Türkiye-İsrail ittifakı Ortadoğu jeopolitiğinde belirleyici bir etmen haline geldi. Her ne kadar resmi olarak reddedilse de bölgede Arap karşıtı bir ittifak olarak algılanan gelişme Arap ülkelerini, özellikle de düşman komşularla kuşatıldığını düşünen Suriye'yi harekete geçirdi.
Problem Şam'la Telaviv arasındaki müzakerelerin sonuçsuz kalması ve yakın gelecekte de olumlu sonuçlanma ihtimalinin gözükmemesi nedeniyle daha da derinleşiyor.
***
1991'deki Körfez Savaşı'ndan sonra ABD tarafından Ortadoğu'da uygulanmaya çalışılan düzen işlemez hale geldi. Barış süreci kesintiye uğradı, İsrail-Lübnan sınırında tansiyon yüksek ve Kuzey Irak'ın Kürt bölgesinde çatışmalar sürüyor. Oslo Anlaşması'nın ve Birleşmiş Milletler'in Filistin'le ilgili kararlarını ihlal eden İsrail'e hiçbir yaptırım uygulamazken Irak'a acımasızca ambargo uygulamaya devam eden ABD'nin çifte standardı gittikçe gün yüzüne çıkıyor. Bu durum ABD'nin bölge üzerindeki etkisini azaltırken yeni ittifak arayışlarını gündeme getiriyor. Türkiye ile İsrail arasındaki ittifak böyle bir arayışın neticesi olurken aynı zamanda Mısır, S. Arabistan ve Suriye'nin başını çektiği bir başka ittifaka da zemin hazırlıyor.
Değişen İttifaklar: İsrail ve Türkiye
1996'nın başında, İzak Rabin'in öldürülmesinden sonra İsrail'in yeni İçişleri Bakanı Şimon Perez bir ikilemle karşı karşıya kaldı. Müzakerenin geldiği nokta açısından ya İsrail'in 1996 Kasımı'ndaki genel seçimlerinden önce Suriye ile anlaşmaya varacak ya da seçim tarihini öne alacaktı. İkincisini seçti. Mayıs 96'da yapılan erken genel seçimden Netenyahu birinci çıktı ve barış süreci yeniden askıya alındı. Bununla birlikte Barış görüşmelerinin askıya alınması, daha çok bölgesel istikrara ve güvenliğe önem veren İsrail sağ kanadını fazla endişelendirmedi.
1983-84 ve 1990-92 yıllarında Savunma Bakanlığı; 1988-90 yıllarında da Dışişleri Bakanlığı yapan Moşe Aren sağ kanadın eski tüfeklerinden ve de 1980'lerde Netanyahu'nun politikadaki üstadlarındandı. Aren Likud Partisi'nin şu anki politikasını şu sözlerle özetliyordu: "Önümüzdeki onyıllar boyunca Ortadoğu'da istikrar gözükmüyor. Suriye ile anlaşma yapmakla mesela Norveç'le anlaşma yapmak arasında çok önemli farklar var. Bizim İran Şahı ile çok mükemmel ilişkilerimiz vardı ama bir gece devriliverdi. Bu bölgede egemen gücü belirleyen oy sandığı değil silahlardır. Bu yüzden İsrail üstün askeri gücünü korumalı ve güce dayalı bir barış tesis etmelidir".
Aren'e göre 1994-95 yıllarında İzak Rabin döneminde ilk somut adımları atılan Türkiye-İsrail askeri ittifakı bölgedeki güç dengelerini değiştirdi. 1996'nın Şubat ve Ağustos aylarında bazı maddeleri hala gizliliğini koruyan iki anlaşma imzalanmıştı Türkiye ile İsrail arasında. Bu anlaşmalarla ortak kara ve deniz tatbikatları yapılması, liman giriş-çıkışlarında kolaylık sağlanması ve İsrail hava kuvvetlerine Anadolu'nun geniş hava sahasını kullanma hakkı verilmesi kararlaştırılmıştı. Böylece İsrail'de sık sık gündeme gelen İran'a olası bir hava operasyonunda Anadolu'nun dağlık bölgelerinde daha önce yapılmış uçuş talimlerinin faydası görülecek.
Anlaşma aynı zamanda "terörizme karşı mücadelede işbirliği"ni de kapsıyor. Muhtemelen Türkiye İsrail'in Güney Lübnan tecrübesinden yararlanmak istiyor. İsrail Günel Lübnan'da sınırlarını dış tehdittten korumak için bir güvenlik bölgesi oluşturmuştu. Artı olarak Amerika'nın da yardımıyla çok hassas alıcıları, kameraları, uyduları vs. içeren çok hassas bir ortak denetleme sistemi kuruldu. İsrail ile Türkiye arasında Yüksek rütbeli subayların gidiş gelişleri çoğaldı ve Ekim 1997'de İsrail Genelkurmay Başkanı General Ammon Lipkin Şahak Ankara'yı ziyaret etti.
Amerika ise Ortadoğu'daki "iki demokrasi"nin bu ittifakını oldukça olumlu karşıladı. Beyaz Saray sözcüsü Nicolas Burns "Bazı Arap ülkeleri bundan hoşlanmasa da Türkiye ile İsrail'in dost olmak istemesi bizce gayet makul gözüküyor" diyordu. Ocak 1998'de Güvenilir-Denizkızı tatbikatının İsrail-Türkiye-ABD arasında yapılması da ABD'nin ittifaka verdiği desteği gösteriyordu. Tatbikat aynı zamanda müttefiklerin politikalarındaki bazı problemleri de gün yüzüne çıkardı. Eylül 97'de İsrail'in Ankara Büyükelçiliği tatbikatın Kasım 97'de olacağını ve ABD'nin de katılacağını basına sızdırdı. İsrail'in karşı çıkmasına rağmen ABD tatbikatın 98'e ertelenmesinde ısrar etti. Washington'un endişesi Arapları ürkütmemekti ve bu yüzden bir Arap ülkesini de gözlemci olarak tatbikata katmak istiyordu. Ayrıca İsrail ile ABD'nin daha önceden Kasım'da bir tatbikat için anlaşmış olması ve Türkiye'nin de bu tatbikata sonradan katılması kesin olarak yanlış anlaşılmalara yol açacaktı. Sonunda ABD İsrail'i ikna etmeyi başardı ve tatbikata Ürdün donanmasının üst düzey subayları da gözlemcilik ettiler. Fakat bu da Arap ülkelerinin endişelerini pek gidermedi.
Tarihi Arkaplan
Türkiye-İsrail ittifakı Arap ülkelerinde zannedildiği gibi İsrail'in girişimleri neticesi değil Türk generallerinin çabası neticesi sağlandı. Türkiye'de ordunun savunma ve dış politikada belirleyiciliği var ve bu konularda genelkurmay başkanı savunma bakanlığından daha yetkili konumda. İslamcı N. Erbakan ve O'nun Refah Partisi'nin kısa icraat döneminde (Haziran 96-Haziran 97) ordunun iç politikadaki belirleyiciliği açıkça gözüktü. Ordu parlamentoya baskı yaparak Erbakan'ı düşürdü. Kasım 97'de açılan dava Ocak 98'de sonuçlandı ve parti kapatıldı. Partili yetkililer ve bazı gazeteciler bu durumu biraz da ironiyle "tarihin ilk postmodern darbesi" diye nitelendiriyorlar.
Türkiye'nin İsrail'le ittifak kurmak isteyişinin nedenlerini anlamak için Soğuk Savaş'ın bittiği yıllara dönmek gerekiyor. Uzun yıllar Türk Ordusu "Sovyet tehdidi"ne karşı NATO'nun sınır muhafızlığı görevini üstlendi. Sovyet Bloğu'nun çökmesiyle Türkiye uzun yıllar kendisine hem NATO'nun hem de ABD'nin önemli miktarda yardım yapmasını sağlayan bu rolünü kaybetti. Üstelik Avrupa Topluluğu (AT) da Türkiye'nin ısrarlı taleplerine rağmen topluluğa Türkiye'yi dahil etmeye niyetli gözükmüyor. Bir İsrailli diplomatın işaret ettiği gibi "Şu an Çek Cumhuriyeti Avrupa için Türkiye'den daha fazla önem arzediyor". Ve Amerika'da Ermeniler, Yunanlılar ve İnsan Hakları Örgütleri Beyaz Saray ve Kongre nezdinde Türkiye'ye silah satışını önlemek için lobi faaliyetlerinde bulunuyorlar.
Ülkeyi yalnızlaşmaktan korumak için hareket geçen Türk Ordusu ABD'nin ve AT'ın Ortadoğu ve Körfez'deki stratejik çıkarları denkleminde kendine yeni bir rol biçerek önemini yeniden arttırmak ve kaybettiği rolü yeniden kapmak istiyor. "Bu amaçla Türkiye İslami fundamantalizmi tehlike ilah edip İran karşıtı stratejinin içinde yer alıyor" diyor bir Türk gazeteci ve ekliyor "İsrail'le ittifak kurarak da ABD'den gelecek önemli bir desteği arkasına almak istiyor". Gerçekten de Kongredeki İsrail sever lobi şu an Ankara'nın sözcüsü konumuna gelmiş durumda. Artı olarak İsrail'le yakınlaşma Yunanistan'la yaşadığı problemlerden ve de insan hakları dosyasının kabarık olmasından dolayı Türkiye'nin AT'tan ve ABD'den alamayacağı silahları ve teknolojiyi -Pentagon'un oluruyla- İsrail'den alabilmesini sağladı.
Mart 96'da İsrail'li firmalar Türkiye'ye ait 54 adet F-4 savaş uçağının iyileştirilmesi mukavelesini imzalayarak yarım milyar dolar elde ettiler. Ayrıca Türkiye'ye tank satışı, ortak füze yapımı, 48 adet F-5 savaş uçağının iyileştirilmesi anlaşmaları gündeme geldi. 48 adet F-5 savaş uçağının iyileştirilmesi işi Aralık 97'de İsrail'e verildi. Bunda İsrail Savunma Bakanı İzak Mordeşay'ın Aralık başında Türkiye'yi ziyaret etmesinin etkisi büyüktü. İsrail ve Türkiye ayrıca Arrow füzelerini ortak olarak üretme konusunda da anlaşmaya vardılar. Tank satışı ise henüz sürüncemede.
Araplarla olan ilişkinin verimsizliğinden hareketle İsrail'le ittifakı tercih etmek Türkiye için fazla zor olmadı. Türkiye kendisinin FKÖ'yü desteklemesine karşılık Arap ülkelerinin Kıbrıs veya Yunan sorununda ve hatta 1980'lerde Bulgaristan'daki Türk azınlığa yapılan zulüm karşısında kendisine hiç destek vermemesinden şikayet ediyordu.
1970'lerin sonlarında güçlenen ekonomik ilişkiler petrol fiyatlarının uluslararası piyasada düşmesiyle zayıfladı. 1982'de Türkiye'nin İslam Dünyasına yaptığı ihracat toplam ihracatının % 47'sini oluşturuyordu. 10 yıl sonra bu oran % 12'ye düştü. 1991'deki Körfez Savaşı ve Irak'a uygulanan ambargo -ki Irak Türkiye'nin önemli bir ticari partneriydi- düşüşü hızlandırdı. Daha sonra Türkiye gelişmiş ülkelerde pazar aramaya başladı. İsrail de bunlardan biriydi.
Kudüs Bar-Ilan Üniversitesi Siyaset Biliminde doçent olan Amikam Nachman iki ülke arasındaki ilişkileri şöyle açıklıyor:
"1 Mayıs 1997'de Türkiye ile serbest ticaret anlaşması imzaladık ve 97 yılı itibariyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi yarım milyar doların üzerine çıktı, bu rakama silah satışları dahil değil. Türkiye'den ağır sanayi maddeleri ve bilgisayar alıyoruz, karşılığında gelişmiş teknoloji satıyoruz.
Ayrıca her yıl 300-400 bin İsrail'li turist Türkiye'yi ziyaret ediyor. Türkiye artık İsrailli turistler için gidilecek ilk yerlerden biri haline geldi. Günlük uçuşlar Antalya, İstanbul ve İzmir'i Tel Aviv'e bağlıyor; ayrıca bu uçuşlar Tel Aviv'den Eila'ya uçmaktan bile daha ucuz. İsrailli turistlerin Türkiye'deki kumarhanelerde (İsrail'de yasak) bıraktıkları para yaklaşık 1 milyar dolar. Tüm bunlar maddi çıkarlara dayanan sıkı bir ilişki ağını oluşturuyor".
Türkiye-İsrail-Suriye Üçgeni
Ankara ve Tel Aviv'deki yetkililer iki ülke arasında kurulan iyi ilişkilerin üçüncü bir tarafa karşı olmadığını vurgulasalar da bölgede oluşmakta olan yeni jeopolitik gerçeği gizlemek de pek kolay değil. Eski bir general olan ve Peres hükümetinde savunma bakanlığı yapmış bulunan Uri Or bu gerçeği şu sözlerle ifade ediyor: "Her ne kadar Türkiye bizim safımızda herhangi bir savaşa katılmamışsa da Suriye'nin kuzeyinde İsrail'in bir dostunun, Suriye'ninde bir düşmanının (Türkiye) bulunması İsrail için önemli bir avantajdır. Suriye hiçbir zaman Türkiye'ye saldıramaz ama tersi mümkün. Türkiye'nin kendi sınırları dışında savaş tecrübesi bir hayli fazla, özellikle de Kuzey Irak'ta".
Ankara'nın Şam'a düşmanlığı pekçok faktörle açıklanabilir: İki ülke arasındaki tarihi rekabet, GAP ve Fırat Nehri üzerindeki barajlar konusundaki anlaşmazlık, 15 yıldır Türkiye'ye karşı silahlı mücadele veren PKK'ya Suriye'nin verdiği destek. Başbakan Mesut Yılmaz PKK'dan bahsederken "3-4 bin militanı bulunan dünyanın en tehlikeli terör örgütlerinden biri. Fakat Türkiye içindeki kürtlerin sempatisini kaybetti, bu yüzden de hızla kan kaybediyor. Komşu devletlerin desteği olmasa faaliyetlerini sürdüremez" diyor.
1995'te Ankara Şam'ın PKK'ya yaptığı yardımı karşılıklı müzakerelerin ilk maddesi olarak belirledi. PKK'nın Hatay'a -1939 Türkiye tarafından ilhak edilen fakat hiçbir zaman Suriye tarafından Türkiye'nin bir parçası olarak kabul edilmeyen- yerleşme çabaları Türkiye'de endişe yaratmıştı. Türkiye'nin resmi talebine rağmen Şam'ın Abdullah Öcalan'ı Türkiye'ye iade etmemesi üzerine 1996 başında Türkiye Suriye ile resmi ilişkilerini askıya aldı. 96'nın ilkbaharında Suriye'de PKK'ya ait olduğu izlenimi veren pekçok büro üst üste bombalandı. 31 Aralık 96'da Şam-Halep yolu üzerinde bir otobüs bombalandı 8 kişi öldü. Suriye Türk gizli servisinden şüphelendi. Her ne kadar tansiyon daha sonra düştüyse de iki ülke arasındaki husumet devam etti.
Şam Türkiye'nin suçlamalarını kabul etmiyor: "Biz PKK'ya destek vermiyoruz" diyor 1984'ten beri Suriye'nin Dışişleri Bakanlığı'nı yapan Faruk El-Şara ve ekliyor "Kürt sorunu herşeyden önce Türkiye'nin iç sorunudur ama kaba kuvvetle çözüleceğini sanmıyorum çünkü daha önce Irak bunu denedi ve başarısız oldu" devamla Şara "Dışişleri bakanıyken Mesut Yılmazla gayet iyi bir diyaloğumuz vardı. Elbette karşılıklı sıkıntılar var ama bunlar dostça bir diyalogla çözülebilir. Fakat son iki yıldır Türkiye bizimle tüm resmi temaslarını kesti" diyor ve tavrın "başka çevrelerce" cesaretlendirildiğini söylüyor İsrail'i kastederek. Gerçekten de Likud Partisi iktidarı ele aldığından beri İsrail-Türkiye ittiakının Suriye karşıtı yapısı daha da güçlendi. Bu durum Mayıs 1997'de Erbakan hükümetinin Savunma bakanı Turhan Tayan'ın İsrail'e yaptığı resmi ziyaretin İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri'ni de kapsamasıyla görüldü. Hatta T. Tayan buradaki bir Yahudi yerleşim bölgesinde kendisine ikram edilen Golan üzümünden yapılmış şarabı da bir güzel içti. Onun halefi olan İsmet Sezgin'e bu satırların yazırının daha sonra, bu ziyaret hakkındaki düşüncelerinin neler olduğuna dair yönelttiği sorusuna Sezgin yazılı olarak verdiği cevapta "Bu ziyaret karşılıklı ilişkilerimiz çerçevesinde yapılmış dostça bir ziyarettir" açıklamasını yapıyordu ama Sezgin'in görmezden geldiği bir gerçek vardı ki o da Golan'ın işgal edilmiş bir toprak parçası olduğuydu.
Kürt Sorunu
Türk yetkililer itiraf etmese de Tayan'ın ziyareti İsrail'le yapılan müzakerelerin önemli bir adımıydı. Bu ziyarete kadar İsrail herhangi bir anlaşmazlığının bulunmadığı kürt gruplarına yönelik herhangi bir kınamada bulunmamıştı. Fakat Tayan'ın ziyaretinden birkaç gün sonra Netenyahu Türk televizyonuna ilk kez PKK'yı kınayan ve olası bir kürt devleti fikrine karşı çıkan açıklamalarda bulundu: "Türkiye PKK'nın terörizminden çok çekti ve biz Türkiye'nin maruz kaldığı terörizm ile İsrail'in maruz kaldığı terörizm arasında fark görmüyoruz". PKK'nın cevabı çabuk geldi. 2 Haziran 97'de PKK merkez komite üyesi Halil Attas Beyrut'ta düzenlediği bir basın toplantısında "Hedefimiz Türk, Amerikan ve İsrail merkezleridir fakat siviller değil. Eğer bu ülkeler Kürt halkına karşı kıyıma devam ederlerse tüm dünyadaki Türk, İsrail ve Amerikan hedeflerini vuracağız. Türkiye'de özellikle turizm merkezlerini hedef alacağız" diyordu ve 1996'da Türkiye'yi 350 bin İsrailli turist ziyaret etmişti.
Türkiye'nin güneyinde 15 senedir devam eden savaş ülke kaynaklarını kurutmuştu. Devlet Kürt sorunuyla uğraşmak için 200-300 bin askeri yani ordunun hemen hemen yarısını bu bölgeye kaydırmıştı. Ülkenin bölünmesi korkusu problemi derinleştiriyordu. 1980'lerin sonunda Cumhurbaşkanı T. Özal konu hakkında bir tartışma başlatmıştı. Fakat devlet daha sonra yeniden eski politikasına döndü: Bastırma ve ekonomik gelişmeyi sağlama. Başbakan Yılmaz'a göre sorun sosyal ve ekonomik koşullardan besleniyordu. "35 barajı ve hidroelektrik santralleri olan ve bölgenin en büyük projesi olan GAP'ı bölgenin ekonomik sorunlarını halletmek için başlattık. Aynı zamanda benim hükümetim yatırımı teşvik edecek tedbirler aldı: Yatırımcılara toprak tahsisi, 10 yılık vergi muafiyeti, yarım elektrik ücreti vb." "Peki sorunun kültürel veya ulusal boyutu yok mu?" sorusuna ise şöyle cevap veriyor Yılmaz "Kültürel veya ulusal talepler manipüle ediliyor".
"Terörizme karşı savaşta" başarıya rağmen Ankara'daki yetkililer sorunun ne zaman kesin olarak çözüleceğine dair bir öngörüde bulunamıyorlar. Savaş şu an Kuzey Irak'a kaymış durumda. Kuzey Irak'ta ise 91'deki Körfez Savaşı'ndan sonra KDP ile KYB'nin özerk yönetimi sözkonusu. Fakat 96 yazından beri bu iki kürt grubu arasında süren kardeş kıyımından dolayı bölge otoriteden yoksun hale geldi. Bu durum da özellikle Türkiye ve İran'ın dış müdahalelerini kolaylaştırdı ve de PKK'yı güçlendirdi.
Türkiye gerçekte Amerika'nın Irak'ın toprak bütünlüğüne karşı çıkma politikasının zararlarını çekiyor. "Çözümsüz bir ikilemle karşı karşıyayız" diyor bir Türk diplomat "KDP ile KYB anlaşırlarsa bölgede bir Kürt devletinin oluşumu sözkonusu olabilecek ki biz bunu asla kabul edemeyiz; yok eğer birbirlerini yok ederlerse -şu an olduğu gibi- bu sefer de bölgede PKK'nın gücü artacak. Biz Irak'ın bölgenin kontrolünü yeniden ele almasını istiyoruz fakat buna da Amerika tamamen karşı" KDP ile KYB'nin Ekim 97'den beri Saddam Hüseyin'le müzakereleri ise sürüyor.
1997'de Türkiye Kuzey Irak'a iki büyük askeri harekat gerçekleştirdi. Türk ordusu KYB'ye karşı savaşan KDP birliklerinin yanında savaşa katıldı ve sınırın 200 km içine kadar ilerledi. Türk ordusu K. Irak'tan çekilirken kontrol amacıyla bölgede birlikler bırakmayı da ihmal etmedi. Bu birliklerin bir kısmı Irak tarafında Suriye-Irak sınırını kontrol edecekti. 22 Ekim 97 tarihli Hürriyet gazetesinde, resmi kaynaklara dayanılarak, 8 bin Türk askerinin Türk-Irak sınırının 15 km Irak tarafında sınırı kontrol amacıyla konuşlandırıldığı yazılıyordu.
KDP dahil kürt liderler ve de Suriyeli yetkililer Türkiye'nin gözünün petrol yatakları zengin Musul ve Kerkük'te olduğuna inanıyorlar. Lozan Anlaşması bu iki vilayetin durumunu muğlakta bırakmış, sonuçta "de facto" olarak Irak'ın kontrolünde kalmış fakat Atatürk tarafından bu durum kabul edilmemişti. Daha sonra ise 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye-Irak ve İngiltere arasında imzalanan anlaşmayla bu iki vilayet Irak'a bırakılmıştı.
Halihazırda Türkiye'nin Kuzey Irak'a yönelik emelleri Suriye ve Irak'ı endişelendiriyor. Komuta merkezi Ankara'da bulunan Ulusal Türkmen Partisi ile Türkiye'nin yakın ilişkileri bu endişeyi arttırıyor. Türkiye tarafından desteklenen Türkmen milis güçleri kürt örgütlerinin saldırılarına karşı tampon oluşturuyorlar. KDP ve KYB bu güçleri Türkiye'nin beşinci sütunu olarak görüyorlar. Durum ne olursa olsun Türkiye Arap ülkeleri ve özellikle de Suriye ile arasının gerginleşmesine sebep olan Irak bataklığının içine gittikçe batıyor.
Fırat'ın Suları Sorunu
Ankara ve Şam'da politikacılar birbirlerinin derdini pek umursamaz görünüyorlar. Her iki taraf da diğerini yalancı ve kötü niyetli addediyor. Birinci Dünya Savaşı'ndan arta kalan sorunlar bugüne dek sürmüş. Türkiye'nin Ermenistan, Yunanistan, İran ve Suriye ile sorunu var, Kıbrıs sorunu da cabası; Suriye ise İsrail'le savaş durumunda, Türkiye ve Ürdün'le arası bozuk, Irak'la da sorunlar yaşanıyor. Tarihsel ve bölgesel anlaşmazlıklar her iki ülkeyi de tüm gelişmeleri karşı tarafın bir komplosu olarak görmeye itmiş.
Kürt sorununu çözmek için geliştirilen GAP Türkiye'de doğup Suriye ve Irak'ı geçen Fırat'ın taşıdığı su miktarını ve kalitesini etkiliyor. Atatürk barajının tamamlandığı 1990 yılında Suriye ve Irak Fırat suyundan mahrum kalmışlardı. 2010 yılında GAP tammalandığında su sorunu daha da büyüyecek çünkü şu an yıllık 30 milyar metreküp su alan Suriye'nin payı yarıya inecek; Irak'ınki ise üçte iki oranında azalacak. Artı olarak Güneydoğu Anadolu tarımında kullanılan su, böcek ilaçları ve gübrelerden dolayı katilesinden çok şey kaybedecek.
1987'de imzalanan bir protokolle Suriye'nin Fırat suyundan saniyede 500 metreküp alabilmesi konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Fakat Suriye bu protokolün bir anlaşmaya döndürülmesini istiyor. 21 mayıs 1997'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda Uluslararası suların Taşımacılık Harici Kullanımı Kanunu kabul edildi. Türkiye, Çin ve Burundi'nin aleyhte oy kullandığını kurulda, 27 çekimser, 103 kabul oyu vardı. Kanun Suriye ve ırak'ın taleplerini destekler mahiyetteydi. Türkiye BM'nin bu kararına uymayı reddederk Kıbrıs ve Kürt sorunundan dolayı maruz kaldığı yaptırımlara yenilerinin eklenme riskini arttırmış bulunuyor.
Su sorununun boyutlarını ilginç noktalara taşıyan bir başka tartışma da 96 başında ABD tarafından gündeme taşındı. İsrail işgali altındaki Golan'a Suriye'nin su vermemesi üzerine ABD Türkiye'yi de işin içine karıştırmayı planlıyor. Mademki Suriye'nin kullandığı suyun en önemli kısmı Türkiye'den geliyor öyleyse Türkiye'de tartışmanın bir tarafıdır" diyor ABD. Türk yetkililer ise "Suriye'nin İsrail'e vereceği suyun Türkiye tarafından tazmin edilmesi isteniyor. Bu kabul edilemez" diyor. Fakat Amerika şimdilik bu itirazı kabul etmiş görünmüyor.
Amerika'nın Ortadoğu özel koordinatörü Dennis Ross Mart 96'da Türkiye'yi ziyaret etti. Amerika'nın amacı Suriye-İsrail barış anlaşmasının zemini olgunlaştırmak amacıyla Suriye-Türkiye yakınlaşmasını sağlamaktı. Zira siyonist düşmanla barışı asla kabul etmeyecek olan İran İsrail'le barış yapması halinde Suriye ile olan ilişkilerini koparacaktı. Bu durumda ise Suriye'ye yeni bir müttefik gerekecekti. Böylece İran'ı bölgede yalnızlaştırma politikası da daha kolay hayata geçecekti.
Şam, İran'ın kurduğu ve kendisinin desteklediği Hizbullah'ın İsrail ve Güney Lübnan Ordusu'na ağır kayıplar verdirdiği Güney Lübnan'daki askeri gücünü koruyor. Esad bu yüzden Güney Lübnan sorununun Golan sorunundan ayrı ele alınmasına karşı çıkıyor. Bu yüzden barış görüşmeleri sürerken iki anlaşmanın aynı anda imzalanması kararlaştırılmıştı: Suriye-İsrail anlaşması ve Lübnan-İsrail anlaşması...
1 Nisan 98'de İsrail kabinesi Lübnan'daki güvenlik bölgesinden tek taraflı çekilmesiyle ilgili BM'nin 1978 yılında çıkarttığı 425 numaralı kararını oylamaya koydu. Bazı politik uzmanlar bunun İsrail ordusunun Lübnan'da hezimete uğraması anlamına geleceğini ve ülkenin kuzeyinin güvensiz kalması sonucunu getireceğini vurguladılar. Hizbullah'ın lideri Şeyh Hasan Nasrallah ise "Biz İsrail'in Kuzeyi ifadesini kabul etmiyoruz çünkü orası işgal edilmiş Filistin'in kuzeyi ve İsrail'in kuzeyini tanıyacağımız gün asla gelmeyecek" diyordu. Bu ifadeler İsrail tarafından, tek taraflı bir çekilmenin dahi Şam için pek bir anlam ifade etmeyeceği şeklinde yorumlandı.
Suriye bir dizi diplomatik girişimle ve özellikle de Şam-Riyad-Kahire üçgeninde yaptığı girişimlerle bölgede durumunu güçlendirmiş gözüküyor. Bu üçlü ittifak neticesi 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra ilk defa 1996'da Kahire'de bir Arap zirvesinin toplanması mümkün oldu. Toplantıya katılan ülkeler İsrail ile ilişkilerin normalleşmesinin ancak barış sürecinin bir sonucu olması halinde kabul edilebileceği şeklindeki Suriye yaklaşımını desteklediler ve Türkiye'yi İsrail'le yaptığı askeri anlaşmayı gözden geçirmeye davet ettiler.
Körfez'de Suriye'nin Rolü
1990'nın ortalarından beri, Suriye İran ve Körfez ülkeleri arasında bir arabulucu gibi hareket etti. Bu durum Riyad ile Tahran'ın bir (saldırmazlık) detent imzalamaları; Aralık 97'de Tahran'da toplanan İslam Konferansı örgütü zirvesine Suudi Arabistan'ın üst düzeyden katılması ve Kasım 97'de İran'ın yeni dışişleri bakanı Kemal Harrazi'nin 6 körfez ülkesini ziyaretiyle sonuçlandı. İKÖ'nün toplanması aynı zamanda ABD'nin İran'ı kuşatma polyitikasına da geri adım attırma anlamına geliyordu. Ayrıca İsrail ve Amerika'da İran aleyhine başlatılan "Nükleer başlıklı füze yapımına hayır" kampanyası da Arap dünyasında çok az yankı buldu. Esed'in Temmuz-Ağustos 97'deki Tahran ziyareti de (ki İslam Devrimi'nden sonraki ikinci ziyaretti) çeşitli sorunlara rağmen 1979'dan beri iki ülke arasında devam eden ilişkilerin derinliğini gösteriyordu.
Amerika ile Irak arasında Irak'ın topraklarını BM gözlemcilerine açmak istememesi yüzünden 97'nin Ekimi'nde başlayan sürtüşme mevcut konjonktürde Suriye'nin lehine dönme ihtimalini barındırıyor. 97'nin ilkbaharından beri Suriye ile Irak arasında bir "saldırmazlık" politikası zaten kendini hissettiriyordu. Mayıs 97'de, Şam Ticaret Odası Başkanı Ratib el-Şallah'ın başkanlığındaki bir heyet Bağdat'a gitti. İzleyen ayda iki ülke arasında 15 senedir kapalı bulunan 3 sınır karakolu açıldı. Esed'in Temmuz'daki beyanatı şöyleydi: "Irak bir Arap ülkesidir. Tekrar bir çizgi üzerinde birleşmek amacıyla iki ülke arasındaki problemleri gidermeye çalıştım. Fakat görünen o ki bunun için henüz erken... İki ülke arasındaki ticareti geliştirmek üzere attığımız adımlar şu an için yeterlidir". Fakat atılan her adım, Şam'daki bir Batılı diplomatın da işaret ettiği gibi Amerika'nın oldukça endişelenmesine yol açıyor. Suriye Amerika'ya Bağdat'a uygulanan ambargoyu delebileceği mesajını veriyor. Böylece Suriye Ortadoğu'da es geçilecek bir ülke olmadığının altını çiziyor.
El-Şallah'ın açıkladığı gibi "Biz ambargoya uyuyoruz. Fakat bilmelisiniz ki her gün 1500-3000 tır Türk-Irak sınırını geçiyor. Artı olarak Dubai, Ürdün, S. Arabistan ve hatta Kuveyt ile kayda değer bir ticaret sözkonusu. Eğer tüm imkanlarına rağmen Amerika Meksika sınırındaki uyuşturucu trafiğini durduramıyorsa biz 350 km'lik Irak sınırımızdaki ticari trafiği nasıl durdurabiliriz?"
Sonuç
Körfezde tansiyonun yükselmesi, Kürlerin ayaklanmaları ve gittikçe yok olmaya yüz tutan Oslo Barış süreci gösteriyor ki Ortadoğu'da halihazırda yerleşik hale gelmeye başlayan gelişmeler Peres'in öne çıkardığı politik çekişmelerin yerini bölgesel işbirliğinin aldığı "Yeni Ortadoğu" düzeni ile pek alakası olmayan gelişmeler.
Bölgenin belirleyici güçleri bu durumu çoktan anladıklarından askeri ittifaklar, güç dengeleri, savaş diplomasisi gibi Ortadoğu'nun klasikleşmiş politikalarına dönüyorlar. Bu açıdan bakıldığında İsrail ile Türkiye arasındaki askeri ittifak 1991 Körfez Savaşı'ndan beri Ortadoğu'daki en önemli gelişme olarak karşımıza çıkıyor. Bölgenin tek Arap olmayan güçlü ülkesi İran'ın uzak durmasına rağmen Etiyopya'yı da içine olabilecek bir anti-Arap ittifakının yeniden canlanır gibi gözükmesi eski korkuları canlandırıyor.
Bu ittifakın bir başka neticesi de Mısır, S. Arabistan (ki her ikisi de ABD'ye bağlıdır) ve Suriye arasındaki ittifakın güçlenmesi olmuştur. Kuşatılma korkusu yaşayan Suriye Arap ve İslam dünyasını İsrail-Türkiye ittifakı aleyhine hareket geçirme, bölgesel kuşatılmışlığını aşmasını sağlayacak politik desteği elde etme ve ABD ile diyaloğunu devam ettirme becerisini göstermiştir. Barış sürecindeki kesinti büyük politik becerisine rağmen yine de Suriye'nin manevra alanını kısmış durumda. Ve tersi iddia edilse de zaman Suriye'nin lehine işlemiyor.