz" dedi. Kısa bir süre önce, Hamas'ın İsrail'deki şehadet eylemlerinden sonra, Türkiye'de öğrenci olarak bulunan Filistinlilerin MİT tarafından kaçırılması olayına bu bağlamda değinen Mengi: "Olay İsrail'de oluyor, buradaki Filistinli öğrenciler MOSSAD usulü kaçırılıp sorgulanıyor, ailelerine hiçbir haber verilmiyor. Polisi aradığımızda 'Haberimiz yok, bulursanız bize de haber verin' diyorlar. Ne zamanki biz olayın üstüne gidip önce burada (Tarık Zafer Tunaya'da) saat 11.00'de, daha sonra da kaçırılanların evinde saat 13.30-14.00'de basın toplantısı düzenledik, aradan 20 dakika geçti, geçmedi 'hiçbir haberimiz yok' diyen polis, kayıp Filistinli öğrencileri kapıya kadar getirdi" diyen Mengi, "Olayların üzerine gitmezsek, örtbas edilir ve meşrulaştırılır, bu yüzden mutlaka tepkimizi dile getirmeliyiz" diye ekledi.

Daha sonra Necip Kibar'ın "Türkiye'de işkence bir devlet politikası mıdır? Yoksa münferit vakıalar mıdır?" sorusunu Rıdvan Kaya şöyle cevaplandırdı: "Önce işkencenin tanımını yapmak lazım. İşkencenin iki temel özelliği vardır: Bunlardan birisi, insan vücuduna kasıtlı ve bilinçli olarak zarar vermek ve diğeri de bu uygulamada devletin doğrudan veya dolaylı olarak aldığı roldür, işkenceciler üç hedef gözetirler: 1) Bilgi almak. 2) Kişiyi çözmek, sindirmek, silikleştirmek, mücadeleden soyutlamak. 3) "Uslu durmazlarsa aynı akıbetin kendi başlarına da gelebileceği" mesaimi vererek toplumda yılgınlık oluşturmak, toplumu pasifize etmek."

Bu çerçevede ele aldığımızda Türkiye'de işkence bir devlet politikası olarak uygulanmaktadır. Kesinlikle münferit vakalar değil sistematik ve kurumsal bir olgudur. Devlet yukarıda saydığımız hedeflere ulaşmak için sistematik bir şekilde işkence uygulamaktadır. Türkiye'de İşkence özellikle darbe, sıkıyönetim, olağanüstü hal gibi durumlarda yaygınlaşmış ve resmileşmiştir. Devletin kendisini ciddi bir tehdit altında hissettiği günümüzde de işkence uygulamalarına hız verildiği görülmektedir.

Türkiye'de işkence adeta gündelik hayatın bir parçası olarak her an yaşanmakta ve süregelmektedir, işkenceciler bu konuda profesyonelleşmiştir. Siyasi zanlılarının maruz kaldığı 15 günlük gözaltı süresi o kadar uzundur ki, bu sürenin bir kısmını işkenceciler doktor önüne çıkartılmadan önce sanığın tedavisine ayırabilmektedirler. Ayrıca işkence yapıldığı belgelense bile isim vererek devlet yetkililerini teşhir etmek kanunen suçtur. Bu da açıkça devletin işkencecileri koruduğunun bir göstergesidir. Mahkemelerde de İşkence altında alınan ifadeler delil olarak kabul edilmekte ve "Her insan suçu ispat edilene kadar suçsuzdur" ilkesi adeta DGM'lerde "Suçsuzsanız ispat edin, polise mi güveneceğiz, size mi?" hukuksuzluğuna dönüşmüştür.

Necip Kibar'ın "Kanal 7'de yapılan bir programda konuşan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Nail Güreli 'Gazeteciler öldürülüyor, görevimizi yapmamız engelleniyor, buna daha ne kadar göz yumacağız' dedi. Oysa sıra müslümanlara gelince her şey unutulup çifte standart uygulanıyor ve medya müslümanlara cephe alıyor, neden" diyerek yönelttiği sorusuna Selam Gazetesi yazarı Sükuti Memioglu şöyle cevap verdi:

"Bu çifte standart değil. Zaten medyanın görevi bu, kuruluş amacı bu. Bunlar apoletsiz askerler, bordro üzerinden maaş almıyorlar ama, fiilen devlet memuru durumundalar. Ayrıca telkine bile gerek yok, temenni yetiyor, otosansür uyguluyorlar. Metin Göktepe olayında da medyanın bir yandan kendini koruma içgüdüsüyle hareket etmesine, diğer yandan da M. Göktepe'nin aslında bir militan olduğunu ve bunu hakettiğini empoze etme gayretine şahit olduk, işkence olayında İslami medyanın da adil davrandığını söyleyemeyiz, sol medyayla İslami medya arasında bu noktada karşılıklı bir körlük var".

Daha sonra söz alan T. Mengi 1980-86 arasında polisin İşkence yapmasıyla ilgili 5058 vakanın mahkemeye intikal ettiğini, bu davalardan çok az polisin mahkum olduğunu, olanların da İşkenceden değil, kötü muameleden mahkum olduğunu söyledi, Yine 1994'de işkenceyle ilgili 314 dava açıldığını, 35'inin sonuçlandığını ve sadece 11 kişinin hüküm giydiğini ekledi. Mengi: "Bu sistem öyle bir sistem ki, kendi elemanını bile gerektiğinde satar, düzeninin devamı için ve işkencenin münferit vakalar olduğunu ispat edebilmek için bir kaç günah keçisi bulup kurban eder. Şu an burada da sivil polis varsa, o da duysun devlet gerektiğinde onları kullanır ve sonra bir çöp gibi alır atar".

T. Mengi müslümanların kimden gelirse gelsin ve kime yapılırsa yapılsın işkenceye, zulme karşı çıkmaları gerektiğini ve kesinlikle ayrım yapmamaları gerektiğini söyledi. İşkence olayları karşısında sessiz kalmamak gerektiğini, bunun İçin müslümanların kendilerine ait basın yayın araçlarına sahip olmalarının önemini vurguladı. "Biz müslümanlar mutlaka ama mutlaka tepkimizi dile getirmeli, göstermeliyiz" diyen Mengi, gerekirse Vatan Caddesindeki Emniyet binası önünde protesto gösterisinin dahi yapılabileceğinin düşünülmesi gerektiğini söyledi.

Sükuti Memioğlu ise Türkiye'de işkencenin artık bir araç olmaktan çıkıp bir amaç haline geldiğini vurgulayarak, polisin artık ille de daha önce değinilen amaçlara ulaşmak için işkence yapmadığını, işkencenin artık bir refleks haline gelip sıradanlaştığını ifade etti. Memioğiu "Türkiye'de insan tabiatı, fıtratı bozulmuştur, bunun üzerinde durmamız gerekiyor" dedi.

İşkencenin uluslararası boyutlarına ilişkin soru üzerine R.Kaya, işkence deyince akla ilk gelenlerden birinin de İsrail olduğunu vurgulayarak İsrail işkenceyi yasallaştırmıştır. Belli ölçüler (!) çerçevesinde İşkence yapılabileceğini kanun maddesi haline getirmiştir. Şehadet eylemlerine girişen müslümanların evlerini tüm dünyanın gözü önünde alenen bombalayıp yıkıyor. İşte asıl terör budur" dedi. Kaya "İşkenceye niçin karşı çıkmalıyız?" sorusuna ise şöyle cevap verdi' "Her şeyden önce müslüman olmak zaten bunu gerektirir. Kesinlikle 'bugün onlara yarın bize' mantığının bir sonucu olarak İşkenceye karşı çıkmak doğru değildir. Bize yapılan işkenceye başkalarının karşı çıkıp çıkmamasından, bu konuyu gündemlerine alıp almamasından bağımsız olarak; kime ve kim tarafından yapılırsa yapılsın işkenceye karşı çıkmak İslami sorumluluk gereğidir. Ayrıca düzen karşıtı olan müslümanlar düzenin en çirkin ve en somut yüzü olan işkence konusunu düzeni teşhir amacıyla sürekli gündemde tutmak zorundadırlar. Bu noktada işkenceye karşı mücadele, düzene karşı mücadelenin bir parçası olarak algılanmalıdır.".

İşkenceye karşı gündem oluşturmada "TC'yi en azından kendi koyduğu hukuka uygun davranmaya zorlamalıyız" diyen Kaya, müslümanların ileride işkenceyle daha yoğun bir şekilde karşılaşacaklarını söylemenin de kehanet olmayacağını ekledi.

Gelen bir soru üzerine Tufan Mengi, müslümanlar işkenceye hazırlıklı olması gerektiğini vurgulayarak işkencecilerin cezasını ahirete bırakamam, evet Allah onların cezasını verecektir ama, yakalarsam ben de cezasını bu dünyada veririm. İşkencecilerin cezası mutlaka verilmelidir. Kaybedecek şeyimiz ne kadar az olursa, bu işi yapmak o kadar kolay olur. Ama maalesef müslümanlarda müthiş bir dünyevileşme ve mal biriktirip bağlanma var, bu halleriyle de bu işi yapmaları bir tarafa, ilgilenmeleri bile çok zor" dedi.

İrfan Çağrıcı'yla alakalı olarak sorulan bir soru üzerine Kaya "Tüm laik medya Çağrıcı'yı bir terörist ve itirafçı olarak gösterip müslümanlara saldırırken, işkence görüp görmediğini, omuzundaki kurşunun sebebini hiçbiri sormadı. Laik medyadan bunu beklemek zaten hayal olurdu ama, en azından İslami basının bu soruları gündeme getirmesi gerekirdi. Yine bazı İslami çevrelerin de "Bu adamların ne yapıp ettiğini bilmiyoruz, bize de sormadılar" deyip bu İnsanların İslami kimliklerini, samimiyetlerini, mağdur konuma düşüp işkence görmelerini dahi görmezden gelmelerini anlamak ise hiçbir şekilde mümkün değil."

Konuşmacıların gelen soruları cevaplamasından sonra Necip Kibar paneli şu ayetle noktaladı; "Nice memleketler var ki, biz onları zulüm yaparken helak ettik de, şimdi o memleketler duvarları damları üstüne çökmüş, ıpıssız kalmışlardır" (Hacc 45)