Roman, edebi türler içerisinde sosyolojik çözümlemeler yapmaya ve çeşitli çıkarımlarda bulunmaya en elverişli türdür kuşkusuz. Belli bir bütünlük ve süreklilik taşıyan yaşam kesitlerini merkeze alması, bu türe, bireysel ve toplumsal izdüşümlerini de içerme noktasında farklı olanaklar, avantajlar sunmaktadır.
Türkçe yazılan romanlarda üzerinde en çok durulan konular arasında alafrangalık özentisi, aile kurumunun olumsuz etkiler eşliğinde çözülüp çökmesi, ahlâki düşkünlük ve çürüme, çarpık ilişkilerin doğurduğu facialar gibi yozlaşma olgusuyla bağlantısı gösterilebilecek sorunlar öteden beri ağırlıklı bir şekilde yer almaktadır.
Tanzimat dönemi romanı, ağırlıklı olarak, Batılılaşmanın ortaya çıkardığı alafranga züppe tipini merkeze alan konuları temel eksen olarak seçmiştir. Fethi Naci’nin de vurguladığı gibi bu romanlarda “birey” yoktur, “tip” vardır. Romantik etkilerin ve okuyucuyu eğitip yönlendirme eğilimlerinin belirgin olduğu bu eserlerde ak-kara çatışmasına, rastlantılara, etik ve eğitsel amaçlara sıklıkla yer verilmesi bu türün önemsendiğini, bireysel ve toplumsal alandaki farklılaşmanın dönemin yazarları tarafından fark edildiğini düşündürmektedir. Bilindiği gibi roman, Tanzimat sonrasında Batı’dan gelen yeni bir türdür ve son çözümlemede bireyi / insanlık durumlarını öne çıkararak gelişim göstermiştir. Bizdeki ilk örneklerin hemen olumsuz tiplere, yozlaşmış kişi ve çevrelere sokulması edebi alanda olduğu kadar, sosyolojik ve psikolojik yönden de incelenmeyi hak eden bir “anlatıcı / kurgulayıcı özne” dünyasının farklı ipuçlarını bünyesinde taşımaktadır.
Bu alanda akla gelen ilk roman, Ahmet Mithat Efendi’nin 1876 yılında yayımlanan Felâtun Bey ile Râkım Efendi’sidir. Felâtun Bey, yanlış bir Batılılaşma anlayışının, tüketime ve yozlaşmaya yönelik bir asrîleşmenin örneği; Râkım Efendi ise Ahmet Mithat’ın özlediği, ve idealize ettiği Osmanlı efendisi örneğidir. Çatışma ve kişilik ayrımı fazlasıyla belirgindir, anlatım son derece basit ve sıradandır. Aynı zamanda Batı karşısındaki yenilgi ve öykünmeci tavır içselleştirilmiş, Batılılaşmanın bizzat kendisinin sorgulanmasının yanına bile yaklaşılmamıştır. Bu tutum zamanla kanıksanacak; Batı’ya en soğukkanlı ve sağlıklı eleştirileri yöneltenler bile başka bir yaşama biçimi önermeyi akıllarına hiç getirmeyeceklerdir. Olumlu mesaj daha baştan bellidir; “yozlaşmadan uzlaşmak” mümkündür ve savunulması gereken asıl tutum da bu olmalıdır.
1889’da yazılan; ancak 1896’da kitap hâlinde yayımlanan Araba Sevdası, Tanzimat döneminin en başarılı ve gerçekçi romanı olarak kabul edilir. Recaizade Mahmut Ekrem, bu romanıyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Bu romanın konusu olan olaylar yirmi beş, otuz yıl öncesine ait olup Avrupa görmüş bazı gençlerimizden, önceleri yüksek sosyete mensuplarına, sonraları da hâli vakti yerinde yüksek memur çocuklarına, bulaşıcı bir hastalık gibi sirayet eden alafrangalık illetinden başka bir şey değil. Babalarının mevkii ve mali kudreti nispetinde, Frenkvarî süslü gezmek, Fransızca bilir görünmek, ‘Bonjur, Bonsuvar, Vu zalle biyen?’ diyebilmek için, her gün sabahtan akşama kadar Beyoğlu kaldırımlarını arşınlayarak adam aramak, Türkçe konuşurken araya Fransızca lakırdılar karıştırarak, koltuğunun altında daima Fransızca bir iki roman taşımak, Fransızca bir gazete veya dergiyi, ismi dışardan okunabilecek şekilde, daima ceketinin yan cebinde bulundurmak, har vurup harman savurmaya, borç etmeye özenmek ve Türkçeyi edebiyatsız, kaba bir lisan sayıp anadilinin cahili bulunmakla iftihar etmek, millî âdetlerimizden, millî geleneklerimizden mümkün olduğu kadar sıyrılmak, örneklerine bugün de rastladığımız o zibidilerin başlıca marifetleriydi…”
Başka ne beklenebilirdi ki? Osmanlı’nın son dönemlerinde, az buçuk okumuş ve Avrupa görmüş insanlar eliyle biçimlenen bu tablonun ve eğilimin karşısına çıkarılabilecek farklı bir perspektif, eğitim anlayışı, yaşama biçimi ve yöneliş söz konusu değildir zaten. Buna bulaşmayanların da önemli bir bölümünün istemedikleri, sevmedikleri için değil; fırsat bulamadıkları, beceremedikleri ve olanaklarının yetersizliği nedeniyle çekingen davrandıkları için dışarıda kaldıkları iddia edilebilir. Bihruz Bey, zavallı bir tiptir belki ama onun yerinde olmak isteyenlerin sayısı da hiç de az değildir. Edebiyat dışında baktığımızda da Osmanlı yarı-aydınının bu tutumu, ilerleyen dönemlerde “Batı’nın gönüllü yeniçeriliği”ne soyunmaktan bile çekinmeyen bir dejenerasyonla bütünleşecektir. Kıble kaybolmuştur ve denize düşen sürekli yılana sarılmaktadır.
Batılı tekniklerin kullanılması ve türün gereksindiği temel özelliklerin uygulanması açısından, gerçek anlamda Türk romanının Halit Ziya Uşaklıgil ile başladığı genel kabul gören bir belirlemedir. Mai ve Siyah ile Aşk-ı Memnu adlı romanlar, bu bağlamda bir kilometre taşı gibi görünen yapıtlardır.
Aşk-ı Memnu, yozlaşma olgusunu roman üzerinden de okuma çabasında karşımıza çıkan ilk nitelikli kitaptır. Yazar bu romanda 19. yüzyıl sonlarında yaşayan aylak ve zengin bir zümrenin yaşam biçimini, varlıklı bir ailenin Batılı yaşam biçimine özenmesiyle gelen çözülüş ve altüst oluşu, yozlaşmayı gözlerimizin önüne serer. Bu zümrenin yaşadığı ve eğlendiği konak, yalı, Boğaziçi, Büyükada, Göksu, Concordia gibi yerleri, birey olarak bütün somutluklarıyla bu zümrenin insanlarını, bu insanların sorunlarını, dünyaya ve insanlara bakışını, kendi aralarındaki ilişkileri anlatır.
Romanın başkişilerinden biri olan Bihter, zenginlik özlemiyle yaşayan genç bir kadındır. Bu yüzden, tam bir tüketim güdülenmesi ile kendinden çok yaşlı bir adam olan Adnan Bey ile evlenir. Bu evlilik uğruna annesine başkaldırır. Adnan Bey kızı ve oğlu ile birlikte yaşamakta, hafta sonlarında yeğeni Behlül’ü yalısına konuk etmektedir. Evlilikten sonra Bihter’le birlikte annesi, kız kardeşi, eniştesi de aileye katılır. Birinci derecede yasak aşk; yeğen Behlül ile Bihter arasındaki aşktır. Bu serüvenle Halit Ziya ahlâkî sorumluluktan yoksun, eski değerleri yitirmiş, yenilerine sahip olamamış bir gençle ekonomik statüyü ahlâkî değerlere üstün tutan bir kadının yasak aşkını dile getirir. Bu ise Türk ailesine alafrangalık özentisinin musallat ettiği bir çöküşün sergilenmesidir aslında. Ancak kendisi de bu kültüre ait bir anlatıcı olan Halit Ziya’nın elinden gelen bu kadardır. Romanda varlıklı, alafranga ailenin alternatifi olabilecek bir aileye rastlanmadığı gibi, dönemin tarihsel-toplumsal görünümü de yazar belli kişi ve çevrelere odaklanıp kaldığı, “salon edebiyatı” yapmaktan tercihleri ve konumu gereği kurtulamadığı için net çizgilerle sunulamamıştır.
Yazarın amacı, toplumsal çözümleme ve eleştiriye ağırlık veren bir roman yazmak değil, ele aldığı kesitin insanlarını ve bu insanlar arasındaki ilişkileri daha çok psikolojik boyutlarda derinleştirmektir. Bundan ötürü de Aşk-ı Memnu’daki aile tablosu, en ince ayrıntılarına dek işlenmiş olmakla birlikte, sosyolojik bir veri olarak işleme sokulmadan önce bazı arka plan incelemelerinin ışığında ne ölçüde bir genellik, tipiklik taşıyabileceği yönünden değerlendirilmelidir. Realist oldukları iddia edilen bu romanlar, aslında hep “kitabî” bir boyut taşımaktadırlar. Konuların çoğu Balzac, Flaubert, Stendhal gibi Batılı yazarlardan aşırmadır. Anadolu bir yana İstanbul sokakları bile yoktur bu romanlarda; yoksullar, düşkünler, zorluklar içinde yaşayanlar, kaçacak delik arayanlar, cephelerde bunalanlar, dindarlar, köleler ve cariyeler, yalı ve konak yüzü bile görmeyenler yoktur. Bugünden bakıldığında bile bir yapaylık, bir özenti düşkünlüğü, bir iğretilik hemen sezilir bu kitaplarda. Türk romanı, başkalarına ait bir edebi kabın içine, inandırıcılığı zayıf kişi ve çevreler eşliğinde kendi derinliksiz, pespaye hatta uyduruk ve kurgusal çırpınış ve trajedisini zorla yerleştirmeye çabalamaktadır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Avrupailik özentisi içindeki alafranga tipler, Türk romanında sıklıkla ve şematik yaklaşımlarla işlenmiştir. Rantiyenin, varlıklı alafrangalığın yanı sıra yoksul kişilerin bu modaya ayak uydurma özlemi, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi’sinin de karakteristiğidir. Bu romanda yeni gelişmeye başlayan ticaret kapitalizminin aileye etkisi, bu ekonomik modelin parayı tek değer ölçütü haline getiren bir ahlâk anlayışına sahip oluşunun yol açtığı değerler yozlaşması sergilenir. Romanın kahramanı Meftun, yeni ekonomik modelin koşullarının belirlediği yeni bir değerler dizgesinin, yeni bir ahlâkın temsilcisidir. Aile, Meftun’un bencilliğini, oportünizmini doyurmaya yönelik bir kurum olarak anlamlıdır ancak. Nitekim Meftun, para sahibi olabilmek için zengin komşusunun kızıyla evlenmek, onun oğluyla da kendi kız kardeşini evlendirmek gibi bir oyun peşindedir. Böyle bir anlayışla kurulan aileyi, kısa bir süre sonra yine ekonomik sıkıntılar tehdit etmeye başlayacaktır. Yabancı sermaye ve Hıristiyan azınlık eliyle gelişen ticaret kapitalizminin belli bir tip Türk ailesini biçimlendirişi ilk kez Şıpsevdi’de görünürlük kazanmaktadır.
Batılılaşma sorunu ile ekonomik güç kazanma hevesleri arasında kurulan bağlantılar ve bunların aile yapılarını ne şekilde etkileyebileceğine ilişkin örneklere Yakup Kadri’nin romanlarında da rastlamaktayız. Özellikle Kiralık Konak ve Sodom ve Gomore bu bakımdan elverişli örnekler içermektedir.
Geçiş döneminin çalkantılarını yaşayan bir konağın, üç kuşak ölçeğinde izlenen çöküşü anlatılmaktadır Kiralık Konak’ta. Kahramanlardan Servet Bey “kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildir. Alafranga hayat râmına sabahtan akşama kadar bin türlü garabet yapan bir adam.” Kızı Seniha’yı “koz olarak kullanıp birtakım işadamlarıyla ilişkiler kurarak zengin olmak sevdasındadır.” Karısına, “Para yapmak, para yapmak ve bir an evvel kapağı Avrupa’ya atmak. Başka türlüsü çıkar yol değil.” der. “Seniha ise kurulu düzeni beğenmeyen, hazır değer yargılarına karşı çıkan; ama kişisel bir başkaldırmadan öteye geçemediği için sonunda yenilen tipik bir geçiş devri gencidir. Seniha’da yenilgiyle birlikte geçmiş özlemi başlıyor.” Kurulu düzeni beğenmeyen ve isyankâr bir kişiliğe sahip olduğu söylenen Seniha; süreç içerisinde en basit insani değerlere bile kuşkuyla bakacak, Avrupa’ya giderekyabancı erkeklerle yatmayı marifet zannedecekve kendisini bir zamanlar deli gibi seven adamın savaşta ölüm haberini duyduğunda bile umursamadan omuz silkecektir.
Bu çürüyen çevre içinde sözü edilebilir bazı gerçeklere yaklaşan tek kişi Hakkı Celis’tir. “Onun için şimdi geride kalan âlem, Seniha’lardan, Faik Bey’lerden, Naim Efendi’lerden, Sakine Hanım’lardan müteşekkil olan karışık, mayasız ve çürümüş âlemdi.”
Tanzimat dönemi ailesinin temsil ettiği hayat görüşü ile birlikte çöküşünü Yakup Kadri, konağın satışa çıkartılmasıyla simgeleştirir. Kiralık Konak, devrin değişmesi ve büyük hadiselerin sarsıntısıyla nihayet bir apartman hayatında sona erer. Konak mensupları ise, eski terbiyeyi tam anlamıyla almış yekpare psikolojiye sahip olanlar hariç, Birinci Dünya Savaşı yıllarının kozmopolit sofrasını kurarlar. Roman, bir devrin maddi ve manevi düşüşünü, konak ve sofra gibi iki sembolde özetler.
Kiralık Konak, Yakup Kadri’nin, Yaban’dan sonra en çok baskı yapan romanıdır. Buna karşın 60’lı yıllara dek eleştirmenlerden gerekli ilgiyi görmemiştir. Bu durum, bir yönden romanın içeriğine ve o yılların eleştiri anlayışının yetersizliğine bağlanabilir. Nur Baba’nın aynı yıl yayımlanmış olması ve büyük bir tepkiyle karşılaşması da Kiralık Konak’ı ikinci plana itmiş olabilir.
Kurtuluşu Batılılaşmakta arayan cumhuriyet dönemi elitist kadrolarının, Batıya öykünen züppe tipini yüzeysel biçimde yansıtmakla yetinmeyip sorunu toplumsal bir olgu olarak gündeme getiren bu romanı nesnel, soğukkanlı bir yaklaşımla irdelemeleri beklenemezdi. Zaten böyle bir anlayıştan da yoksundular. Osmanlı hayranları ise, yozlaşmaya koşut olarak Osmanlılığın çağdışı kalışını, gücünü monarşiden alan bir sınıfın çöküşünü anlatan bu romanı bütünüyle içlerine sindiremezlerdi.
Kiralık Konak, kimi yönlerden Madame Bovary ile de benzerlikler taşımaktadır. Emma Bovary de Seniha da sınıf atlayamamanın ıstırabı içindedir. Yerlerini yadırgayan, başka ortamların özlemini çeken, mutluluğu oralarda arayan bu tipler; dıştan gelen etkilerin kurbanıdırlar. Her iki romanda da kadın kahramanlar para sıkıntısı çekmektedirler. Her iki romanda da bir kadına karşı iki erkek vardır. İki kadın da en sonunda yenilgiyi kabul edip kendilerini bırakırlar.
Sodom ve Gomore’de Batı hayranlığı, işgal İstanbul’unun çalkantılı ortamında, itilaf kuvvetlerine uşaklık kisvesine girer. Roman kişilerinden Orhan Bey, Türk kadınlarını işgal subaylarına peşkeş çeken işbirlikçi bir tiptir. Fethi Naci bu dönemin karakteristiğini şu satırlarla özetlemektedir: “19. yüzyılın sonundaki alafranga züppeler, hazır para yiyen, tüketimci tiplerdi; İttihat ve Terakki’nin ‘Milli Burjuva’ yaratma çabaları Batı kapitalizmine çıkar bağlarıyla bağlı yeni tip alafrangalar yarattı. ‘Burjuva’ olmayan bu tipler, ola ola ‘işbirlikçi hain’ oldular. Böylece alafrangalık varabileceği son noktaya varmış oldu.”
Sodom ve Gomore’de karşımıza çıkan aile, işgal İstanbul’unun bir ayağı çukurda sosyetik ailesidir. Önceki örneklerle karşılaştırıldığında romancı bilinci ve tasavvuru eserde daha güçlüdür. Sıkıntılı bir dönemin ve kentin esas alınması, adının bile bir bilinç eşliğinde seçilmesi; bütün eksikliklerine rağmen okuyucunun romana sokulmasını kolaylaştırmakta ve etkileyiciliğini artırmaktadır.
Yakup Kadri’nin söz konusu ettiğimiz iki romanına ilişkin bir saptama olarak Berna Moran’ın, Kiralık Konak’ın ve Sodom ve Gomore’nin başkişilerinin Türk kızı olmalarını, yazarın Batılılaşmayı daha çok kadınlarda yarattığı çöküntü ile göstermek istemiş olmasına bağlamasını anmak yerinde olur. Yakup Kadri’nin bu iki romanı, Türk romancılığında eleştirel gerçekliğin ve sağduyulu yaklaşımın ilk örnekleri de sayılabilir.
Ahlâkî düşkünlük ve özellikle de kadınların iffetlerini kaybetmeleriyle toplumsal çöküntü arasında kurulan bu karşılıklı bağlılık, aynı dönem romanlarından Selahattin Enis’in Zaniyeler adlı romanında ve Peyami Safa’nın Sözde Kızlar’ında da son derece belirgindir.
Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal adlı ünlü romanında ise, aile kurumu içinde bir Doğu-Batı sentezi yaratma çabası öne çıkmaktadır. Söz konusu roman, Abdülhamit döneminde, İstanbul’un orta halli bir semtini anlatmaktadır. Halide Edip’in peşinde olduğu Doğu-Batı sentezi; geleneksel bir dinsel eğitimden geçmiş Rabia ile on beş yıldır Türkiye’de yaşayan İtalyan Peregrini’ye kurdurttuğu, Müslümanlık değerleriyle Batının rasyonalizmini sentezlemeye çalışan sıra dışı bir ailede somutlanmaktadır. Halide Edip, kısmen farklı bir tutuma sahiptir. Yazar olarak bazı avantajlara da sahiptir. Kendisi de kadındır. İyi bir eğitim görmüş; fakat muhafazakârlığı da elden bırakmamıştır. Bu romanı yazdığı yıllarda hem Doğu’yu hem de Batı’yı artık iyi bilmektedir. O yüzden parçalanış ve kopuşu değil, daha çok, birleşmeyi, buluşmayı, bütünleşmeyi öne çıkarmak istemektedir.
Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken adlı romanında da ahlâki değer çatışmaları ve yozlaşmanın öne çıktığı söylenebilir. İlk defa bu romanda; sarsılan değer, düşünsel ahlâkla ilgili bir değerdir. Yazar bu romanında bir ittihatçı ile karşısında savaştığı, dönemin egemen sınıfına mensup bir kıza kurdurduğu aile aracılığıyla ittihatçının siyasal idealine, örgütüne ihanete sürüklenişini anlatır.
Bu romanda yer verilen olaylar, İkinci Abdülhamid döneminde, özellikle de 31 Mart Vakıası’nın yaşandığı zaman diliminde cereyan eder. Fakat bu cereyan hiç de resmî tarih kitaplarında yer verilen bir istikamete sahip değildir. Belki de bu yüzden yazarına ders kitaplarında şimdiye kadar pek yer verilmemiştir. Kimi baskılarda adı faili ve gerekçesi meçhul bir tasarrufla Abdülhamid Düşerken biçiminde değiştirilerek; temel çizgileri bozulup içeriği sulandırılarak beyaz perdeye de aktarılan bu roman, bazı yönlerden Ahmet Altan’ın İsyan Günlerinde Aşk adlı romanına da esin kaynağı olmuş görünmektedir.
Nahid Sırrı Örik, toplumsal ve siyasal dönüşümlerin çok hızlı ve dengesiz bir gelişme gösterdiği bu tarihsel dönemi, Mehmet Şehabettin Paşa, onun hırslı ve doyumsuz kızı Nimet ve damadı Binbaşı Şefik Bey’in birer tarihsel özne olarak gösterdikleri somut yapıp etmelerde, onların duygu, davranış ve edimlerinde ortaya koymakta. Romanda, paşa kızı olan Nimet adlı kadın kahraman önemli ve ilgi çekicidir gerçekten. Birinci ve İkinci Meşrutiyet arasında sıradan, herhangi bir paşa kızı olan Nimet, bu tarihsel karmaşa, altüst oluş içinde akıl almaz bir ölçüsüzlükle, kocası Şefik Bey’i Abdülhamid’den sadrazamlık istemeye kışkırtacak kadar tutkulu ve hırslı bir Balzac ya da Dostoyevski kişisine dönüşmektedir.
Kimi yorumculara göre, Türk edebiyatının en başarılı ‘tarihsel roman’ örneği sayılan bu yapıt, adında da işaret edilen bir “düşüş”ü konu edinmektedir. Bu sadece Abdülhamid’in değil; tüm kurumları ve aktörleriyle, bütün bir iktidar aygıtının ve ondan beslenmeye çalışan tutarsız, yozlaşmış bireylerin, toplumsal kesitlerin düşüşüdür kuşkusuz. Romanın, ilk örnekleri 1870’lerde görülen Tanzimat romanının izleğini sürdürdüğü de iddia edilebilir. Genç Osmanlı erkeğinin, ecnebi ya da asrî, serbest ve hatta hafif kadının cazibesine kapılıp ‘ev’den uzaklaşması, ailenin dağılması, felakete uğraması motifiyle bütünleşmektedir Nahid Sırrı’nın romanı. Kadın; değişimle statüko, iktidarla zafiyet, arzuyla korku arasındaki turnusoldur bu bağlamda. 23 yaşındaki Nimet, erkeklerin temsil ettiği iktidar dünyasındaki oyunu yöneten kişidir.
Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u Abdülhamid döneminin son yıllarının, II. Meşrutiyet’le İttihat ve Terakki döneminin ve Mütareke yıllarının İstanbul’udur. Gerçekte çürüyen, yozlaşan ve Tevfik Fikret’in Sis şiirindeki betimlemeleri andıran tek bir İstanbul’dur anlatılan. Birçok eleştirmenin dile getirdiği gibi romandan sürekli bir leş kokusu gelir burnumuza. Yazar gözlerini adeta bu kokuşmuşluğa dikmiş gibidir. Dalkavuklar, jurnalciler, birbirlerinin kuyusunu kazanlar, sadece kişisel çıkar peşinde koşanlar, birbirlerinin karılarını baştan çıkaranlar, birden yükselen ve birden düşenler, eşcinseller, intihardan başka çıkış bulamayanlar, başkalarına kötülük yapmaya çalışarak mutlu olanlar, birbirlerinin servetlerine göz dikenler, gammazcılar, ikiyüzlüler… Yazar, adeta kokuşmuşluğu gözler önüne sermenin tutkulu coşkusuna kendini kaptırmış gibidir; hatta bununla yetindiği bile söylenebilir. Üç İstanbul, gücünü zayıflığını da aslında Mithat Cemal’in görgü tanıklığından almaktadır. Herkesin ipliğini pazara çıkarmaya çalışan yazar, bu arada birçok ayrıntıya kıyamamış, romanın dağılmasına, iç örgüsünün gevşemesine yol açmıştır. Bu durum, keskin eleştirilere ve anlamlı ironilere rağmen, deyim yerindeyse bir Osmanlı Dallas’ı oluşmasını da kaçınılmaz kılmıştır.
Fethi Naci hiçbir romanımızda Üç İstanbul’da olduğu kadar bol roman kişisinin olmadığını belirtmektedir. Adnan’la Belkıs çevresinde gelişen romanda irili ufaklı kırk kadar insan yer almaktadır. Ağırlıklı olarak konakların, köşklerin, yalıların insanlarıdır bunlar. Abdülhak Şinasi Hisar gibi yazarların imrenerek, can atarak baktıkları bu mekânların gerçek yüzünü göstermektedir yazar. İmrenerek, öykünerek, özleyerek değil; öfkelenerek, öğürerek, tiksinerek bakmaktadır tüm bunlara. Refik Halit Karay’ın, İstanbul’un İç Yüzü adlı romanıyla kimi paralellikler taşıyan bu romanın bozulup değişmeyen, suskun ve oturaklı tek kişisi olan Şair Raif’in, Mehmet Âkif olduğuna çok sayıda yorum bulunduğunu da belirtelim. Onun dışında, romanda çıkışı bulan ve iyiye yönelen tek bir kişi bile yoktur nerdeyse.
Orhan Pamuk Öteki Renkler adlı kitabına “Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u tarihi bir romandır ve ben o kitabı hiç sevmem.” diyerek başladığını biliyoruz. Yalçın Küçük ise, bu romanın, Nobel ödüllü ünlü Rus romancı Boris Pasternak’ın Dr. Jivago’sundan çok daha başarılı olduğunu ileri sürmüştür.
Toplumsal değerler dizgesindeki köklü sarsıntıların, ailede çözülüş biçiminde yansımasına en tipik örneklerden biri Reşat Nuri’nin Yaprak Dökümü adlı romanıdır. Bu romanda geleneksel değer yargılarının yıkılışı, para ve paranın getirdiği asri yaşama biçiminin ortaya çıkardığı yeni değer yargılarının, daha doğrusu yeni bir ahlâkın bir aile çerçevesi içerisinde anlatılışına tanık oluruz. Artık cumhuriyet dönemine gelinmiştir ve tam bir değer bunalımına girilmiştir. Batılılaşma hevesinin aileler üzerindeki çökertici etkisini anlatan edebi yöneliş ise devam etmektedir. Söz konusu çözülme hâlâ sosyoekonomik temellerine oturtulamamakta, “asrın icabatı” şeklinde özetlenen olgu, bozulma ve yozlaşmaya ivme kazandırmaktadır.
Yozlaşmanın en belirgin bir şekilde yansıtıldığı romanlardan biri de Memduh Şevket Esendal’ın Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanıdır. Bu kitapta, yine cumhuriyetin ilk yılları söz konusudur. Dönemin Ankara’sında dönenip duran “küçük insanlar”ın yaşamlarını, değer yargılarını sergileyen romanda yozlaşma olgusu, iffetsiz kadınlar ile onların kendilerini aldatmalarına göz göre göre göz yuman kocalar eşliğinde anlatılmaktadır. Bir yandan yozlaşma, dağılma, çözülme teması işlenmekte; öte yandan toplumsal kurtuluş için bir umut ışığı olarak sağlam, mutlu evlilikler gösterilmek istenmektedir. Romanda bunu anlatıcı ile Selime’nin güvenli yarınlara umutla bakan evlilikleri temsil etmektedir.
Halide Edip Adıvar’ın Sonsuz Panayır adlı romanında da “para” ve II. Dünya Savaşı’nın öne çıkardığı “yeni zengin tipi” ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Parayı elinde tutanların bu dönemde henüz siyasal bir ağırlıkları yoktur. Geleneksel İstanbul ailesinin belirlediği görgü, zevk, ölçülülük gibi değerler kaybolmuştur. Bunların yerine geçen “galiz ve açgözlü zevkler” yerilmekte; fakat siyasal ve sınıfsal bir çözümlemeye yine yer verilmemektedir. Oysa sözü edilen dönemin para babaları, romanın yazılışından çok kısa bir süre sonra Türkiye’nin bürokratik ve siyasal iktidar geleneğine galebe çalan yeni bir sınıf oluşturacaklardır.
Aile eksenli yozlaşma olgusuna öykü ve romanlarında yer veren bir yazar da Bekir Yıldız’dır. Onun yapıtlarında, Füsun Akatlı’nın işaret ettiği gibi, ailenin kadın bireyleri genellikle törelerin baskısı altında ezilir. Halkalı Köle adlı romanında, roman kahramanının, annesini evde istemeyen karısına reva gördüğü muamele, dayaktır. Yine de kendisinin değil, karısının bir faşist olduğunu düşünür. Roman kahramanının köy öğretmeni olan kayınpederi cumhuriyetin getirdiği yeniliklerin savunucusu olmak durumundadır. Bu yolda, çarşafı çıkarıp manto giymesi için, karısını kanlar içinde bırakıncaya kadar döver. Sonra da yaralarını sarar, montoyu giydirip köy alanına götürür. Koluna takarak, iftiharla. Bu bakış açısının, kimi gerçeklikler içerse de son çözümlemede feodal olduğu söylenebilir.
Kemal Tahir’in Büyük Mal adlı romanında, kırsal kesim insanının öne çıkartılan özelliği, cinsel doyum arayışında sınır ve norm tanımayacak kadar gözü kara oluşudur. Aile kurumu da neredeyse sadece cinselliğin yasal çerçevesi olarak yer bulur romanda.
Orta Direk, Anadolu insanının bir roman bütünlüğü içerisinde en canlı, en somut, en gerçekçi bir biçimde yansıtılmasının başarılı sayılabilecek bir örneği olarak çıkar karşımıza. Yaşar Kemal; karı, koca ve erkeğin annesinden (Ali, Elif ve Meryemce’den) oluşan üç kişilik aile ile, tarımsal ekonominin ilkel düzeyindeki bir köylülüğü belgelemektedir bu yapıtta. Köy ailesini tanımak için, bu romanın yanı sıra yazarın Yer Demir Gök Bakır ile Ölmez Otu adlı romanları da bütün eksiklerine rağmen, bir başvuru kaynağı olabilecek niteliktedir.
“Özlemleri, düşleri ve çöküşleri” ile bir zanaatkâr ailesinin tipik portresini ise Orhan Kemal’in Eskici ve Oğulları adlı romanında bulabiliriz.
Taşra ailesi, Tarık Buğra’nın Yağmur Beklerken ve Dönemeçte adlı romanlarında küçük taşra burjuvasi kimliğinde çıkar karşımıza. Taşralı aile yapısını en açık biçimde betimleyen romanlardan biri olarak Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak adlı yapıtını anabiliriz. Ağaoğlu, romanın başkişisi olan Aysel tipinde, eğitim düzeyinde ortaya konan Batıcı cumhuriyet ideolojisi ile aile düzeyinde ortaya konan geleneksel ideolojiyi karşı karşıya getirir. Yazarın, toplumun bu iki kurumunu (aileyi ve eğitimi) birbiriyle çatışan iki toplumsal kesit olarak seçmesi rastlantısal değildir. Geleneksel ideolojiyi dışlaştıran aile kurumu ile Batıcı cumhuriyet ideolojisini dışlaştıran eğitim kurumu, kadının özgürlüğü sorununun trajik bir olgu niteliğiyle algılanmasını olanaklı kılacak bir biçimde çatışır.
Sevgi Soysal, Oğuz Atay, Demir Özlü, Yusuf Atılgan, Selim İleri gibi, başlıca sorunsal olarak küçük burjuva aydınını irdeleyen romancılarımız ise yozlaşma olgusuna daha çok geri planda bir yer vermişlerdir.
Adı anılabilecek yazarlar ve romanlar çoğaltılabilir kuşkusuz. Okuyucunun, Türkçe yazılan romanlarda, üzerinde durulan temel izlek ve konular hakkında belli bir fikre ulaştığını düşünüyorum. Yozlaşma konusu da bu süreçte ağırlıklı bir yer tutmuş; hatta yazarların fazlasıyla iltifat ettiği bir yazın eğrisi oluşturmuştur. İlginçtir ki, romanın bizdeki serüveni 150 yılı bulmasına rağmen yöneliş noktasında sanki değişen pek fazla bir şey olmamıştır. Benzer sıkıntılar, bireysel ve toplumsal yıkılış ve çöküşler hâlâ yaşanmakta; Batı’ya ve Batılı yaşam biçiminin öne çıkardığı dünyaya, farklı dünya görüşlerine sahip insanlar aynı kuşkularla yaklaşmaya devam etmektedirler. Zira yaşadığımız ülke, kültür karşılaşmalarını, dünyadaki değişim rüzgârlarını, katı bir tutumla ve adeta oryantalist bir mantıkla dayatılan modernizmin ardından balıklama dalınan postmodern süreci soğukkanlılık ve özgüvenle değerlendirebilecek zindeliğe, yaşama üslubuna, alternatif zenginliğine, güçlü ve kolektif argümanlara sahip değildir. Etin yanı sıra tuzun da hemen kokuşmaya başladığı bir ülkede yaşıyoruz. Eğitim sürecindeki dayatmalar başta olmak üzere, yaşamın birçok alanında insanımıza farklı deli gömleklerinin, iğreti kimlik ve kişilik maskelerinin dayatılması ikiyüzlülük eşliğinde yozlaşmayı ve bozulmayı sürekli tetiklemekte, çoğul kılmaktadır. İki asırdır kıblesini sürekli değiştirip duran, kimlik bataklığına sürüklenen, Doğu-Batı sorunsalını anlamlandırıp aşamayan hatta bazı dönemlerde başka bir gezegenden kopup gelmiş gibi duran bir ülke burası. Avrupa Birliği’ne girme sürecinde yaşanan ikirciklenmeler de bunun basit ve güncel bir göstergesi olarak okunabilir.
Sözün kısası, yozlaşmaya da yozlaşanı romanlaştırmaya da çok elverişli bir ülkede yaşadığımızı söyleyebiliriz şimdilik.
Kaynakça:
Fethi Naci, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınları, İstanbul 1981.
Hilmi Yavuz, Roman Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yayınları, Ankara 1977.
Füsun Akatlı, Felsefe Kıyılarında, Alfa Yayınları, İstanbul 1989.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınları, İstanbul 1988.
Sevim Kantarcıoğlu, Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982.
Fethi Naci, Yüz Yılın 100 Romanı, Adam Yayınları, İstanbul 2000.