Evrensel gazetesi muhabiri Metin Göktepe'nin işkence edilerek öldürülmesi ve ardından gelişen olaylar, Türkiye'nin nasıl bir işkence cehennemi olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Günlerdir kamuoyu hararetli bir biçimde işkence konusunu tartışıyor.
Türkiye'de on yıllar ötesine uzanan bir geleneğe dayanan işkence olgusu, özellikle 12 Eylül cuntasının ülkeye hakim olduğu yıllarda adeta resmi bir devlet politikası niteliği kazandı. Bu gelenek günümüzde de geçerliliğini aynen sürdürüyor. Devlet, terör suçlusu diye adlandırdığı siyasi muhaliflerine karşı işkenceyi sadece bir bilgi alma, çözme yöntemi olarak değil, aynı zamanda bir cezalandırma biçimi, bir yıldırma ve intikam alma eylemi olarak da yaygın bir tarzda uyguluyor. Fakat işkence uygulamasından nasibini alanların sadece devletin siyasi muhalifleri olduğu düşünülmemeli.
TC'nin karakterine işlemiş bulunan işkencecilik sadece siyasiler üzerinde değil, pek çok kez adli suçlular üzerinde de tatbik ediliyor. Bu yüzden mahalle karakollarına varıncaya kadar birçok polis biriminde kendisini "gömleğiyle boğarak", "kemeriyle ranza demirine asarak", "camdan atlayarak" ya da "kalp krizi geçirerek" ölen adli sanıklara ilişkin haberlere sık sık şahit olabiliyoruz. Türkiye'de işkence bir olgu, devletin suç ve suçluya yaklaşım tarzının bir parçası, devletin devlet olma vasfının bir yansıması adeta.
Metin Göktepe Türkiye'de işkence altında öldürülen ilk kişi değil. Hatırlanacak olursa Göktepe'nin gözaltına alınmasına ve ölümüne yol açan son görevi yine bizzat bir işkence olayı idi. Ümraniye Cezaevi'nde jandarma güçlerinin saldırısı sonucu pek çok siyasi tutsak yaralanmış ve tümü beyin travmasından olmak üzere 4 kişi ise öldürülmüştü.
Peki Metin Göktepe olayını farklı kılan neydi? Niçin birçok işkence cinayeti kamuoyunda ciddi bir tepkiye yol açmamış ve devletçe kolaylıkla hasıraltı edilebilmişken bu olay bunca patırtı koparmıştı?
En önemli neden, Göktepe'nin bir gazeteci olmasıydı. Evrensel gibi muhalif bir basın organı çalışanı dahi olsa, bir gazetecinin üstelik bu şekilde öldürülmesi karşısında holding medyası da dahil olmak üzere tüm basın kuruluşları bir gazetecilik dayanışması sergilemek zorunluluğu hissettiler. Ve tepkiler dalga dalga yayılarak yetkilileri köşeye sıkıştırdı. Göktepe'nin öldürülmesinin bunca tepki çekmesinin bir başka nedeni ise cinayetin işleniş biçimi idi. Birçok kameraya ve fotoğrafa yansıyan görüntülerde de kolayca görüldüğü gibi mesleğini yapmaya çalışan bir gazeteci hiçbir gerekçe olmaksızın gözaltına alınıyor ve Şili diktatörü Pinoche'nin stadyumları toplama merkezi yapmasını anımsatacak şekilde, gözaltına alınan yüzlerce insanın tutulduğu Eyüp Kapalı Spor Salonu'nda vahşice öldürüldükten sonra, cesedi yine aynı salonun hemen yanı başına bir kedi ölüsü, bir çuval gibi atılıyordu.
Doğrusu kamuoyu gözaltında kayıplara, faili meçhullere, işkencede öldürüldükten sonra bir ormana gömülüp sonra bulunan cesetlere alışkındı ama, bu kadar pervasızlık fazla idi. Mızrak bu kez çuvala sığdırılamamıştı.
Bu olay karşısında, duyarlı kesimlerin sürekli altını çizdiği, Türkiye gündemine sürekli taşımaya çalıştığı işkence iddialarına şimdiye dek hep sağır kalan çevreler dahi kulak kabartmak zorunda kaldılar. Egemenlerin kontrolündeki medyadan, işkenceci düzenin asıl sahipleri olan patron örgütlerine kadar pek çok kuruluş bu olayı kınamak ve sorumlularının bulunup yargı önüne çıkarılması talebinde bulunmaya kendilerine mecbur hissettiler. Tabii buradaki inceliğe dikkat etmek lazım. Mızrağın çuvalı delip geçtiği bir vaka karşısında egemenlerin mecburen takındıkları bu tavır, asla sistemin işkenceci niteliğini ifşa etmeye yönelik bir tavır değildir. Bilakis onlar işkence olayına karşı bu sözde tepkileri ile, olayın doğrudan faili olan bir kaç polis memurunun seçilip, ayıklanması ve kurban edilmesi ile kamuoyunun gözünün boyanmasını amaçlıyorlar. Böylelikle bizzat sistemin işkenceci olduğu, işkencenin Türkiye'de üç-beş polis memurunun sadistliği ile ilgili bir konu olmayıp, sistematik bir mekanizma olduğu gerçeğinin kamufle edilmesine çabalıyorlar.
Türkiye'de işkencenin, yetkili zevatın mecbur kaldıklarında yaptıkları zorunlu açıklamalarda ifade ettikleri gibi "münferit bazı hadiselerden ibaret bir konu olmayıp, sistematik ve kurumsal bir olgu olduğu, gerçeğe gözünü kapamayan herkesin malumudur. Bu gerçek bizzat Metin Göktepe olayının soruşturulmasında da gayet açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Devletin işkence sanığı polisleri tespit için yine işkenceye başvurması traji-komik bir hadise olarak hukuk tarihine geçebilecek boyutlarda bir gelişmedir.
İşkence devletin ayrılmaz bir vasfı haline gelmiştir. İşkencecilik devletle o kadar özdeşleşmiştir ki, devlet kendi memurlarına dahi bir ayrımcılık yapmamaktadır. Anlaşılan, devlet işkencede adalet ve eşit muamele ilkelerinden taviz vermemektedir!
Kamuoyunda bir süredir canlı ve hararetli bir biçimde gündem oluşturan, tartışılan işkence konusu, kimsenin şüphesi olmasın ki, bir süre sonra kesilecek ve temelde polisle, kontrgerilla ile işbirliği içinde faaliyetlerini sürdüren holding medyası Göktepe olayının sorumluluğunun bir kaç alt düzey memurun başına yıkılıp devletin temize çıkmasından memnun bir şekilde konuyu soğumaya terk edecektir. Zaten yapmaları gereken de budur. Bu noktada müslümanların yapması gereken ise laik, işbirlikçi düzenin zalim yüzünü en açık biçimde yansıtan işkence olgusu ve işkencecilere karşı geçici tepkiler geliştirmek değil, ilkeli ve süreklilik taşıyan bir tavır içinde olmaktır.