"Dün gece Ayasofya Camii'nde toplanan elli bine yakın kadın, erkek, Türk Müslüman, on üç asırdan beri ilk defa olarak Tanrılarına kendi lisanları ile ibadet ettiler. Kalplerinden, vicdanlarından kopan en samimi, en sıcak muhabbet ve ananeleriyle Tanrılarından mağfiret dilediler. Ulu Tanrı'nın ulu adını, semalar titreten vecd ve huşu ile dolu olarak tekbir ederken, her ağızdan çıkan tek ses vardı. Bu ses, Türk Dünyasının Tanrısına kendi bilgisi ile taptığını anlatıyordu. Teravih biter bitmez camiin içinde emsali görülmemiş bir uğultu başladı. Bu, ne bir nehir uğultusuna, ne bir gök gürlemesine ne de başka bir şeye benziyordu. Herkes ellerini semaya kaldırmış dua ediyordu. Bu uğultu birkaç dakika devam etti, Müteakiben otuz güzel sesli hafız, hep bir ağızdan tekbir almaya başladılar: Tanrı uludur! Tanrı uludur! Tanrıdan başka Tanrı yoktur! Tanrı uludur! Tanrı uludur! Hamd ona mahsustur!".
Yukarıdaki haberi, 9 Şubat 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesi büyük bir sevinçle yayınlıyordu. Ulus-devlet olmanın dayanılmaz ağırlığı, TC. sınırları içinde İslam'ın üzerine de çökmüştü. Artık her şey ulus-devlet çerçevesinde düşünülüyordu. Bu dönemlerde icad edilmeye çalışılan milli din daha sonra yerini "Türk İslamı"na, günümüzde de "Türk Müslümanlığı"na bıraktı.
12 Eylülcülerin tercih ettiği "Türk-İslam" sentezinin, 28 Şubat sürecine uyarlanmış haline de "Türk müslümanlığı" diyebiliriz. Bu ifadeden, daha ziyade eski şaman dini ile karışık olarak, dinin birtakım ritüellerim ve halkın batıl inançlarını barındıran, kitabi kültürle inceltilmemiş bir din anlayışını kastediyorlar.
30 Ağustos 1998'de Hava Kuvvetlen Komutanı Orgeneral İlhan Kılıç. İzmir Gaziemir'de askerlere hitap ederken "Güzel dinimizin çağdaş Türk müslümanlığı rengini karartmak isteyenlere önem ve fırsat vermeyelim" şeklinde sözler sarfetti. Acaba askerliğin dışında fetva verme gücü ve yetkisini kendinde görenlerin yaptığı bu açıklamayı, din istismarı olarak değerlendirmek mümkün değil mi? "Netekim" bir zamanlar sabık darbeci Kenan Evren de meydanlara çıkıp üniformalı bir imam gibi ahkam keserken, MSP milletvekilleri de dini istismar etmekten hapiste yatıyorlardı.
Özellikle Cemal Kutay'ın ileri sürdüğü tezleri konu edinen medya Türkçe namaz, ibadet ve ezanı gündeme taşımış ve "Türk müslümanlığı" kavramının içini doldurma gayreti içine girmişti. Aksiyon dergisinde de tartışmaların sıcak olduğu o dönemde bu konu kapağa taşınmış, İsrail hayranı Nevval Sevindi'nin Arap ve Türk İslam'ı arasındaki farklar konusunda görüşleri alınmıştı. Aynı sosyal antropolog, hoşgörü üstadıyla yaptığı bir mülakat sonrası şu açıklamalarda bulunmuştu: "Fethullah Gülen Hocaefendi, binlerce yıllık Anadolu Türk-İslam geleneğini bugünün koşullarıyla besleyip büyütüyor. Aynı zamanda din bilgisini ve derinliğini bugün için kullanıyor. İslam'ın ihtiyacı olan reformu, ancak Türk-İslam anlayışı gerçekleştirecektir diye inanıyorum." Nevval Sevindi, Türk rönesansına iman etmiş bir şahsiyet. Milli din çabalarında Ecevit ile aynı bakış açısına sahip. O da, Temmuz 1998'de Türk müslümanlığını tahkim etmek amacıyla "Erenler ve Evliyalar Kongresi"ne katıldı. Fakat onun vizyonu(!) diğer laik liderlere göre daha genişti. Dolayısıyla, Türk İslamı'na hoşgörü üstadını da dahil etti. O, diğerlerinin aksine, dine karşı pragmatizminin sınırlarını nisbeten geniş tutmaktadır.
Mesut Yılmaz da, "Türk Müslümanlığı"ndan kastın ne olduğunu şu sözleri ile açıklıyordu: "Arap-Acem kırması müslümanlıktan korunmamızın yolu, Türk müslümanlığından geçmektedir". Arap-Acem kırması İslam'dan kastın İslam'ın ibadi, hukuki ve siyasi yönü olduğu açık. Dışlanmak istenen, dinin hayata tekabül eden yönü.
Mesut Yılmaz, bunu sağlamanın yolunun da Hacı Bektaş ve Ahmet Yesevi'nin din anlayışını takip etmekle sağlanabileceğini söylüyordu. Hacı Bektaş'taki anma törenleri, devlet tarafından ulusal hac ayini haline getirilmeye çalışılıyordu. Kabe'nin yerine Çankaya'yı oturtamayan devlet, şimdi Hacı Bektaş Veli'yi deniyor. Devlet menkıbevi bir şahsiyet olan H. Bektaş'tan medet umuyor.
Böylelikle rejim, -ANAP'lı Yaşar Dedeleğin de ifadesiyle "Vahhabi ve Arap milliyetçisi yetiştirildiği"ni iddia ettiği kurumlara savaş açarken çarpık bir din ve tarih anlayışını adeta yüceltiyor. TC'nin böyle bir strateji güttüğünü, Hacı Bektaş törenlerindeki izahatlardan da çıkarabiliriz.
Türk müslümanlığı kavramı içinde İslam'ı doğru anlama değil, ırkî anlama isteği görülüyor. Şu ana kadar Kur'an'ı çeşitli açılardan değerlendirenler olmuştur ve usul kitaplarında bu konulara yer verilmiştir. Ancak şu ana kadar İran usulü, Irak usulü, Türk usulü İslam dini anlayışı şeklinde bir kavram oluşturulmuş değildir. Türklerin bir araya gelip, "Kur'an anlayışımız şudur" demeleri mümkün olmadığına göre bunu kim belirleyecektir? Herhalde MGK bu işi de BÇG'ye devredecek.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, bazı büyük din alimlerinin Türk olduğu, iddia edilmiştir. Hatta peygamberimizin ve Hz. İbrahim'in Türk olduğuna, Arapça'nın Türkçe'den geldiğine ve İslam'ın da şamanizmden doğduğuna dair resmi kurumların yayımladığı kitaplar ve makaleler vardır. İslam kültür tarihinde ismi geçen şahıslardaki Türk olma ihtimalini bir yana bırakırsak, bunlardan kaç tanesi Türkçe eser vermiştir? Mevlana'nın Mesnevisi'nin Farsça olması, onun Acem etkisinden kurtulamadığını mı gösteriyor?
Türk müslümanlığı nasıl muhafaza edilecek ve nasıl sistemleştirilecektir? Hele de bilgisayar teknolojisiyle insanların çok hızlı bir şekilde dünyadan haberdar olduğu, birbiriyle canlı olarak diyalog imkanına sahip olabildiği bu asırda, bu anlayışı sistemleştirmeye çalışmak nasıl mümkün olacaktır?
"Türk müslümanlığı" gibi muğlak ifadeler ortaya atarak yapılmak istenen, sahih bir tarzda Kur'ani kavramlarla ya da İslami kategorilerle düşünmeyi ve hayata bakmayı gölgelemektir. Mesela "inananlar"dan sözeden, yahut "müslümanlar" diyen birçok görevli ya da yazar hakkında dava açılmıştır ve açılmaktadır.
Meselenin üzücü yanlarından biri de, ilahiyat fakültesinde dekanlık yapan birinin, bu kavramdan kastedileni anlamayıp, mimari farklılıkları "Türk müslümanlığı"nın meşruluğuna dair bir kanıt gibi sunmasıdır. Gerçi yazısında, Türklerin İslam'a aykırı olmayan anlayışlarım kastettiğini söylese de, mimari farklılığı ele alarak bu kavramı resmileştirme çabalarına katkıda bulunması içler acısı bir durumdur.
"Türk Müslümanlığı"nı gündeme taşıyanlar, aslında laik-İslam kavramını kullanmaktan ürktükleri için böyle bir tercihe gidiyorlar. Ümmeti parçalayan ulus bilinci, maalesef büyük oranda kabul gördüğünden ve problem çıkarma ihtimalinin daha az oluşundan dolayı, bu ifadeyi ön plana çıkarıyorlar. Ancak TC, Almanya'da nasyonel faşizmi resmi din ilan eden Hitler'in yolunu sürdürecekse, akibetine de hazır olmalıdır.
İttihad ve Terakki'den M. Kemal'e, ondan da bugüne uzanan resmi çizgi, zaman zaman zayıflasa da, darbeler ve olağanüstü yönetimlerle ısrarla varlığını sürdürmektedir. Daha üzücü olan ise, "Türk İslamı"nı besleyen sağcı, ulusalcı, devletçi kirliliklerden kimliklerini kurtaramayan İslami duyarlılık sahibi kitlelerin, öncüleri tarafından "yedilik" tezi etrafında kendilerini ve kitleleri aldatmaları; yerel sorunlarla, yerlilik/ulusalcılık sorunlarının birbirine karıştırılmasıyla, İslami kimliğin bulandırılmasına yol açılmasıdır.
Aslında konuyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken en önemli husus budur. Nitekim rejim, "Kur'an'daki İslam" ya da "Kur'an İslami" kavramlarını yorumlamayı üzerine alıp, bunu, siyasal platformda kendilerine muhalefet eden kesimlere dönük olarak kullanırken; bir dönem de sünni/milli İslam anlayışını savunanlardan faydalanmıştır. Ancak bugün rüzgar istenilen yönden esmeyince, alevi unsurlara ve tarih bilincine dayanan türedi bir "Türk müslümanlığı" kavramına ihtiyaç duyulmuştur.
Bu meyanda, sadece "Türk müslümanlığı" kavramsallaştırmasının değil, aynı zamanda "Anadolu İslami", "Yerli İslam", "Türk-İslam sentezi" vb. türedi ve gayrı sahih din anlayışları ve kavramların da daha ciddi, daha analitik ve Kur'an merkezli bir tarzda tartışılıp-eleştirilmesi, elzemiyet ifade etmektedir.