Ortadoğu’nun Müslüman halkları yaklaşık 4 yıl önce zulme ve tuğyana karşı adalet için, onur için ayağa kalktıklarında bu gelişme ilk anda uluslararası camia ve medyada sahte bir iyimserlik havasıyla karşılanmıştı. Bunda her fırsatta dillendirilen demokrat, özgürlükçü söylemlerle çelişen bir görüntü vermeme endişesi ile birlikte durumun henüz gerçek boyutlarıyla kavranamamış olması da etkili oldu. Bu yüzdendir ki, yerli despotları şaşkına çeviren, paniğe sevk eden hareketlilikler, ilk dönemlerde küresel güçler tarafından gelip geçici talepler, biraz rahat nefes almak isteyen kesimlerin itirazı olarak nispeten daha soğukkanlı bir tarzda karşılandı. Ta ki, İslami kadroların ayağa kalkan kitlelere öncülük ettiğinin belirginleşmesine dek!
Çok geçmeden her şey aslına rücu etti ve statükoyu koruma kollama kaygısıyla tüm zalimlerin elbirliği yapmasına şahitlik ettik. Bir yandan despotik iktidarların bastırma, boğma çabalarının yoğunlaşıp dizginsizleşmesine paralel olarak isyan ivme kazanırken, aynı zamanda küresel emperyal güçlerin statüko kalesini koruma çabaları belirginleşip netleşti. Ve kısa süre içinde tümü aynı cephede buluştular. ABD’siyle, Rusya’sıyla, Avrupa’sıyla, uluslararası kuruluşlarıyla ve işbirlikçi, zalim yerel iktidarlarıyla tümü bir kere daha ortaklaştılar. Ve ‘teröre karşı ittifak’ adı altında statüko kalesini tahkim etmek için işgal ve katliam politikalarını tahkim etmekteler.
Türkiye’ye Israrla Biçilen Rol
Emperyalist kuşatma karşısında tüm bölge ülkeleri gibi, Türkiye ciddi bir baskı altında. Belki 11 Eylül sonrası Bush’un ağzından tedavüle sokulan “Ya bizimlesiniz, ya da teröristlerle!” dayatması kadar açık ve sert olmasa da kesinlikle aynı mantık ve mahiyete sahip ama daha dolaylı biçimlerde ifade edilen bir zorlama kendini hissettiriyor.
ABD’nin ne Irak, ne Suriye politikalarıyla uyum içinde olmamasına rağmen Türkiye bazen şantaj ve tehditle, bazen de ödül teşvikiyle Amerikan çıkarlarına ve hedeflerine hizmet etmeye zorlanıyor. Ayak sürttüğünde de “Ne yani IŞİD terörü sizin de sorununuz değil mi?” şeklinde bir dayatmaya muhatap oluyor. Öyle ya, tüm yeryüzünün ve bütün insanlık âleminin en can alıcı, yakıcı meselesi, derdi, tasası, acilen çözmekle yükümlü olduğu bir numaralı gündemi IŞİD meselesi değil mi zaten?! Bu kutsal görevden kim kaçabilir ki!
Bugün gündemimiz IŞİD! Dün Nusra’ydı, daha önce Kaide idi. İsrail’in yarasının büyüdüğü süreçlerde Hamas’ın da dünyanın baş belası konumuna oturtulduğunu görmüştük. Her defasında ABD’yi telaşa düşüren, Batılı egemenleri sıkıntıya sokan yapıların, örgütlerin, hareketlerin insanlık âleminin ortak derdi, kolektif mücadeleyle tasfiye edilmesi gereken zararlılar olarak sunulduğunu biliyoruz. Buna karşın soykırımcı Netanyahular, darbeci Sisiler baş üstünde tutuluyor!
On yıllardır izlediği siyasetle Irak’ı yaşanmaz hale getiren ABD, müttefikleriyle birlikte bu kez de IŞİD’i vurma adına bu ülkeye bomba yağdırırken, herkese “Gelin sizin de çorbada tuzunuz olsun.” diyor. Aynı şekilde, Suriye’de tam üç yılı aşkın bir süredir kesintisiz devam eden insanlık suçlarına karşı “Ah ah, öyle mi, ne kadar üzüldük!” sözleriyle vicdanlarını temize çıkartmaya kalkışanlar IŞİD tehlikesine karşı herkesi kendi yanlarında cepheye çağırıyorlar. Suriye’yi yakıp yıkan, füzelerle, varil bombalarıyla şehirleri yok eden Beşşar diktasına karşı Türkiye’nin uluslararası topluma yönelik harekete geçme çağrılarına kulak kapatanlar, şimdilerde “Hele sen bir önümüze düş, ilerde ne istersen onu sana vereceğiz!” kandırmacasındalar.
Özrün Anlamı ve Tehlikesi
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile Tayyip Erdoğan arasında yaşanan özür mevzusu bu açıdan çok dikkat çekici oldu. ABD’nin Türkiye’yi sürece dâhil etmek adına ne kadar kararlı olduğunu gösteren somut bir gösterge olarak algılanabileceğini düşündüğümüz bu olayı hatırlamakta yarar var.
2 Ekim akşamı Harvard Üniversitesi’nde yaptığı dış politika konuşmasında Obama Yönetimi’nin Suriye’de izlediği politikaları savunan Biden, “Suriye’de ılımlı muhalefete destek olunsaydı IŞİD ortaya çıkmazdı” düşüncesinin hayali olduğunu belirtmiş ve Washington’un bölgedeki ‘ılımlı’ olduğu söylenen gruplara temkinli yaklaşmakla doğru bir karar verdiğini ifade etmişti. Ayrıca bu gruplara yardım eden Türkiye ve Körfez ülkelerinin ise bugünkü soruna ebelik ettiklerini de ileri sürmüştü. Biden, konuşmasında şunları söylemişti:
“Bölgedeki müttefiklerimiz, Suriye’deki en büyük problemimizdi. Türkler ki, çok iyi dostumuzdur ve benim de uzun süre vakit geçirdiğim Erdoğan’la harika bir ilişkim var. Suudiler, Emirlikler vs... Ne yapıyorlardı? Esed’i devirme ve bir Sünni-Şii vekâlet savaşı çıkarmada çok kararlıydılar. Ne yaptılar? Esed’le savaşacak herkese yüz milyonlarca dolar para ve on binlerce ton silah akıttılar. El Nusra, El Kaide için destek olacak, dünyanın diğer yerlerinden gelen cihatçıların aşırı unsurlarını kabul ettiler. Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Bir bakın. Bunların yardımlarının hepsi nereye gitti? Irak’taki El Kaide olan, IŞİD denilen bu ekip, Irak’tan atılmışken, Doğu Suriye’de açık bir alan, toprak buldu, bizim daha önce terörist ilan ettiğimiz El Nusra ile çalıştı. Ve biz, müttefiklerimizi bunlara desteği kesmeye ikna edemedik. Peki, ne oldu? Birdenbire gerçeği gördüler. Şimdi Başkan’ın bir araya getirebildiği Sünni ülkelerden kurulu bir koalisyon var. Çünkü Amerika bir kez daha Müslüman bir ulusa gidip agresif olamazdı. Sünni bir örgüte gidip saldırmaya Sünnilerin liderlik etmesi gerekir."
Bunlara ilaveten, Tayyip Erdoğan’ın Suriye’de aşırı unsurlara destek vermekle hata yaptıklarını kendisine itiraf ettiğini de söyleyen Biden’ın sözleri 3 Ekim günü medyada geniş yer buldu. Bunun üzerine 4 Ekim sabahı bayram namazı çıkışında Cumhurbaşkanı Erdoğan sert bir karşılık verdi. Ve hemen akabinde Washington’dan özür ve düzeltme geldi. Önce Beyaz Saray sözcüsü Biden’ın Erdoğan’a hayran olduğunu duyurdu, ardından Biden’ın Erdoğan’ı telefonla arayarak tekrar tekrar özür dilediği açıklandı. Bilahare Körfez ülkelerinden de özür seansları yaşandı.
Tüm bu hadise neyin göstergesidir? Zannedildiği gibi Türkiye’nin ne kadar güçlü ve muhataplarını geri adım atmaya zorlayacak kudrette bir ülke olduğunun mu? Şüphesiz, hamaset rüzgârıyla ayakları yerden kesilmeye hazır olanların abarttığı kadar olmasa da Türkiye’nin etkili bir güç olduğu tartışma götürmez ama burada başka bir şey var.
ABD Başkan Yardımcısının, ABD ve tüm Batılı güçlerin aylardır tekrarladıkları, kesin biçimde iman ettikleri tespitlerini bir anda kenara koymaya razı olması ve hayranlık, kurbanlık ifadeleriyle Erdoğan’ı pohpohlamasının bir nezaket göstergesi olmadığını görmek lazım. Bu tavır olsa olsa hedefe kilitlenmişliğin bir göstergesi olabilir ve doğrusu bu hızlı özür, hayranlık ifadeleri falan hiç de hayırlı gelişmelerin habercisi gibi durmuyor. İşin özü, ABD Türkiye’yi her ne pahasına olura olsun bu sürece dâhil etmek istiyor. Hedefe yürürken de böyle basit yol kazalarıyla süreci tehlikeye sokmayı asla arzu etmiyor.
Zoraki Birliktelik
Türkiye’nin kendince belirlediği öncelikleri vurgulayarak akıllıca davrandığı ve bir anlamda kendi kalesine doğru gelen topu dikkatli bir vuruşla rakip sahaya yolladığı görülüyor. Türkiye “ABD’nin isteklerini karşılamaya hazırız ama ‘terör’e karşı etkili ve kalıcı adımlar atabilmek için şartlarımız var.” diyor ve Suriye’de uçuşa yasak bölge, güvenli bölge ve ılımlı muhaliflerin eğitilip donatılması gibi şartlarının kabul edilmesinde ısrar ediyor. Herkes de çok iyi biliyor ki, IŞİD’i hedef almış ABD’nin nasıl Esed rejimi diye bir derdi yoksa, Esed rejiminin devrilmesine hayati önem atfeden Türkiye’nin de IŞİD diye öncelikli bir sorunu yok! Ne var ki, taraflar tezlerini açık ifade etmek yerine, diplomatik manevralarla güçlendirme çabasındalar.
NATO ittifakının bir üyesi olarak Türkiye’nin daha net, açık bir ret tavrı ortaya koymasını beklemek fazla iyimserlik olur. Bununla birlikte belirlediği pozisyonu koruması ve ilerleyen süreçlerde yoğunlaşacağı kesin olan baskılar, dayatmalar karşısında geri adım atmaması için ısrarlı bir yaklaşım geliştirmesi gerektiği de açıktır. Israrlı olmanınsa bir hayli gerekçesi olduğu malumdur.
ABD’nin bölgede asla bir çözüm merci olamayacağı, bilakis istikrarlı bir sorun kaynağı, sorun üreticisi olduğu kesindir. Bugün Irak’ta yaşanan tüm sıkıntıların ABD işgalinin ve politikalarının eseri olmasına rağmen ABD ile birlikte Irak’ta sorun çözmeye kalkışmak olmayacak duaya âmin demektir.
Türkiye ile ABD’nin ne Irak’ta ne Suriye’de ortak bir çıkarı ya da hedefi bulunmamaktadır. ABD’nin Irak’ta izlediği politikalar Türkiye’ye zarar vermiştir. Irak’ın bütünlüğünü parçalamak suretiyle yanı başında bir ateş topu üreterek ve doğal müttefiki Sünnileri zayıflatmak suretiyle Türkiye’yi zor duruma düşürmüştür. Türkiye Irak’ta IŞİD’den dolayı tehdit altında değildir. Bilakis IŞİD öncülük ettiği Sünni isyanla birlikte Türkiye’nin her fırsatta dikkat çektiği Irak’ın adım adım Şii tahakkümüne sürüklenmesi olgusunun boş bir söylem olmayıp, hakikat olduğunu ispatlamıştır.
Suriye’de de benzeri bir durum geçerlidir. Türkiye açısından Suriye’de yakıcı durum, hem Suriye halkını, hem Türkiye’yi ve dolayısıyla tüm bölgeyi felakete sürükleyen şey ABD’nin merkeze koyduğu IŞİD tehlikesi değil, Esed rejimidir. Esed rejimi devam ettiği müddetçe Suriye halkı acı çekmeye devam edeceği gibi, Türkiye de asla rahat nefes alamayacak, bölge normalleşemeyecektir.
Doğrudur, IŞİD gerek yapısı, gerekse de hedefleri itibariyle güven duyulabilecek bir oluşum olarak görülmemektedir. Evet, IŞİD hareket tarzı itibariyle ne yapacağı kestirilemeyen, bir yere konumlandırılamayan, adeta dost ve müttefik üretmekten çok düşman çoğaltmaya endeksli bir hareket mahiyetine sahiptir. Makuliyet zeminine çekilmeye ve sağlıklı diyalog kurmaya müsait bir görüntü vermemektedir. Bunlar ister istemez kaygı ve belirsizlikleri beslemekte, ardı ardına cepheler açarak sürdürdüğü kavganın anlamı ve kime hizmet ettiğine ilişkin sorular çoğalmaktadır.
Mamafih tüm bu sorular, belirsizlikler ve olumsuzluklar ne Irak’ta İran paralelinde inşa edilmiş mezhepçi iktidar yapısının ya da Suriye’deki vahşi diktatörlüğün tercih edilebilirliğine kapı açar ne de Amerikan saldırganlığına ortak olmayı haklı çıkarır. IŞİD ne Türkiye için ne de Müslüman halklar için yakın tehdit değildir. Bilakis Irak ordusundan ABD’ye, Esed rejiminden PYD’ye kadar, IŞİD’in çatışma içinde olduğu güçler çok daha açık ve yakın tehdit kaynağıdırlar.
ABD’nin kendisine, çıkarlarına ve müttefiklerine yönelik olarak tehdit algısı hissetmesi karşısında harekete geçmesi ve tüm dünyayı ayağa kaldırmaya kalkışması, tozu dumana katması karşısında “dur bir dakika” denilmelidir. Neden senin güvenlik kaygıların hepimizin ortak derdi sayılıyor? Neden tersi geçerli olmuyor ama sürekli olarak ABD için tehlike arz eden durumlar bizler için de tehlikeli kabul ediliyor?
Gerekirse Müzakere Kapısı Zorlanmalı!
Türkiye IŞİD ile rehine meselesini bir şekilde çözdü. 10 Haziran’da IŞİD’in alıkoyduğu kişilerden önce 32 TIR şoförü 3 Temmuz’da, ardından 49 konsolosluk çalışanı ve görevlisi 20 Eylül’de serbest bırakıldılar. Demek ki, kolay olmamakla birlikte farklı yöntemler geliştirilip sonuç alınabiliyor.
Bu noktada ABD’nin dayatmalarına da PKK’nın provokasyonlarına da boyun eğilmemesi gerekir. PKK Kobani hadisesi üzerinden yarattığı mistifikasyonla bir yandan kendini dayatırken, öte yandan IŞİD’i şeytanlaştırma çabasında.
PKK’nın gerek resmi, gerek fahri sözcüleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bizim için ikisi de terör örgütüdür!” şeklindeki tanımlamasına bile tahammül edemiyorlar. “İki yapı nasıl bir tutulur? Madem öyle ne diye görüşmeler yapıyorsunuz, müzakere yürütüyorsunuz?” diye büyük bir çelişki yakalamış gibi soruyorlar. Oysa görüşmek, müzakere yürütmek görüşülen tarafları ‘terör örgütü’ konumundan çıkartıyorsa, aynı şey IŞİD için de geçerli değil mi? Türkiye Musul’da alıkonulan vatandaşlarını geri almak için IŞİD ile müzakere yürütmedi mi? Bu mantık sizin için geçerliyse, herkes için de geçerli sayılmalı!
Terör ve terör örgütü tanımlamalarına ilişkin şerhlerimizi şimdilik bir kenara koyup şu husus üzerinde düşünelim. Çözüm süreci adı altında müzakere yürütülmesi PKK’nın niteliğini niye değiştirsin ki? Zaten devlet bu silahlı örgütle ‘terör’ eylemlerine son vermesi için müzakere yürütmüyor mu? Bu durum söz konusu örgütün niteliğini göstermiyor mu?
Sonra sormak gerekmez mi? Silah tehdidinden asla vazgeçme; vergi, mahkeme, cezalandırma, asayiş, öz savunma vb. kavramlarla hukuksuz bir şiddet olgusu inşa edip halkı korkutup sindir; sopa gösterme hesabıyla ortalığı yangın yerine çevirip onlarca insanın ölümüne sebep ol; rakip gördüğün yapılara mensup insanları vahşice katlet ve sonra dönüp “Bizi nasıl IŞİD gibi bir çeteyle bir görürsünüz?” diye hesap sor! Yüzsüzlüğün bu kadarı fazla değil mi? Pek farkında değilsin herhalde ama senin yaptıklarının IŞİD’e atfedilenlerden fazlası var, eksiği yok!
ABD İle İttifak, Türkiye’ye Tuzak!
Son yıllarda geleneksel Batı yanlısı politik çizgiden yakasını kurtardığı ve Müslüman halklardan yana ve adalet, hakkaniyet eksenli tutumlar sergilediği ölçüde itibar kazanan Türkiye’nin ABD ile yan yana gözükmek suretiyle Filistin’den Yemen’e, Afganistan’dan Mısır’a kadar İslam coğrafyasının her yerinde ABD’ye karşı birikmiş öfkeye ortak olmasının bir mantığı olabilir mi? ABD’nin savaşına ortak olmak ahlaki, hukuki, siyasi her açıdan yanlış, sonu hüsranla biteceği kesin olan bir tuzaktır. Türkiye bu tuzağa düşmemelidir!
İslami açıdan ABD ile ittifak gayrı meşrudur ve ancak ihanet kavramıyla tanımlanabilecek bir zillete tekabül eder. Ne yaşadığımız ülkenin böylesi bir zillete düşmesini ne de sadece Türkiye’de yaşayan dindar kitleler nezdinde değil, İslam ümmetinin genelinde saygı duyulan, ümit beslenen mevcut Hükümet kadrolarına ilişkin hayal kırıklığı doğuracak tavırlar sergilenmesini asla arzu etmez, ABD’ye karşı mesafeli duruşun sürdürülmesini isteriz. Buna Türkiye hava sahasının ve Türkiye’de konuşlanmış bulunan üslerin kullandırılması konusu da dâhildir.
Baskılar, dayatmalar ne kadar fazla olursa olsun, direnen bir Türkiye’nin günün sonunda kazanan konumda olacağı rahatlıkla görülebilir. Buna karşın şu veya bu şekilde baskılar karşısında yalpalayan, geri adım atan, ister zorla ister birtakım beklentiler karşılığında ‘koalisyon’ kavramıyla makyajlanmış Haçlı sürüsüne yol veren, destek sunan bir Türkiye ise Müslüman haklar için hayal kırıklığı doğururken, halkına ise sadece utanç yaşatabilir!