-Türkiye'de okuma oranlarının düşüklüğü birçok istatistikte karşımıza çıkıyor, bunun tarihsel ve toplumsal arka planı nedir? Osmanlı'dan alınan kültürel mirasta ya da kültürel kodlarımızda, okuma nasıl bir yer işgal ediyor?
-İslam'dan önceki kültürler genel olarak şifahîdir. Dinler kültürün yazılı hale gelmesinde önemli rol oynamışlardır; Allah'ın kitaplar veya sahifeler indirmesi kültürünün yazılı hale gelmesini sağlamıştır. Ancak bu halk arasında yazılı kültürün çokça benimsendiği anlamına gelmez. Kur'an'ın inişinden sonra daha da belirgin olarak kültürün kitabi hale geldiğini görüyoruz. Yazılı kültürün teşekkülünde Kur'an'ın önemli bir yeri vardır. İnsanların Kur'an'ı anlamak üzere tefsir yazmaya çalışmaları, Peygamber'den hadis nakletmeleri ve bunu yazmaları, bundan hüküm çıkarmaları sayesinde olmuştur. Hayatın Kur'an ve Sünnet çerçevesinde düzenlenmesini sağlamak üzere belli bir literatür oluşturulmuş, bu da nesilden nesile aktarılmıştır. İnsanoğlunun tarihinde ilk büyük yazılı kültür hareketinin İslam'la başladığını söylemek mümkündür. Müslümanlar buna o kadar çok önem vermişler ki kendilerinin ürettiği yazılı kültürle yetinmemişler; kendilerinden önceki kültür kaynaklarını da, hikmeti, bilgiyi, felsefe kaynaklarını da araştırmış ve dillerine tercüme etmişlerdir: Hint, Babil, Mısır, Iran, Yunan hikmeti ve ilimleri bu sayede kaybolmaktan kurtulmuştur. Bunun İçin Bağdat'ta Beytü'l-Hikme'nin kurulmuş olması belki de tek örnektir. Tarihte tek örnek olan başka olay, Abbasiler'in Bizanslılar'a karşı kazandıkları savaşlarda savaş tazminatı olarak kitap talep talep etmeleri ve bunu anlaşma metinlerine geçirmiş olmalarıdır. Her savaş sonucunda kitap yüklü deve kervanları aylarca Bağdat'a kitap taşımışlardır.
Osmanlı'ya geldiğimizde, bu dönemde de yazılı kültürün devam ettiğini görüyoruz. Her imparatorluğun kendine has bir karakteri var. Mesela Yunanlılarda felsefe ön plandadır. Eski Yunan'da önemli felsefe okulları vardır, bu okullarda büyük filozoflar yetişmiştir. Filozofların kendi aralarındaki tartışmalar, sürdürdükleri diyaloglar hayli önemlidir. Bu tartışmalara zaman zaman halk da şahit olmakta, kulak misafiri olmaktadır. Sokrat okuma yazma bilmeyen bir köleye geometri problemi çözdürmüştür. Ancak Roma'ya geldiğimizde felsefenin zayıfladığını, idare ve hukukun ön plana çıktığını görüyoruz. Hatta derler ki Yunanlılar düşündü, Romalılar idare etti, tüketti. Romalılar kendilerinden önceki düşünce mirası üzerine bir imparatorluk kurdular. Osmanlıyla kendinden önceki Abbasi, Emevi arasındaki ilişki de buna benziyordu. Emeviler ve Abbasiler zamanında Tefsir, Hadis, Felsefe, Tasavvuf ortaya çıkıyor ve kurumsallaşıyor. Büyük bir düşünce hareketi başlıyor, ilimler gelişiyor. Osmanlı onun üzerinde inşa ediliyor, bir İmparatorluk olarak. Osmanlıya bu açıdan da baktığımızda Roma'ya benziyor. İdare ve hukuk çok ön planda. Büyük bir imparatorluk, devasa aygıtlarla, kurumlarla idare etmek mümkün. Yazılı kültür burada da devam ediyor. Buradaki yazılı kültürün yüksek tabakada devam ettiğini görüyoruz. Dil, hukuk, tefsir gibi İslami ilimler, daha çok yüksek tabakada revaç buluyor ve tabii bunlarla ilgili bir literatür meydana geliyor.
-Osmanlı'da yeni yazılan bir şeyden söz edebilir miyiz?
-Yavuz Sultan Selim, büyük bir rönesans düşünüyor. Tarihte hakkında az bilgi sahibi olduğumuz bir padişah. Bazı açılardan bence, Fatih ve Kanuni'den daha önemli. Yavuz'un büyük bir projesi var. Kahire'yi ele geçirdikten sonra, İstanbul'u İslam aleminin düşünce ve ilim merkezi haline getirmek istiyor. Oradaki 27 büyük kütüphaneyi olduğu gibi İstanbul'a taşıtıyor. Amacı salt iktidar alanını genişletmek değil, bunun yanında İstanbul'u ilim merkezi haline getirmek. Yavuz Sultan Selim'in diğer düşüncesi, bütün imparatorluk ölçeğinde Arapça'yı resmi dil yapmak. Onun değerlendirmesine göre ilim dili Arapçadır, Türkçe halk diline tekabül ediyor. Elbette halk Türkçe konuşmaya devam edecek, ama Arapça resmi dil olsun. O zaman milli devlet, milliyetçilik gibi kavramlar bilinmediğinden amacın büyük bir rönesans yapmak olduğu kendiliğinden anlaşılıyor. Belli ki Yavuz'un kafasında büyük bir İslam rönesansı var. Fakat bazı sebepler dolayısıyla bu proje hayata geçmiyor, Ebussud Efendi'nin buna cevaz vermediği söyleniyor.
Osmanlı'da fıkıh alanında, daha doğrusu hukukta büyük bir performans var. Roma'da olduğu gibi, Osmanlı'da da hukuk çok büyük bir rol oynuyor. Fakat Tefsir, Hadis, Kelam gibi konularda eskilerle mukayese edildiğinde kayda değer bir ilerleme sağlanmıyor. Bunun çok yönlü sebepleri var; biri, büyük imamların, müctehidlerin bu alanda çok büyük eserler ortaya koymuş olmaları, bu sahada önemli içtihatlar yapmış olmalarıdır. Ebu Hanife, İmam Şafii gibi. Pek çok alanda sorunların halledilmiş olduğu kabul ediliyor. Özellikle kelam ve felsefenin gelişmemesinde Fatih Sultan Mehmet'in önemli bir rolü olduğunu sanıyorum. Fetih'ten sonra Osmanlı medresesinde ciddi, ilgi çekici ve zaman zaman yakın kamuoyunun dikkatini üzerinde toplayan felsefe tartışmaları oluyor. Özellikle Gazali, Ibni Rüşd arasındaki tartışma İstanbul'un fethinden sonra tekrar canlanıyor. Nedense Fatih bu tartışmalardan hazzetmiyor, tartışmaları bitirmek istiyor. Bu işe son vermek üzere Hocazade ve Alaaddin Ali Tusi'ye birer kitap yazdırtıyor. Hocazade'nin yazdığı "Tehafütî Gazali"nin, Tusi'nin yazdığı "Tehafütî Ibn Rüşt'ün görüşlerine yakındır. Fatih, Hocazade'nin görüşünü tercihe şayan buluyor. Tusi kızıp Semerkant'a gidiyor ve orada meşhur oluyor. Aynı tartışmanın Kanuni Sultan Süleyman zamanında bir kere daha canlandığına ilişkin müphem bilgiler var. Rivayete göre bu sefer Ebussud Efendi Gazali'nin tezini haklı bulup bu yönde bir fetva veriyor. Böylelikle Gazali-İbn Rüşt tartışmasında Gazali'nin düşüncesi bir tür "resmi görüş" ilan ediliyor. Fatih'in veya Kanuni'nin böyle bir şey yapmaları düşünce hayatına bir bakıma müdahaledir; tartışmayı kestiği için tefekkürün, felsefenin, İslam felsefesinin gelişmesini engelliyor. Tek sebep bu değil elbette, ama Gazali, "dini ilimler" ile "dünyevi ilimler" olmak üzere İki temel ayırım yapar ve tabiat ilimlerini daha düşük seviyede dünyevi ilimler içinde mütalaa eder. Tabiat ilimlerine Osmanlı'da yeterince ilgi gösterilmemesini buna bağlayabilir miyiz? Sorulmaya değer bir sual bu. Çünkü daha sonra tabiat ilimleri müfredattan çıkarılıyor. Osmanlı'yla ilgili söyleyeceklerimiz iki önemli şeyden biri, devam ettirdikleri kültürün yazılı ve yüksek tabakaya ait bir kültür olduğu hususudur. Diğeri, halkın daha çok tasavvuf şeyhleri ve tarikatlar aracılığıyla şifahî kültürü devam ettirdiğidir. Toplum elbette zengin bir kültüre sahip. Halk müslümanlığı ile kitaba dayalı ulemanın müslümanlığı arasında fark var. Fakat bu fark dil, anlatım ve formda toplanmıştır; özde aynıdır, İslam kültürüdür. Aynı dönemi esas alarak Avrupayla mukayese ettiğimizde, Osmanlı çok ilerde. Okuma oranı %85 civarında seyrediyor. Aileler çocuklarına Kur'an öğretiyor, bu da okuma oranını arttırıyor. Aşağı yukarı herkes okuma biliyor. Bazıları daha büyük gayretle yazma da öğretiyor. Bizim tarihimiz bakımından söylenebilecek olanlar bunlar.
-Okumanın daha üst kesime ait olmasının yönetimsel bir boyutu var mıdır?
-Osmanlı bir yönüyle kendisinden önceki İslam toplumlarının bir devamı, fakat bir yönüyle de ondan kopuk. Kültürel ve toplumsal olarak kendinden önceki Emevilerin, Abbasilerin ve Selçukluların bir devamı, fakat siyasi bakımdan bir kopukluk var. Her üç medeniyet formunda toplum müslüman. Çeşitli grupların tabii önderleri var. Bu önderler iki kısma ayrılıyor. İlki, İslami ilimlerin geleneğinden gelen alimler. Bunlar fıkıh, hadis, tefsir ile diğer İslami ilimlere vakıf kimseler. Bu kesimlere genelde ulema diyoruz. İkincisi, halkı daha çok irşad eden, onları çeşitli tarikatlar etrafında toplayan sufiler. Buna göre bir tasavvuf veya sufi gelenek var; bir de ulema geleneği. Ulema geleneği Ebu Yusuf'tan sonra iki ana gruba ayrıldı. Bir kısmı halkın içinde kaldı. Siyasi iktidarla ilişkilerini son derece zayıf tuttular. Mümkün mertebe devletten uzak durdular. Şöyle bir formül geliştirmişlerdi: "Sultanın kapısından, zenginin sofrasından uzak dur".
Kanaatime göre bunlara İslam tarihinde sivil ulema denebilir. Bu ulemanın halk üzerinde çok büyük etkileri vardı. Fıkhı, yani İslam hukukunu bunlar tedvin etti, geliştirdi ve muazzam bir külliyat ortaya çıkardı. Siyasi iktidarlar da bunların görüşlerini temel aldılar sivil hayatı düzenlerken. Bunda kuşkusuz paradoksal bir taraf var. Aslında yok, çünkü sivil alimler, halk üzerinde büyük itibarı olan müçtehitler, devletten uzak dururlarken, siyasal iktidar sivil hayatı bunların içtihatlarına göre düzenledi.
Bu, Osmanlıya da bir şekilde intikal etti. Osmanlı'da yönetimi ve toplumsal ilişkilerin düzenlenmesini üstlenmiş bulunan iki hukuk görüyoruz. Birisi örfi hukuk, diğeri de şeriat hukuku. Bu ikisi paralel gidiyor. Şeriata dayalı hukuk sivil hayatı düzenliyor. Sivil alanda devlet son derece adildir. Genelde kurallara hassasiyetle riayet eder. Halkın birbiriyle ilişkisini düzenleyen bir hukuk olduğu için burada adil olmak zorundadır. Bütün imparatorluklar, özellikle Osmanlı varlığını devam ettirebilmek için iki şeye başvurmak zorundaydı. Ya çok güçlü bir idare ve adalet mekanizması geliştirmesi, ya da baskı yapması lazımdı. Mesela Roma, baskıya dayalı bir devletti. Fakat orada da idare hukukunun çok geliştiğini görüyoruz. Osmanlıda da idare ve hukuk çok gelişmiştir. Tabii bu idari ve hukuki yapıyı geliştirecek olan entelektüel bir birikimin olması gerekir. Bunu da ulema sağlıyordu. Böyle olmakla beraber Osmanlı'da ulemanın içinden bir grup devletin dışındadır. Daha çok sufi tarikatlarda toplanan halkı irşad ederler. Bunların yanında halkın itibar ettiği alimler, mahalli önderler var. İmam Ebu Yusuf'un Abbasi halifesinin teklifini kabul etmesinden sonra "resmi ulema" ortaya teşekkül etmiş bulunuyor. Hocası Ebu Hanife'nin reddettiği görevi Ebu Yusuf kabul etti, görevi Kadu'l-Kudat'tır. Bugünkü Adalet Bakanlığı'na tekabül ediyor. Böylece resmi toplumun parçası olan ulema geleneği başlamış oldu. Bunlar devletin resmi bir zümresi olarak iş görüyorlar. Osmanlı'da da idari yapı, örfi hukuk çerçevesinde teşekkül etmiş. Örfi hukuk, Şeriat hukuku değildir. Aksi yöndeki iddiasına ve onu mümkün kılan gerekçelerine rağmen şeriat hukuku dışında bir hukuktur. Bizzat sultanın koyduğu yasaktır, yani Tursun Bey'in ifadesiyle "Yasağ-ı sultani"dir. Örfi hukuk, bugünkü Anayasa hukukuna, kamu hukukuna, idare hukukuna tekabül eder. Bu hukukun gayesi hanedanı ve sultanı güvence altına almaktır. Buna karşı yönelebilecek tehditler, örfi hukuk çerçevesinde bertaraf edilir. Şeriatın dışında da uygulamalar yapılır. Örneğin Fatih'e isnad edilen kundaktaki çocuğun öldürülmesi bu şekilde mümkün olmuştur. Buna Şeriat açısından bir fetva verilmesi mümkün olamaz.
Halkın itibar ettiği ulema ve sufi tarikatlarda kitabi kültür zayıftır; daha çok sözlü gelenek çerçevesinde devam eder. Burada vaazlar, irşadlar önemli yer tutar. Seçkin sınıflar ise kitabi kültüre itibar ederler ve elbette devlet işlerinin yürütülmesinde önemli roller üstlenirler. Fakat bunlar sayıca azdır. Ancak dikkat edilmesi gereken husus şu ki, bu, birkaç da o günkü dünyanın genel konjonktürüyle ilgili bir durumdur.
-Osmanlı dini kriterlere ne kadar uyuyordu, uymuyordu diye baktığımızda sorunlar çıkıyor.
-Osmanlı'da devletin kurucu ideolojisi dindir. Devletin varoluş hikmeti nedir diye sorduğumuzda herkesin verdiği cevap ilayı Kelimetullah'tır. Allah'ın kelimesini yüceltmek. En azından görünürdeki gerekçeden hareketle fetihler ve savaşlar bu amaçla yapılmıştır. Bunun anlamı devletin dini korumayı ve dine hizmet etmeyi bir misyon olarak yüklenmesidir. Fakat burada üzerinde durulması gereken ince bir nokta vardır. Bugünkü toplumsal olayları da açıklayan bir noktadır bu. Devlet dinle o kadar içice girmiş ki, sanki devlet olmaz ise din de olmayacaktır. Dinin koruyucusu devlettir. Bu konseptte din amaç, devlet araçtır, fakat zaman içerisinde aracın zayıflamasının amacı da tehdit altına sokacağı düşünüldüğünden araç amacın önene geçmiştir. Dolayısıyla devlet herşey olmuştur. Hikmet-i hükümet burada ortaya çıkmıştır. Devletin hukuku dahi çiğneyerek bir takım icraatlar yapabilmesi düşüncesi. Osmanlı'da dinden dolayı devlet ebed müddettir. Bir nizamı alem vardır. Bugün yeni dünya düzeni dedikleri Osmanlı'da Nizam-ı Alem'dir. Bütün alemin bir nizam içinde yer alması. Bunu da temsil eden Osmanlı'dır. Fukuyama'nın dediği tarihin sonu Osmanlı'da 16. yüzyılda gerçekleşmiştir. Osmanlı Nizam-ı Alemi kurdu, buna katılan kurtulur, katılmayan da dışında kalır. Şiirde "Baki aşılamaz" denmiştir. Mimaride "Sinan aşılamaz", müzikte "Itri aşılamaz", tefsirde "Ebussuud aşılamaz"; çünkü kemal noktasına gelinmiştir. Aslında bu, iç enerjinin tüketildiği bir noktaya işaret eder. Bugünkü modern dünya açısından bundan çıkarılacak dersler vardır. Bir devlet veya medeniyet mutlak üstünlük iddiasında bulunduğu tarihsel anda yukarıya doğru tırmanışını tamamlıyor, yatay duruma geçiyor, sonra yokuş aşağı inişe geçmeye başlıyor. Tarihte bu böyle tekerrür etmiştir. Roma'da da böyledir. Büyük Roma bir dünya imparatorluğudur, Roma'nın istikrarı ve Roma'nın barışı her yere hakimdir. Amerika'nın tek başına bütün dünyada istikrar kurma iddiasına kalkışması, Roma'yı hatırlatıyor. Herşeyin onun arzularına göre, onun siyasetlerine göre düzenlenmesi... Bu aslında o imparatorluğun ömrünün sonuna doğru geldiğinin göstergesi. Ya adaletle devam edecek ya da baskıya başvuracak. Bu noktada imparatorluklar adil olma vasıflarını kaybediyorlar. Ne zaman kaybetmişti Roma? Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla belirgin hale geldi. Hıristiyanlar bunu su yüzüne çıkardı. Osmanlı'da da benzer bir durum var. Osmanlı'da o kadar güçlü bir devlet geleneği var ki, bu gelenek dört damardan besleniyor. 1- Moğol devlet geleneği, 2- Cengiz yasası, 3- Arapların kılıç hakkı, 4- Bizans modeli. Bu dört damar, devleti ayakta tutuyor. Devlet üç sacayağı üzerinde oturuyor. 1- Seyfiyye, 2- Kalemiyye, 3- İlmiyye. Seyfiyye: Askeri bürokrasi, ordu, yeniçeri ocağı. Kalemiye: En-derunda yetişen bürokratlar, idareciler, sivil bürokratlar, İlmiyye de, ulema sınıfıdır. Ulema devletin üç sacayağından biridir. Fakat bu resmi ulemadır. Bunlar devletin idaresinde, yargıyı, toplumsal hayatı düzenli tutabilmek için çok büyük bir literatür geliştirmişler. Bunlar okuyor, yani kitapla içice. Fetvalar veriyorlar, arşivler tutuluyor. Bugün dünyanın en zengin arşivlerinden biridir Osmanlı arşivi ve bu arşivde 600 yıllık bir imparatorluğun sırları saklıdır. Resmi ulemanın dışındaki alanlardaki sivil ulema ve tasavvuf geleneği içinde kültürü taşıyan gruplar da var, bunlar daha çok şifaî kültürün temsilcileri ve yürütücüleridir. Tasavvuf ritüelleri geleneğe dayandığı için zikir yapılır, irşad toplantıları düzenlenir. İnsan kendini yetiştirir, bağlanır. Orada yazılı kültür zaten zayıftır. Bu, Osmanlı'nın ya da ulemanın noksanlığından kaynaklanmıyor. Genel bir konjonktürdür bütün dünyada. İhtiyaç da yok. Gidiyor bir kişi şeyhinin dizinin dibinde, orada eğitim görüyor. Bütün dünyada da bu böyledir. Okuma yazma oranı son derece düşüktür. Hatta 19. yüzyılda batılı büyük bilginler, filozoflar şunu tartışırlar: Kadınlar okuma yazma öğrenmeli mi, öğrenmemeli mi? Bu tartışma 19. yüzyılın sonuna kadar devam eder. İslamiyet, 1400 yıl öncesinden ilim öğrenmeyi hem erkeğe hem kadına farz kılmıştır. Fakat o günkü dünyanın genel konjonktürü böyle. Siyaset kültürü açısından da benzer bir durumdan söz etmek mümkün. Hz. Ali'ye kadar son derece "demokratik" diyebileceğimiz bir siyaset pratiği var. Demokrasinin en asgari şartı olan seçim her dört halifenin başa geliş şeklini tayin eden dominant bir ilkedir. İslam tarihinde yönetim Muaviye ile birlikte monarşiye döner. Ancak o gün bütün dünyada monarşiler var ve üstelik monarşiler mutlakiyetlerini kutsal ve dini esaslara dayandırmışlardır. Kadın konusu da bundan çok farklı değil. Kadınla ilgili İslamiyet'in getirdiği hükümler gerçekten çok geniş alanları düzenler. Fakat 3000 yıllık da bir Mezopotamya geleneği var. Kur'an, açıkça kadınların seçme ve seçilme haklarını tanır. Biat amir bir hükümdür ve kadınlardan da biat alınır; Peygamber Efendimiz (s.a.), kadınlardan da biat almıştır. Ama monarşilerin hüküm sürdüğü bir zamanda değil kadının, erkeğin de seçme ve seçilme hakları rafa kaldırılmıştır. Burada söz konusu olan güçlü gelenek ile dinin ruhu arasında baş gösteren gerilimdir. Gelenek her zaman dinin meşru çerçevesinde teşekkül etmez; önemli bir kısmı öyle olsa da, zaman zaman ve yer yer dinle çatışır. Dinin kendi safiyetini, temel iddiasını ve mesajını koruma kabiliyeti geleneğe karşı gösterdiği dirençtedir. Gelenek dini kendine benzetmek ister, dinden hoşlanmayanlar geleneğin arkasına sığınır veya dini hayata karşı geleneksel pratikler, formlar geliştirir. Tarihin kurucu faktörlerinden biri din ile gelenek arasında süren uzlaşmalar ve gerilimlerdir.
-İlber Ortaylı Osmanlında özellikle ulemanın kızlarını okutmama tavrı olduğundan bahsediyor.
-Bence yanlış bir değerlendirme bu. Kadına karşı genel bir güvensizliği ima ediyor. Maddi durumu, sosyal statüsü olanlar ve nispeten gelişmiş şehirlerde yaşayan aileler kültürlüdür. Formel bir eğitimden söz edilmese bile belli bir eğitim vardır. Örneğin kızların bir kısmı çeşitli müzik aletlerini çalmasını bilmektedir. Özellikle saray kadınları, yüksek tabakanın kadınları kültürlüdür Osmanlı'da. Bugünkü anlamda bir kamusal alan yoktu. Bilgi edinmenin kendi hatırına bir değeri vardı. Sanayi devriminden sonra kadının da kamusal alana çıkması "eğitim" denen insani etkinliğin anlamında ve fonksiyonunda bir değişime yol açtı. Diyelim ki Osmanlı'da kız çocuğu da formel eğitim aldı, medresede okudu ve erkekle birlikte icazet de aldı. Peki ne olacak bu icazet, yani pratikte ne işe yarayacak? Bu icazetle devlet dairesinde çalışması, üretim faaliyetine katılması söz konusu değil. Fakat bu yalnızca Osmanlı'ya özgü değil, her yerde aynı, karşılığı yok. Burjuvazinin ortaya çıkmasından sonra endüstri toplumuna paralel olarak, büyük kitlelerin kırsal kesimden kentlere gelerek, kentin ortaya çıkmasından sonra bir kamusal alan denen bir fenomen teşekkül etti ve buna katılma problemi ortaya çıktı. Bu demek değildir ki kadın evde cehalet içinde yüzmektedir. Paradoks gibi görünse de, ev bizzat kamusal alanın bir parçası zaten. Ev dört duvardan örülmüş bir hapishane değil. Kadının akrabalarıyla sokakla elbette çok sıkı bir ilişkisi vardır. Mahallede yoksul varsa kadın onu bilir ve kocasına söyler. Birisi dul kalmışsa, öksüz varsa kadın bunu tesbit eder; kadınların örgütleri var. Sosyal hayatın bizzat bir parçasıdır kadın Osmanlı'da. Her yerde öyle midir diyeceksiniz. Tabii öyle değildir. Özellikle büyük kentlerde öyledir. Kırsal hayatta zaten doğrudan doğruya erkekle birebir ilişki içinde. Köyde bir kadını evde tutmak mümkün değil ki; tarlaya, bağa, bahçeye çıkacak, çalışacak orada kocasıyla birlikte. Fakat illa herşey kadının lehinde de olmamıştır. Tabii hukuk ihlalleri de olmuştur. Batı'yla mukayese edildiğinde eş zamanlı olarak o günün İngiltere'sinden, Fransa'sından Osmanlı'nın durumu çok daha iyidir. Biz bugünkü modern toplumu temel alıyor, onunla kıyaslıyoruz. Bugün çok büyük hava alanları var. Neden Osmanlı'da 16. yüzyılda bir tane büyük hava alanı yok? O halde Osmanlı bu konuda geri kalmış demek gibi bir şey. Bu çok saçma.
Devamı gelecek sayıda