Sorular:
1- Askeri darbelerde egemen güçlerin ortaya çıkan iradeleri, politikaları ve niyetleri ile en genelde halkın sergilediği tutum ve tavırlar açısından bakıldığında 12 Eylül'ü müslümanlar yeterince değerlendirebilmişler midir? Bu konudaki eksik ve zaafların nerelerden (fikri, yapısal, devralınan miras vb.) kaynaklandığını düşünüyorsunuz?
2- 12 Eylül müslümanların hayat tecrübelerine, siyaset birikimlerine neler kazandırmıştır? (Ya da kazandırmış mıdır?) Bugün halkın siyaset hakkında, yani kendi sorunları karşısında aktif bir tavır ve çözüm arayışı yerine; edilgen bir bekleyiş ve seyircilik içine gömülmesi ile, 12 Eylül'ün toplumsal hayatın her alanını kuşatmaya dönük 'depolitizasyon' politikaları arasında doğrudan ya da dolaylı bir irtibattan, ilişkiden söz edilebilir mi?
3- 12 Eylül ile 28 Şubat arasında işleyiş ve hedefler açısından benzerlikler ve farklılıklar hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu iki darbe ve darbe sonrası izlenen politikalar birbirinin devamı mıdır, yoksa temelde farklı yönlere doğru bir yönelim mi söz konusudur? Özellikle İslami kesime yönelik politikaları itibariyle bu iki darbe arasında bir süreklilik mi, yoksa kopma mı söz konusudur?
Arka plan:
12 Eylül'ün askerî darbesi, Amerikan yanlısı bir üçüncü dünya ülkesinin, soğuk savaş döneminde Doğu Bloku lehine bozulmaya başlayan iç istikrarını üye olduğu blok adına yeniden sağlama girişimi olarak değerlendirilebilir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD ve Sovyetler Birliği liderliğindeki iki kutbun paylaşım alanı haline getirilen dünyada soğuk savaş olanca hızıyla sürerken, Doğu Blokunun, Orta Doğu'da, Uzak Doğu'da, Latin Amerika ülkelerinde hatta İtalya başta olmak üzere bir dereceye kadar batı Avrupa'da bile kendisi için belli bir nüfuz alanı oluşturduğuna tanık olduk. 1970'li yılların başlarında patlak veren petrol krizi, Üçüncü Dünyacılık fikrinin gelişimi, kapitalist dünyadaki yapısal ekonomik bunalımlar, Doğu Blokuna dünyadaki nüfuz alanlarını genişletmesi için uygun zeminler yaratıyordu.
NATO Güney Doğu Avrupa müttefiki olan Türkiye'nin, bölgesini Sovyet tehdidine karşı korumaktan ibaret bir Avrupalılığı söz konusu olsa da, aslında Türkiye, kuzeyinde Sovyetler'in, batısında Varşova Paktı üyesi Balkan ve Doğu Avrupa ülkelerinin bulunduğu bir çember içerisinde yer alıyordu. Türkiye'nin güneyinde Sovyetlerin Ortadoğu'daki en yakın dostu Suriye, güney doğusunda ise Sovyet nüfuzuna açık Baas partisi yönetimindeki Irak yer alıyordu. Doğuda Şah rejiminin egemen olduğu İran, her ne kadar Türkiye gibi bir ABD müttefiki idiyse de ABD müttefiki Şah rejimi, ciddi bir iç istikrarsızlık tehdidi altındaydı. Nitekim bu günden bakıldığında, Şah rejimine son veren 1979'daki devrimin, Sovyet uydusu bir devrim olarak değil, Doğu ve Batı bloklarından bağımsız bir İslam Devrimi olarak gerçekleşmesi, Türkiye açısından sevindirici bulunmuştur.
12 Eylül'ün Karakteristiği:
Doğu ve Batı blokları arasındaki çatışmanın odağındaki Türkiye'de etkinliği gün geçtikçe artan sol hareketin bir iç düzenleme ile (balans ayarı diye de okunabilir) tasfiyesi, 12 Eylül askeri darbesi ile gerçekleştirilmiş oldu. 12 Eylül'ün siyasal karakteristiğini, o dönemde geçerli olan NATO merkezli tehdit algısında aramak gerekiyor.
İsminde "milli" kelimesi yer alıyor olsa da Türkiye gibi ülkelerde oluşturulan "Milli Askeri Stratejik Konsept"ler, NATO'nun yaptığı tehdit değerlendirmelerine göre belirlenmektedir. O dönemde NATO'nun öncelikli tehdit değerlendirmesinin ilk sırasında, Sovyetler ve onunla ideolojik paralelliği bulunan siyasal akımlar yer alıyordu. Dolayısıyla Soğuk Savaş dönemi tehdit değerlendirmesi çerçevesinde gerçekleştirilen 12 Eylül askerî darbesinin, bütünüyle sol karşıtı bir müdahale olduğu söylenebilir.
Toplumsal mutabakat ve tarihsel kimlik açılarından meşruiyeti tartışmalı olan rejimlerin, yaptıkları iç müdahalelerde toplumun bir kesimini, diğer kesimine karşı kullanmaları bilinen bir yöntemdir. 12 Eylül rejiminin, sol karşıtı operasyonuna meşruiyet kazandırma adına içeriden milliyetçi muhafazakar kesimlerin desteğini kazanacak bir söylem geliştirerek "Türk-İslam sentezi" ideolojisini ürettiği söylenebilir.
12 Eylül'de sadece solcuların değil, ülkücülerin de cezaevlerine gönderilmiş olması, hatta bazılarının idam edilmiş olması, 12 Eylül'ün sol karşıtı bir operasyon olduğu gerçeğiyle çelişmemektedir. "Tarafsız devlet" görüntüsü vermek için "gayri nizami harp" unsuru olarak militanlaştırıldığından kendisi bile haberdar olmayan birkaç figüranın tasfiye edilmesi, 12 Eylül'ün Türk-İslam sentezci karakteristiği ile örtüşen bir özel harp taktiğidir. Alparslan Türkeş'e ait olduğunu sandığım, 12 Eylül rejimini değerlendiren: "Bizler mahkum olsak da fikirlerimiz iktidarda" sözü, bu gerçeği veciz bir şekilde ifade etmektedir.
Müslümanların 12 Eylül'e yaklaşımı
Türkiye'de "İslamcılık" düşüncesinin, Demokrat Parti dönemiyle birlikte kendi özgünlüğünü kaybederek bir "milliyetçi mukaddesatçı" kültürle bulaştırıldığı, tevhidi değerler dünyasına dayalı ilkeselliğini yitirerek, gündelik siyasetteki güç mücadelesinin bir stepnesi haline getirildiği doğrudur. Türkiye'de müslümanların, iltikati (bulanık) muhafazakar kimlikten sıyrılarak, müstakil, özgün tevhidî bir kimlik inşasına giriştiği dönem, 12 Eylül'ün hemen öncesine tekabül etmektedir. 12 Eylül, muhafazakar "müslüman"lar tarafından (Amerikancı İslam diye de okunabilir) sol karşıtı oluşundan dolayı, alkışlanırken, siyasal perspektifini, tevhidî bir ilkesellik üzerine kuran müslümanların bundan uzak durduğu inkar edilmez bir gerçektir.
Sırayla havuç, sırayla sopa
Tüm ülkenin yazgısına musallat olan askeri darbelerin, sadece Müslümanların değil, tüm kesimlerin hayat tecrübelerine ve siyasal birikimlerine katkıda bulunduğu söylenebilir. 12 Eylül'ün yürürlüğe koyduğu sol karşıtı toplum mühendisliği, sol içerisindeki küçük bir kesimin daha da radikalleşmesine sebep olduysa da oldukça büyük bir kesimi, istediği gibi biçimleyerek adına "merkez" denen statükoculuğa yönlendirmeyi başardı. Yani 12 Eylül, sol kesimin de hayat tecrübesine ve siyasal birikimine katkı sağladı. Tabii bu katkının olumlu mu yoksa olumsuz mu olduğu ayrıca tartışılabilir.
Müslümanların (sağcı, muhafazakar, mukaddesatçı kesimler de bu kategoride değerlendirilecekse) 12 Eylül darbesinden karlı çıktıkları -en kötü ihtimalle zararlı çıkmadıkları- söylenebilir. Çünkü darbeyi yapanlar, darbenin sol karşıtı karakterinden dolayı, zaten bu kesime belli tavizler (siyasi rüşvet diye de okunabilir) vermekten çekinmediler. "Amerikancı İslam" diye tanımlanabilecek bir düşünsel yapıya sahip olanlar, bürokratik kadrolara yerleştirildiler. Rejimin harîm-i ismeti olarak görülen askerî bürokrasi özenle hariç tutularak, tüm bürokrasi, bu kesimin inisiyatifine verildi.
Kendisini, sağcı, muhafazakar kesimden ayrı tutan ve bağımsız bir tevhidî kimlik inşasının çabası içerisinde olan kesimler ise düşünsel yapılarının niteliğinden dolayı ya bu bürokratik kadrolaşmanın dışında kaldılar ya da dışta bırakıldılar. Ama her halükarda sağcısından muhafazakarına, milliyetçisinden bağımsız müslüman kimliğe sahip olanına kadar herkes, en azından sistemin öncelikli tehdit olarak gördüğü sol ile meşgul olmasından dolayı, nispi bir /özgürlük ve rahatlık içerisinde bulundu.
Özne olmaktan nesne olmaya
12 Eylül'ün toplum mühendisleri, toplumu depolitize etmek istiyordu. Oluşturulan depolitik ortam, alt ve orta sınıftan gelip bürokratik kadrolaşmanın kaymağını yemeye başlayanları daha da yozlaştırmış, zihinlerindeki "kutsal devlet" tasavvurunu daha da kökleştirmişti. Bu durum, bu kesimlerle, bağımsız bir tevhidî kimliğin inşasına girişen kesimlerin arasındaki uçurumu daha da derinleştirmişti.
Fakat depolitik ortamın, bağımsız Müslüman şahsiyetler açısından da açık bir handikap oluşturduğu, 1990'lı yıllara gelindiğinde görülmeye başlandı.
Düşüncedeki ve kimliğini tanımlamadaki bağımsızlığın, bağımsız sosyal ve siyasal örgütlenmelere taşın(a)maması, bu kesimleri, 1990'lı yılların ortalarına doğru gündelik siyasetin ve güç mücadelesinin içine sürükledi. Güce ve makama ulaşmanın dayanılmaz cazibesi, bağımsız siyasal örgütlenmesini gerçekleştirememiş bu kesimlerin düşünsel bağımsızlıklarını da aşındırmaya başladı. Bu, aslında bağımsız bir özne olmaya doğru gidişten, gündelik siyasetin basit bir nesnesi olmaya düşüştü.
Ulusal güvenlik-tehdit algısı
Ulusal güvenlik politikasının, MGK'da ve "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi" çerçevesinde oluşturulduğu, burada da nihai karar verici merciin askeri bürokrasi olduğu söylenir. Tabii bu noktada "ulusal güvenlik" terimini, sözlük anlamıyla değil, asli karşılığı olan terim anlamıyla düşünmek gerekiyor.
Adına "ulusal güvenlik" de dense, "national security" de dense, Türkiye'de de ABD'de de bundan, halkın emniyet ve huzur içerisinde yaşamasını temin edecek politikaların belirlenmesi anlaşılmamaktadır. Ulusal güvenlik politikaları, ister Türkiye'deki gibi kendisini kaba bir şekilde ortaya koyuyor olsun, isterse ABD'deki gibi kendisini demokratik araçların ve bireysel özgürlüklerin ardında saklasın, var olan gizli devletin (derin devlet diye de okunabilir) rejimin (halkın değil) güvenliğini sağlamaya dönük politikalarıdır.
Ulusal güvenlik kavramıyla hiçbir zaman birbirinden ayrılmayan, biri söylendiğinde diğeri de kendiliğinden gündeme gelen bir başka kavram daha vardır. Bu da rejime yönelik tehditlerin belirlendiği "Milli Savunma Stratejisi"dir.
Devletler, dış ilişkilerde stratejik müttefiklerini ve düşmanlarını bu kavramlara dayalı olarak belirlerler, içeride de bu doğrultuda hangi siyasal kesimleri cezalandırıp hangi siyasal kesimleri yedeklerine alacaklarına bu çerçevede karar verirler.
Düşmanlar değişir darbeler değişmez
12 Eylül, bir soğuk savaş dönemi darbesiydi. Amerika dolayımıyla Türkiye'nin öncelikli tehdidi o yıllarda Sovyetler ve sol ideolojiydi. 28 Şubat ise, bir küreselleşmeci darbedir. Yapılışı, kullandığı araçlar ve izlediği taktikler açısından (mahiyet açısından değil) 12 Eylül'le olan farkı son derece açıktır. Nitekim çok yerinde bir tabirle "postmodern darbe" diye nitelendirilmiştir.
Dünyanın, soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte iki kutuplu olmaktan çıkıp ABD liderliğinde tek kutupluluğa doğru gittiği, ya da götürülmeye çalışıldığı biliniyor. Artık Varşova Paktı yok, yani soğuk savaş döneminin öncelikli tehdidi olan Sovyetler ve sol ideoloji bulunmuyor. NATO bünyesinde yapılan yeni tehdit algısında öncelikli tehditler: "Köktendincilik", "uluslararası terörizm" ve "etnik bölgesel çatışmalar" biçiminde sıralanıyor.
28 Şubat, bu tehdit değerlendirmesi çerçevesinde arz-ı endam etti. 28 Şubat, öncelikli tehdit olarak ilan ettiği "irtica"ya (neyin kastedildiğini herkes biliyor) karşı İçeride sola, dışarıda ise "stratejik müttefik" olarak İsrail'e yanaştı. Türk-İslam sentezci 12 Eylül rejiminin İsrail'le ilişkileri diplomatik ilişkilerdeki en düşük seviye olan 2. katiplik düzeyine indirdiğini hatırlamak gerekiyor.
Peki 28 Şubatçılar 12 Eylül'de, 12 Eylülcüler ise 28 Şubat'ta darbe yapsaydı, izleyecekleri politikalar farklı mı olacaktı?
Darbeler, milli güvenliğin temini için milli düşmanlara karşı yapılıyor. Darbe yapanların ve darbe yapanlara izin verenlerin dışındaki her kesim zamana ve şartlara göre milli güvenlik açısından tehdit olarak görülebilir.
IMF'nin, Türkiye'de oluşturulan milli ekonomi politikalarında bize sadece danışmanlık yaptığına inanabilenler, milli güvenlik politikalarının milliliğine de rahatlıkla inanabilirler.