Siyasi erkin ideolojik tercihleri, toplumsal hayat içerisindeki doğal süreçlerde ve bu süreçler neticesinde kitlede meydana gelen genel kabuller ve anlayışlarla temelde çatışmadığı sürece ortaya çıkabilecek çelişkiler ancak pratik birtakım sorunlarla sınırlı kalacaktır. Ve en büyük örgütlü güç olan devlet için bu pratik sorunları aşacak politikalar geliştirmek zor olmayacaktır. Nitekim modern ulus-devletin beşiği olan Avrupa ülkeleri bunun güzel bir örneğidir. Fakat üzerinde yaşadığımız Türkiye coğrafyasında Avrupa için söz konusu olan çevre-merkez arası bu uyum ve tutarlılıktan bahsetmemiz söz konusu değildir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının hemen ardından kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti kendisine model olarak Batı tipi modern ulus-devlet biçimini seçmiştir. Batı'nın kendi tarihsel süreci içerisinde, ihtiyaçlara binaen ortaya çıkan ve bu anlamda da kendi sorunlarını çözmede geliştirdiği kurumlan, yeni TC devleti, kendi sorunlarına da çare olur zannıyla örgütlenme biçimlerine varıncaya kadar aynen ithal etmiştir.
Bu yeni anlayışların ve müesseselerin tesisi için canla, başla çalışan elitler ülkenin tarihsel arka planına ve mevcut dokuya karşı topyekün bir olumsuzlama ve inkar tavrını seçmişlerdir. Ancak 70 yıldır süren baskıcı politikalara rağmen söz konusu kan uyuşmazlığının bir türlü aşılamaması TC'nin en önemli rahatsızlığı olmuştur. TC'nin kurulduğu günden beri toplumsal hayatı kuşatan süreçlerin tümünde yaşanan sorunlar pratik sorunlar olmanın ötesinde temel siyasi tercihlerle alakalı bir meşruiyet sorunudur. Darbeler ve muhtıralar tarihi olarak değerlendirebileceğimiz çok partili dönem sonrası TC tarihi 12 Eylül 80 darbesinden sonra kurulan Özal hükümetiyle birlikte görece bir istikrar kazanmıştır. Uygulanan liberal ekonomik politikalar, devlet eliyle yaygınlaştırman popüler kültür, devlet fetişizmi ve kitledeki birtakım İslami duyarlılıkları manipüle edip sisteme entegre etmede işe yarar bir yöntem olarak kullanılan İslamizasyon politikalarıyla, bu hükümet kısa cumhuriyet tarihinin önemli kırılma noktalarından biri olmuştur. Yerli ve yabancı pek çok siyasi gözlemcinin "artık Türkiye darbeler, muhtıralar ülkesi değil, çoğulcu demokrasinin başarıyla uygulandığı istikrarlı bir ülke olma yolundadır" gibi yorumlar getirdikleri, halkta da bu yöndeki kanıların güçlendiği bir dönemde düzenin asıl sahipleri zinde güçler, birşeylerin ters gittiğini anlamakta gecikmediler. Bir taraftan insanlar çocuklarını İHL'lere kaydettirebilmek için uzun kuyruklar oluşturuyor, üniversitelerdeki bayan öğrencilerin üçte birini tesettürlü öğrenciler teşkil ediyor, yeşil diye tanımlanan sermaye çığ gibi büyüyor, Refah Partisi seçimlerden birinci parti alarak çıkıyordu. Tüm bu gelişmeler karşısında endişeye kapılan laik zümrenin tepkileri hummalı bir paranoya halini alıyor ve toplum içerisinde İslami motiflere sahip ne varsa hepsine savaş açılıyor ve yıldırmaya yönelik baskı politikaları uygulamaya konuyordu.
Geçen haftalarda gerçekleşen Cumhurbaşkanı Demirel'in Tunus ziyareti, egemenlerin tasarıları ve Tunus örnekliğinden ders alarak uygulamaya koyacağı yeni baskı ve zulüm politikaları hakkında bir fikir vermektedir. Tunus devleti ile TC arasında pek çok benzerlik vardır. Bunlardan en barizi Tunus devletinin aynı TC gibi dışarıdan güdümlü, ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çeken siyasi kadrolarca yönetiliyor olması ve yaşadığı meşruiyet sorununu aşırı şiddet kullanımı, çok sayıda insanın hapsedilmesi, işkenceyi ve devlet eliyle işlenen cinayetleri sistematik ve olağan bir hale getirmek gibi yöntemlerle aşmaya çalışmasıdır. Ancak uyguladığı baskı ve zulümleri, estirdiği terör havasını hiçbir akamete uğramasına izin vermeden kesintisizce sürdüren Tunus yönetimi TC'ye göre çok daha başarılı(!) ve elde ettiği kazanımlar açısından çok daha ileridedir. Örneğin bugün Tunus'ta müslüman bayanlar başörtüsüyle sokağa bile çıkamamakta ve aleni olarak namaz kılınamamak-tadır. 1990 yılının rakamlarına göre Tunus'ta hapsedilenlerin sayısı 30 bine ulaşmıştır. Bu tutuklamaların tamamı müslüman kesime yönelik ve tüm yaş gruplarını içine alacak şekilde gerçekleşmişti. Öyle ki, bu müslümanlar içerisinde 50'sini aşmış yaşlılar ve çocuk denecek yaştaki gençler de vardır. Çok sayıda müslüman da ya işkence tezgahında ya da kurşunlanarak şehid edilmiştir. Egemenler hızla yaygınlaşan İslami yönelişin önüne geçmek ve davetçileri susturabilmek için bir dizi önlem almış ve bunları sert bir şekilde uygulamaya koymuştur:
1- Mahkum ailelerine yardım edenlerin mallarına el konulması,
2- Namazlardan sonra mescidlerin hemen kapatılmasını öngören kanun maddesinin uygulanması ve namazdan sonra oluşturulan ders halkalarının (ki bu ders halkaları sadece Kur'an ezberlemeye yönelik olsa dahi) engellenmesi,
3- Kadınların İslami giysiler giymelerinin yasaklanması ve okuyan ya da çalışan pek çok müslüman bayanın evlere hapsedilmesi,
4- Zeytuniye Üniversitesindeki İslami ilimlere yönelik ders programının durdurulması ve tarih boyunca bilginin ve bilimin yayılmasında başat bir rol oynamış böyle bir müessesenin kültürel etkisinin iptali,
5- Başkentteki Kur'an kurslarının kapatılması,
6- Eğitim müesseseleri ve iktisadi kurumlardaki 5 binden fazla mescidin kapatılması ve öğrencilerin ve işçilerin işyerlerinde ve okullarda namaz kılmasının engellenmesi,
7- İslami bir karaktere sahip tüm gazetelerin yayınlarının durdurulması ve yine İslami motiflere sahip dış kaynaklı süreli yayınların ülkeye girişinin engellenmesi,
8- Eğitim, kültür, haber alanlarındaki İslami kaynakların kurutulması,
9- Genel kütüphanelerden ve kitapçılardan İslami kitapların toplanması ve evlerinde bu tür (İslami) kitapları bulunduranların cezalandırılması.
28 Şubat kararlarıyla birlikte başlayan darbe süreci Türkiye'yi Tunus yapma yolunda atılan ilk adımdır. İHL'lerin orta kısmını kapatmaya yönelik olarak geliştirilen kesintisiz 8 yıl eğitim tasarılarıyla başlayan, oradan vakıfların ve Kur'an kurslarının kapatılmasına, başörtülü öğrencilerin üniversiteye girişlerine engel olunmasına kadar uzanan baskı ve dayatmalar ileride tüm kamu kuruluşlarını ve nihayetinde sokağı da kuşatacak olan baskıların ayak sesleridir. Tıpkı Tunus örneğinde olduğu gibi.
Olup bitenler düzen gerçeğini bir türlü tanımak istemeyen ve devlet fetişizmini şiar edinen çevrelerin sandığı gibi birkaç kişinin başının altından çıkan ve belli kesimlere yönelik saldırılar değildir. Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi, Batı Çatışma Grubu gibi tamamen İslami gelişime karşı oluşturulan ve profesyonelce çalışan oluşumlar, karşı karşıya olunan saldırıların hiç de öyle birkaç kişinin başının altından çıkmadığını, aksine rejimin topyekün ve sistemli bir çalışması olduğunu ortaya koymaktadır. Bu topyekün ve sistemli saldırılar her geçen gün kendini biraz daha fazla hissettirirken ve kıskaç daralırken, buna karşı durmak yerine, sinmişliği ve özür dileyici bir tavrı tercih edenler rejimin kendine olan güvenini arttırmakta ve tasarladığı zulümleri hiçbir çekince duymadan uygulamasına sebep olmaktadır. Haklılığını karşıt görüşlü çevrelerin bile tartışma konusu yapmadığı ve insan haklan çerçevesinde değerlendirip destek verdiği başörtüsü gibi belli bir popülerliği olan konuda bile sesini yükseltmeyi fitne çıkartmak olarak niteleyen, direnmekten kendini müstağni gören (daha doğrusu direnmekten ödü patlayan) ve direnenleri de provokatör diye yaftalayıp sisteme şikayet ederek ne kadar sadık bir kul olduklarını her vesileyle ortaya koyan çevrelerin düşecekleri durum, hikayedeki "kırmızı öküz"ün durumudur.
Sorumluluktan kaçarak korkak bir tavır sergilemek, sonra da bu korkaklığı haklılaştıracak teoriler oluşturmak Allah'tan yüz çevirmektir. Yapılması gereken ise topyekün ve sistemli saldırılara karşı topyekün ve sistemli bir şekilde direnmek olmalıdır.