İslam, fertleri ve toplumu Allah'ın rızası çerçevesinde değiştirmek, dönüştürmek için gelen dinin adıdır.
Dönüşümün şeklini ve amacını belirlemede müracaat edilecek kaynak Kitabullahtır. Dönüşümün yönü şirkten, tuğyandan, fitne ve fesattan; Allah'a itaate, tevhide doğrudur.
Şirk, tuğyan, fitne ve fesat salt soyut ifadeler, telakkiler olmadığı gibi, Allah'a itaat ve tevhid de salt soyut değerler, kabuller değildir. Geride bu kabulleri besleyen somut kökler, faktörler vardır.
Yüce Kitabımız Kur'an, daha ilk inen ayetlerinde bile söz konusu ilişkinin karşılıklılığını, içiçeliğini gözler önüne sermiştir:
"Hayır, insan kesin azar, kendisini zengin gördüğü zaman." (96/Alak, 6-7)
"Beni ve o varlık sahibi yalanlayıcıları baş başa bırak." (73/Müzzemmil,11)
"Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne." (80/Abese, 5-7)
"O ki mal yığdı, onu saydı durdu, malının kendisini ebedi yaşatacağını sanır." (104/Hümeze,2-3)
"Dini yalanlayanı gördün mü işte o öksüzü iter kakar, yoksulu doyurmağa ön ayak olmaz." (107/Maun, 1-3)
Bütün bunlar ve benzeri ayetlerde küfrün genel karakteristiği anlatılıp kafirin portresi çizilirken, küfür olgusunun oturduğu temellerin daha ziyade maddi olduğu vurgulanmıştır.
Yukarıdaki ayetlerin "Mekki" diye nitelendirilen ilk inen sürelerden alınmış olması da, olayın Kur'an'daki ehemmiyetinin bir başka tezahürüdür. Bilindiği gibi ilk inen ayetler sonrakilere oranla -pek tabi olarak- daha fazla soyut ilke ve bildirimlerle yüklüdür. Böyle olmasına rağmen bu soyut değerlerin olumlu (iman) ya da olumsuz (küfür), maddi bir zeminlerinin olduğu hususu dikkate şayandır.
Özelde insanları, genelde toplumu değiştirmek gibi zor ve önemli bir misyonu olan müslümanların, günümüzde en büyük ihmallerinden birisi de, sözkonusu olgular arasındaki ilişkileri kurmaya çalışmamak şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Değiştirmek istediğimiz kimselerin, toplumun davranışlarına etki eden faktörlerin doğru tesbit ve tahlili, değişimin "olmazsa olmaz" şartı olduğu gibi, söz konusu faktörlere karşı etkili mücadele yolları bulmak ve denemek de hayati bir zorunluluktur.
Müslümanların, imanı ve küfrü "kabaca" birer kabul ya da red görüp," bunların oluşumuna katkıda bulunan faktörleri göz ardı etmelerinin, yani sebepleri göremeyip sonuçlar üzerinde durmalarının birçok sebebinin yanı sıra, en önemlisi; Emeviler ile başlayıp etkileri günümüze değin gelen sapmanın oluşturduğu "inanç erezyonu"dur. -Ki bu da tamamen maddi bir temele; siyasi ve ekonomik azgınlık temeline oturmaktadır-. Küfrün bu karşı devrimi/dönüşümü, kendisine meşruluk kazandırabilmek için, manevi (kültürel-dinsel) temeller aramış tasavvuf, kadercilik ve cebriyeciliği bulmuştur. Bundan sonra iş kolaylaşmış, iman ve amel birbirinden ayrılmış, imanın ve küfrün somut temelleri göz ardı edilmiş, bireycilik ve kadercilik körüklenmiş, Tevhidden şirke dönülmüştür. Bu ters yüz oluş da; yönetimde saltanat, ekonomide sömürü şeklinde maddi temeller üzerine oturmuş; sonra da ideolojisini üretmiştir. insanlığın yegane kurtuluş rehberi Kur'an ve tarihin en büyük devrimcisi Hz. Muhammed sapmanın temellerini çok iyi gördükleri içindir ki, öncelikle yönetimde, Allah'tan başka ilah olmadığına; ekonomide, bütün varlığın sahibinin Allah olduğuna dikkatleri çekmiş ve insanları buna çağırmışlardır.
Zamanla malum süreçle gelen karşı devrim, günümüze dek etkisini sürdüren laik, çarpık anlayışları doğurmuştur. Kökleri tarihin derinliklerine uzanan bu anlayış, bugün bizi kuşatan sosyal, ekonomik, politik vs. şartlara karşı yeterli ve gerekli tavırları geliştiremeyişimizde, edilgen, silik ve seyirci kalışımızda son derece etkili olmuştur.
Kur'an imanın maddi temellerinin olduğu hususu sık sık vurgularken O'nun tebliğcisi Rasulullah da "komşusu açken tok yatan bizden değildir" diyerek bu hususun yaşamda karşılık bulduğu alanlara dikkat çekmiş ve ümmeti uyarmıştır. Bilahere bu temeller yerini dil ile «inandık» demek gibi soyut ve karşılıksız kabullere terk edince, müslümanları, milyonlarca dar gelirlinin, işçinin, köylünün meseleleri ilgilendirmez olmuştur.
Allah'ın buyruğuna isyanın temsilcileri kapitalist patronların bürokratik kurumların, haramzade ağaların ezdiği, Allah'ın kulları, mustazaf insanlara el uzatacak, kucak açacak, onları aldanışlara sürükleyen sahte çözümlerden kurtaracak yine müslümanlar olmalıdır. Bu ilahi bir zorunluluktur.
Yeri gelmişken önemli bir hususu hatırlatmak gerekmektedir: Mustazaf insanlara kucak açmak, salt onlara daha iyi bir dünya, daha müreffeh bir gelecek vadetmek gibi sığ bir temel üzerine bina edilemeyecek kadar kuşatıcı olmalıdır. Yine edilgen kalmamak, seyirci olmamak için adına yapacağımız şeyler bizi, ucu düzenle bütünleşmeye varabilecek, sistem içi arayışlara götürüp hapsetmemelidir.
Burada neyin ve nasıl bizi düzenle bütünleşmeye götüreceği sorusu ve buna verilecek cevap önem kazanmaktadır.
Özellikle 1975-80 sonrası müslümanlarını bir ara saran her şeyi reddedici, keskin çıkışların tenkidi yapılmalıdır. Çünkü asıl bu tavırlar (daha doğrusu tavırsızlıklar) müslümanları bir süre sonra hiç bir şey yapmayan, yapamaz hale getiren bir noktaya getirmiştir -ki bunlar tecrübeyle sabittir-. Konumuz burada bu anlayışların genel bir tenkidini yapmak olmamakla beraber, ele aldığımız konuyla ilgisi açısından bu yanlışımıza değinilme ihtiyacı kendini hissettirmektedir.
Bu cümleden olmak üzere diyebiliriz ki, bizim kesimde sosyal, ekonomik (politik değil) olaylara, işçi hareketine, sendikaya, grevlere vesaireye ilgisiz kalışın gerisinde bu reddiyeci-radikal tavırların da etkisi olmuştur. Sistemin tıkanıklıklarına çözüm üretmemek, ona yama olmamak gibi samimi ve cazip nedenlerin bir süre sonra bizi hiç bir şey yapamaz hale getirdiği, olaylar karşısında ikircikli, pasif bir tavır ve tutuma zorladığı da bir gerçektir.
Milyonlarca insanın sorunlarına ilişkin net tavırlarımızın olmayışının, olamayışının elbette haklı sebepleri sürecimizin içinde yatmaktadır. Ama bugün Kur'an'la muhatap olan insanların varlığı artık hiç bir haklılık ortamı bırakmamaktadır.
Halkın yüzde seksenlik bir kesimini oluşturan işçi, köylü, memur vb. dar gelirli mustazaf insanlara yönelik tebliğ gibi çalışmaların bu insanların somut gerçeklerinden, hayatlarından, mücadelelerinden bağımsız olması düşünülebilir mi? islam elbette salt soyut değerler bütünü değildir. Karınları aç insanların sorunlarına yönelik çalışmalarımızın eksikliğine, yetersizliğine karşı, duyarsızlığı ifadelendirmede kullanılan "niceliksel zayıflık" nakaratına dikkat etmeliyiz. Görebildiğimiz kadarıyla söz konusu zayıflık, meşrulaştırmada kullandığımız tavrımıza bir neden değil, tavrımızın bir nedenidir.
Bütün bunları sistem içi arayışlar olarak da telakki edemeyiz. Patronun fabrikasında, ağanın tarlasında onun tayin ettiği (ücret, saat vb.) hudutlar dahilinde çalışan insanların, bir hak arama biçimi olan sendika gibi (niteliği ölçülerimiz dahilinde olmak şartıyla) örgütlenme biçimlerinin reddedilmeleri hangi tutarlılık ölçüleriyle izah edilebilir.
Burada gözden kaçan; sistem içinde olsa da meşru imkanların, amaçlar dahilinde kullanabileceği gerçeğidir. Elbette bu imkanları verilenlerle sınırlı görüp bazı adı islamî olan teşkilatların yaptığı gibi, ötesini zorlamamak, "imkanlara" Kur'ani perspektifle bakmamak bizi statükoyla uzlaşmaya götürür.
Söylediklerimize siyerden karşılıklar olarak; Rasul'ün o günkü mevcut "himaye" kurumundan, panayırlardan faydalanışını ve "biçimini" gösterebiliriz.
Günümüze dönecek olursak, 1980 sonrası uygulamaya konulan, 24 Ocak kararlarının oluşturduğu etkiler ekonomik alanlarla sınırlı kalmamış, hayatın bütün alanlarında (ahlak, kültür vb.)korkunç bir dejenerasyonu doğurmuştur. Bu dejenerasyona neden olan söz konusu kararların, en çok mağdur ettiği kesim ise, dar gelirlilerin önemli bir kısmını oluşturan işçi kesimi olmuştur. Grev hakları, toplu sözleşme imkanları önemli ölçüde ellerinden alınmış, ücretleri 1980 öncesine oranla yarı yarıya veya yarıdan daha fazla düşürülmüştür. Müşrik sistemin askeri ve politik kurumlarıyla giriştiği bu zulüm; yine aynı sistemin "firavun sihirbazları" konumunda bulunan basın-yayın araçları marifetiyle gizlenmiştir.
Bu vakte değin birçok nedenle uzağında kaldığımız bu mağdur yığınlara kurtuluş reçetesi olacak Kur'ani çözümleri ulaştırmak biz müslümanlara düşmektedir. Böylece başka alternatif olmadığı için sürekli yanıltılan, aldatılan bu insanları islami harekette yanımızda görme isteğimiz de meşrulaşacaktır. Biz fabrikaları, tarlaları sahiplenirsek onlar da kendilerinin yegane kurtuluş yolu olan aziz islamı sahipleneceklerdir.
Yine böylece "grev önlüklü", "köylü şapkalı" fotoğraflar çektirerek kendilerini aldatmaya çalışan firavun temsilcilerine ve kapitalizme tepki üzerine kurulu olmanın ötesinde bir değer ifade etmeyen, olayı salt insanın maddi ihtiyaçları temelinde gören -böyle gördüğü için de sürekli yanılan- Batıl ideolojilerin sözcülerine kanmayacaklardır.
Müslümanlar hayatın somut gerçekliklerine duyarsız kalmayıp islamı ve onun yüce mesajını Bin Bir Gece Masallarının rehaveti ve hayattan kopukluğu düzeyinde almayacak olduklarında, Allah'ın sünnetinin tecellisi için hiç bir engel kalmayacaktır.
Yüce Kitabımızın aydınlık sayfalarını önümüze açtığımızda tebliğin merkezine "zulmün durdurulmasını" (26/16-17) alan Musa'yı; "insanların haklarını kısanları" (26/181) uyarmayı alan Şuayb'i ve diğer örnek rasulleri göreceğiz.
Bugün Kur'anî mirası sahiplenmek ve sürdürmek ise biz müslümanlara düşmektedir.