IMF Başkanı Dominique Strauss Kahn 2008 yılı sonunda Tunus ekonomisinin yükselmekte olan ülkeler için bir model olduğunu söylüyordu. Nitekim 2009 yılında ekonomik krize rağmen %4’lük büyüme rakamı elde edildi. Yani toplumsal atmosferi ekonomik verilerle ölçmeye yatkın bir zihniyet açısından Tunus’ta her şey yolunda gözüküyordu. Ama öyle olmadı. 14 Aralık tarihinde Sidi Buzayd’da başlayan protestolar bir ay dolmadan Zeynel Abidin Bin Ali’yi ülkeden kaçmak zorunda bıraktı.
Zeynel Abidin Bin Ali yönetimi tipik bir polis rejimiydi. 10 milyonluk nüfusa sahip ülkede polis gücünün sayısı 120 bini geçiyordu. Ordunun ise sadece 30 bin kişilik bir mevcudu vardı. Bu rakamlar rejimin halka karşı örgütlenmiş olduğunun önemli delillerinden biri sayılabilir. Ülkenin muhtemel bir dış tehdide karşı savunmasına yönelik değil, bütünüyle iç tehdide karşı yapılandırılmış bu güvenlik sisteminin Ortadoğu’daki pek çok diktatörlüğün ortak paydasını oluşturduğu bilinmekte.
Yine de tüm polis rejimlerinin bir dayanma sınırı olduğu kesin. Rejime bağlılık noktasında Tunus polisinin saflarında bir çözülme yaşanmamakla birlikte halkın şiddete boyun eğmemesi karşısında polisin de yapabileceği fazla bir şey yoktu. 100’den fazla insanın polis kurşunlarıyla katledildiği gösterilerin artarak, yayılarak devam etmesi karşısında ordunun tarafsız kalması ve Bin Ali rejiminin arkasında durmaması ise diktatörlüğün kumdan kale gibi yıkılmasını kolaylaştırdı.
Halkın Öfkesinin Ardında Ne Yatıyor?
Yarım asrı aşkın bir diktatörlük rejiminin ve 23 yıldır ülkeyi demir yumruk politikası ile yöneten bir despotun çöküşüne giden süreçte neyin belirleyici olduğu tartışılıyor. Tunus halkı neden birden bire sokakları doldurdu? İşsizlik, yoksulluk, açlık dayanılmaz seviyelere mi gelmişti?
Öncelikle Tunus’ta geniş kitleleri harekete geçiren temel saikin işsizlik, açlık, yoksulluk olmadığı görülmeli. Şüphesiz bu faktörler kitlelerin muhalif bir tutum içerisine girmelerinde çok etkili rol oynamıştır ama temel belirleyici oldukları söylenemez. Asıl rahatsızlık sistemin despotik, tahammülsüz yapısından, özgürlüklerin hiçe sayılmasından ve keyfiliğin hâkim kılınmasından kaynaklanmıştır.
Öte yandan bilhassa gelir dağılımındaki adaletsizlikten kaynaklanan derin rahatsızlık olgusunun Bin Ali’ye karşı tepkilere ivme kazandırdığı tartışmasız bir gerçektir. Buna Bin Ali ailesinin ülke kaynaklarını mafyatik usullerle yağmalaması ve yolsuzluk, usulsüzlük iddialarının yoğunlaşması da eklenince halkın öfkesi birikip patlama noktasına gelmiştir.
İktisadi düzlemde Tunus’ta yaşananlar serbest piyasa ekonomisinin tüm sorunları çözmeye muktedir olduğu tezine ağır bir darbe oldu. Sosyal adalet ve gelir dağılımda denge arayışının önemi bir kere daha kendini hissettirdi. Aynı şekilde iktidar gücüyle desteklenen yolsuzluk, irtikâp, avantacılık gibi kirliliklerin kitlelerde geniş rahatsızlıklar uyandırdığı; hatta açlık, yoksulluk olgusundan çok daha etkili bir muhalif damar oluşturduğu görüldü. Bin Ali ve çevresinin, bilhassa da eşi Leyla Trablusi’nin geniş aile mensuplarının ihalelerde belirleyici olmaları, her türlü kârlı yatırımı uhdelerine almaları, verimli işletmelere zorla kendilerini ortak ettirmeleri gibi uygulamaların halk arasında büyük kızgınlığa, öfkeye sebep olduğu tespiti genel kabul görmekte. Gerçekten de genç insanların ve özellikle de eğitimli işsizliğin yüksek seyrettiği bir yerde her türlü kârlı işin belli ellerde temerküzünün tepki doğurması doğaldır.
Tunus İntifadasını Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?
Tunus’ta bundan sonra neler yaşanabilir? Tunus halkı cesur bir tutumla direndi, 100’den fazla insanını yitirme pahasına Bin Ali’nin tehditlerine boyun eğmedi, uzlaşma taktiklerine de kanmadı. Elbette eski iktidar artıkları bir biçimde güçlerini korumaya ve rejimi bazı değişikliklerle sürdürmeye çalışacaklardır. Bundan sonraki aşamada halkın devrimini koruması ve “Bin Alisiz bir Bin Ali rejimi” ihdasına yönelik gayretleri boşa çıkartması gerekir. Bu kolay olmayacaktır. Ülkede etkili bir muhalif örgütlülük bulunmayışı, kitlesel protestoların kendiliğindenci karakteri devrimin saptırma çabalarına açık olması sonucunu getirmektedir. Nitekim bir anlamda rejime el koyan eski Başbakan Muhammed Gannuşi birtakım rötuşlarla sistemi devam ettirme eğilimindedir.
Bin Ali’den boşalan cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Meclis eski Başkanı Fuad Mabeza ve Başbakan Gannuşi’nin RCD’den istifa etmelerine rağmen kurulan yeni hükümet büyük ölçüde eski rejimin devamı niteliğindedir. Gannuşi’nin Bin Ali’nin ülkeyi terk etmesinden sonra açıkladığı yeni kabinesinde bulunan 19 bakandan 6’sı -ki bunlar etkili bakanlıklardır- RCD mensubuydu. Muhalif partilerin lider kadrosundan isimlere teklif edilen bakanlıklar ise ulaştırma, sağlık, kültür gibi hükümet politikalarını belirlemede pek ağırlığı olmayacak bakanlıklardı. Mamafih protestoların sürmesi üzerine yeni atanan bakanların 5 tanesi istifa etti.
Tunus halkını kitleler halinde sokağa döken eylemlerde işçi sendikaları, avukatlar birliği gibi mesleki örgütler aktif olmakla birlikte eski rejimin yapısı gereği muhalif örgütlülüklerin geniş bir kitlesel tabanlarının bulunduğu söylenemez. 80’li yıllarda gayet belirleyici olan Raşid Gannuşi liderliğindeki İslami Yöneliş ve sonraki ismiyle en-Nahda hareketinin ise büyük güç kaybettiği ve Tunus siyasetinde belirleyici rol oynama konumundan uzak bulunduğu bilinmektedir. Bu durumda kurt politikacıların ayak oyunlarına, taktik adımlarına karşı oyun bozacak mukabil adımları planlayacak bir lider kadronun ve güçlü bir muhalif örgütlülüğün bulunmayışının Tunus intifadasını bekleyen en büyük tehlikelerden biri olduğu söylenebilir. Bu noktada gerek Tunus içinde gerekse de dışarıda İslami güçlerin öne çıkması ve Tunus’ta gerçekleşen halk hareketine yön verme çabalarını artırması zorunluluktur.
Bundan sonraki dönemde bir biçimde eski rejim artıklarının süreci kendi politik çıkarları doğrultusunda yönlendirmeleri ihtimali mevcuttur. Örgütsüz bir halk ayaklanmasının kontrol edilmesi ve saptırılması elbette ihtimal dâhilindedir. Mamafih bu tehlikeyi fazla abartıp, adeta “Keşke hiç ayaklanmasalardı!” noktasına getirmenin ise saçma bir tutum olduğu görülmelidir. Tunus halkı ayağa kalkarak bir zalimi göndermiştir. Bin Ali’nin yerine gelebilecek herhangi bir ismin ya da Bin Ali rejimi yerine kurulacak herhangi bir rejimin eskisinden daha baskıcı, despot ve güçlü olması beklenmemelidir. Böyle bir durum söz konusu olsa dahi 23 yıllık zulüm iktidarını devirme tecrübesinin Tunus halkına bundan sonraki mücadelede büyük bir özgüven ve tecrübe katacağı söylenebilir.
Tunus İntifadası Arap Halklarına İlham Kaynağı Olur mu?
Tunus’taki halk ayaklanmasının Arap dünyasına, Ortadoğu’ya yansımaları neler olabilir? Halk hareketlerinin aynı şartları yaşayan ve benzeri kültürel atmosfere sahip ülkelerde tekrarlanma eğilimi oluşturduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim Tunus intifadasının da Cezayir, Yemen, Ürdün ve Mısır gibi Arap ülkelerinde protesto eylemlerine kılavuzluk ettiği görülmektedir.
Askerî bir darbe ile değil, halk hareketiyle zalim bir iktidarın devrilmesi geniş kitlelerce mutlaka örneklenebilir bir hareket olarak algılanacak ve muhalif oluşumları cesaretlendirecektir. Bununla birlikte kitleleri sokağa dökmekle iktidarı devirmek arasında büyük bir mesafe vardır. Adı geçen ülkelerde ya da başka ülkelerde bu mesafenin kolayca kapatılmasını beklemek safdillik olur. Unutmayalım ki, Tunus vakası halk kitlelerini cesaretli olmaya ve harekete geçmeye sevk ettiği kadar, despotik yönetimleri de tedbir almaya yöneltmiştir.
Eski Doğu Bloğu ülkelerinde ve bilahare Sovyet cumhuriyetlerinde ardı ardına gelişen Batı destekli yönetim değişikliklerine benzer bir atmosferin Tunus vakasının ardından Ortadoğu’da da yaşanabileceği ve Bin Ali diktasının çöküşünün çevre ülkelerde halk hareketlerini tetikleyebileceği varsayımı abartılıdır. Arap ülkelerinde hâkim rejimlerin birçoğunun despotik karakter taşımaları doğru olmakla birlikte, halkla hiçbir bağlarının olmadığı tezi doğru değildir. Mevcut yönetimlerin çoğunun sopa korkusuyla ayakta durdukları açık bir gerçektir. Mamafih farklı meşrulaştırma araçlarından yararlandıkları da bilinmektedir. Bazısı İsrail karşıtlığı üzerinden, bazısı petrol zenginliğinden istifade ettirme yoluyla, bazısı İslami sembolleri kullanarak ve ulema desteğiyle ve benzeri çeşitli yöntemler ve faktörler marifetiyle halkın en azından belli kesimlerini pasifize etmeyi başarmışlardır.
Örneğin Fas Kralı Muhammed, Ehl-i Beyt’e uzanan soyu nedeniyle itibar görmektedir. Cezayir’de Buteflika yönetimi ülkeyi vahşi ve kuralsız bir iç savaştan çıkarmış kabul edilmekte ve yeniden bir kaos ortamını hiç kimse arzulamamaktadır. Suriye diktatörü Esad, İsrail’e karşı savaşan lider imajına sahiptir. Suud ailesi Harameyn’in muhafızlığını üstlenmekte, Ürdün Kralı Abdullah farklı kesimler arasında ülkede dengeyi sağlamakta ve Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih ülkesinin birliğini temsil etmektedir vs. vs.
Mübarek 2. Bin Ali Olur mu?
Bu tabloda halk ayaklanmasına en yakın duran ülke Mısır gözükmektedir. Tam 30 yıllık kesintisiz Mübarek yönetimi tüm kesimleri bıktırmış, ülkeyi her yönüyle küçük düşürmüştür. Başta İhvan-ı Müslimin olmak üzere her türlü barışçıl muhalefet en şedit yöntemlerle ezilmekte, sindirilmeye çalışılmaktadır. Son yapılan Meclis seçimlerinde de bir kere daha görüldüğü üzere Mübarek rejiminin sınırlı, etkisiz bir muhalefete dahi tahammülü yoktur. Bu yüzden Meclis’e tek bir İhvan mensubunun girmesine dahi izin verilmemiştir. Oysa geçen dönemde parlamentoda İhvan’a mensup 80 küsur milletvekili bulunmasına rağmen bunların adeta elleri kolları bağlanmış, hiçbir konuda adım atmalarına müsaade edilmemiştir. Çok basit gerekçelerle İhvan mensupları gruplar halinde tutuklanmış, işletmelerine el konulmuş, yayınları durdurulmuş ve son aşamada seçimlere katılımları engellenmiştir.
Bu yılın Eylül ayında yenilenecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ya kendisi yeniden aday olmak ya da oğlu Cemal’i yerine seçtirmek isteyen Hüsnü Mübarek, ordunun desteğine sahiptir. ABD ve İsrail’in vazgeçemeyeceği bir isim olarak öne çıkmaktadır. Ve bu durumu devam ettirmek için halkın tepkisine rağmen Gazze’ye en vahşi bir tarzda abluka uygulamaktadır. Gazze’ye yardım ulaştırmak için Mısır’a gelen yabancı ülke vatandaşlarına eziyet etmek, Hizbullah ile irtibatlı Lübnanlıları Gazze’ye silah sokmaya teşebbüs suçlamasıyla ağır cezalara çarptırmak gibi işbirlikçiliğini faş edecek tutumlardan dahi çekinmemektedir.
Despotik kimliğine paralel olarak işbirlikçi karakteri Mübarek yönetimini gerek Mısır halkı gerekse de bölge halkları nezdinde alabildiğine sevimsiz, nefret uyandıran bir konuma oturmaktadır. Öyle ki, devrilmesi durumunda tüm Arap dünyasında çok büyük bir sevinç dalgası oluşacağına kuşku yok. Mısır’ın Arap dünyasında gerek tarihî-kültürel pozisyonu gerekse de nüfus potansiyeli açısından etkili bir konuma sahip olduğu, hatta en etkili ülke konumunda olduğu bilinmektedir. Bu yüzden Mısır’da başarıya ulaşacak bir halk hareketinin domino etkisi uyandırması çok güçlü bir ihtimaldir.
25 Ocak’ta muhaliflerin başta başkent Kahire olmak üzere Mısır’ın pek çok şehrinde başlattıkları protesto gösterilerinin nasıl bir seyir izleyeceği tartışılıyor. Muhalifler gösterilerin büyüyerek süreceğini iddia ediyorlar. Tunus vakasından ders almış görünen Mübarek diktası ise şimdilik çok sert bir tutum içinde görünmüyor. Protestocuların dökülen kanlarının daha geniş protestoları tetikleme tehlikesi düşündürtüyor olmalı. Ayrıca da tüm dünyanın dikkatinin Mısır üzerine yoğunlaştığı bir vasatta gösterilerin kanlı bir biçimde bastırılması Mübarek rejimini eleştiri oklarının hedefi haline getirebilir ve uluslararası arenada yalnızlaşmasına yol açabilir.
Bu nedenle gösterilerin rejimi güçlü bir biçimde tehdit etmesine ve sarsıcı boyutlara ulaşmasına kadar Mısır yönetiminin kontrollü bir baskı mekanizması oluşturmakla yetineceği tahmin edilebilir. Bu süreçte birtakım reformist düzenlemeler, siyasal kısıtlamaların gevşetilmesi ve sonbahardaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yeniden aday olmama taahhüdü de söz konusu olabilir. Mübarek yönetiminin, bölgedeki diğer dikta yönetimleriyle birlikte, Tunus intifadasının sıcaklığının henüz devam ettiği bir süreçte ortamın biraz yumuşatılması ve yatıştırılmasını hedefleyecekleri ve bunun için de göstermelik birtakım adımlar atacaklarını tahmin etmek zor değil. Bu tür manevralar neticesinde sokakların yatışıp yatışmayacağı ise büyük ölçüde kitlelerin biriken öfkesinin şiddetine ve belki de bundan daha önemlisi muhalif hareketlerin örgütlülüğüne ve basiretine bağlı.
Her şeye rağmen Mısır’da büyük çaplı kitlelerin Mübarek yönetiminin tehditlerine, baskılarına rağmen sokakları doldurması, Tunus’ta başarıya ulaşan halk hareketinin Arap halklarına moral ve motivasyon telkin ettiğinin bir göstergesi sayılabilir. Bu durumun daha bir müddet devam edeceği ve Ortadoğu dengelerinde sarsıntılara yol açacağı görülüyor. Kitlesel protestoların ayaklanmaya, ayaklanmanın devrime dönüşmesi sık yaşanan, kolay gerçekleşen gelişmeler cümlesinden sayılmaz. Bu yüzden kısa süreler içinde Ortadoğu siyasetinde büyük çaplı değişiklikler beklenmemeli. Ama Tunus’ta, hemen hemen hiç kimsenin beklemediği bir yerde ve beklenmeyen bir zamanda patlayan intifadanın zalim bir diktatörün devrilmesi sonucunu doğurmasının tüm Arap dünyasında iyimser rüzgarlar estirdiği çok açık görülüyor. Adeta zulmü kabullenmiş, zilleti içselleştirmiş toplumlar için dahi bir silkiniş, bir canlılık doğuran Tunus intifadasının tekrarlanabileceğine dair inanç tüm coğrafyamızda umudu yeşertmiş, özgüven duygusunu geliştirmiştir. Bu yönüyle Tunus’un asıl şimdi bir model olma konumu kazandığı rahatlıkla söylenebilir.