Allah’a teslim olma eylemi ile sıfat kazanan Müslim ve Müslimelerin, söz konusu bu teslimiyetlerini belli zaman aralıklarına mı yoksa tüm zamanlara mı hasrettikleri konusu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur.
Amr b. Abse’den (r.) nakledildiğine göre bir adam: “Ya Resulallah! İslam nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber: “Kalbinin Allah’a teslim olması, Müslümanların senin elinden ve dilinden emin olmasıdır.” buyurdu.1 Müslümanlar açısından değerlendirildiğinde, kalplerin Allah’a teslim olması fiili; acaba sadece namaz, hac, kurban gibi Allah’a yaklaştıran ibadet anlarıyla mı sınırlı tutuluyor yoksa bu teslimiyet hayatın tümüne mi şamil kılınıyor? Teslimiyet anlamında insanoğlunu diğer varlıklardan ayıran en belirgin fark, ortaya irade koyabilme yeteneğidir. Yani teslimiyeti erteleme, geciktirme, belli zaman aralıklarıyla sınırlı tutma veya teslimiyeti tamamıyla reddetme özgürlüğüne sahip olarak yaratılmış olmasıdır. Oysa yaratılmış diğer tüm varlıklar, ilahi kevni yasalara harfiyen uyarak Allah’a teslimiyet noktasında Müslüman ismini fazlasıyla hak etmektedirler.
Kalpte İman Amelde Nifak
Bir insan Allah’a ve Resul’üne kalben iman etmiş olsa bile yine de davranışlarında birtakım nifak halleri olabilmektedir. Müslüman bir kişi, samimi olarak benimsediği itikadına yani deruni gerçekliğine aykırı olarak, zahiri ameller ortaya koyabilir. İleride gelecek olan hadiste de belirtildiği gibi, insanın imanıyla uyuşmayan ameller içerisinde bulunması nifakı doğurur. Nifak kelimesi, n-f-k harflerinden meydana gelmiş olup kök anlamının; yer altındaki geçit anlamındaki “nefak” kelimesine veya farenin yer altındaki gizli yuvasına ad olarak verilen “nafika” kelimesine dayandığı söylenmektedir.2 Burada dikkat edilecek olursa, nafika gizlidir. Yani zahiri görünüş, batına muhalefet etmektedir. İslam âlimlerinin söz konusu nifakı; ‘büyük nifak / küçük nifak’ veya ‘itikadi nifak / amelî nifak’ şeklinde ikiye ayırdıklarını görüyoruz. Konumuzu ilgilendiren nifak, amelî nifaktır ki bu kişiyi dinden çıkartmaz ama bu ameller işlendikçe itikadı da bozma riskini içerisinde barındırmaktadır. Burada küçük nifakı, “kâfirin küfrünü gizleyip zahirde mümin ve Müslüman gözükmesi” olan büyük nifakla karıştırmamak lazım. Konumuz ile ilgili bir hadis-i şerifte Resulullah (s) şöyle buyurmuştur: “Dört hal kimde bulunursa, o kimse halis muhlis münafıktır. Bir şey emanet edildiğinde ihanet eder, konuşurken yalan söyler, söz verdiğinde sözünü yerine getirmez, bir mesele tartışılırken hak ve adaletten ayrılır.”3
Müslüman bireylerin, istikamet üzere çıktıkları yolun daha en başındaki turnikeler gibi duran yukarıdaki dört davranış biçimi hususunda iyi örneklikler sergilediği pek söylenemez. Hadisteki dördüncü davranıştan yola çıkarak günlük yaşantımızı bir değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda, sıkça karşılaştığımız tartışma ortamlarında Hâkk’a teslim olmuş kişiler olarak hakkı teslim edebilmekte miyiz? Aleyhimize dahi olsa ve zorumuza gidiyor olsa bile yine de adil şahitliğe dair bir tutum takınabiliyor muyuz? Köydeki arazi meselesi yüzünden soluğu mahkeme salonunda alarak yalancı şahitlikte bulunan sarıklı amcanın; komşu çocuğu ile kavga etmiş olan oğlunu, haksız dahi olsa savunan annenin; sorunlu bir arabayı kusursuz diye pazarlayarak aldatan galerici kardeşimizin; işini sahte yapan ustanın; yuva dağıtan müfteri kaynananın Allah’a ve Resul’üne dair kalplerinde taşıdıkları inançtan şüphemiz yok. Fakat kalpte taşınan bu inanca rağmen takınmış oldukları tutum ve davranışlar, içlerinde taşıdıkları deruni gerçekliğe tezat oluşturduğu için nifak barındırmaktadır.
Allah’a teslimiyeti, belli zamanlarla sınırlandırıp ibadet ve ritüellere münhasır kılan kimi müminler; hacca gidip Kâbe’nin etrafında dönerek gözyaşı döktükten sonra eve dönerler. Buradaki hayatlarında ya bir kadını ya da para ve makamı hülasa istek ve arzularını merkeze alarak etraflarında dönüp dururlar. Kulluğun hacdan ziyade esas eve dününce başladığının farkında değiller. Kamuoyuna deklare ettikleri Müslüman kimlik ile içerisinde nifak barındıran amellerin, birbirine muhalefet ettiğinin şuurundan uzak kalarak kulluğu hayatın tümüne yaymaktan da uzak düşmektedirler. İbn Teymiyye’nin ifadesiyle: “Demek ki bir kimse gece gündüz Allah’ı zikretse fakat Allah’ın zikri olan Kur’an’a uygun bir hayat yaşamazsa, böyle bir kimse şeytanın dostu olmaktan kurtulamaz.”4 Allah’a teslim olan kişi, O’nun iradesine teslim olan kişidir. Allah’ın sevdiği şeyleri sevip buğzettiği şeylere buğzederek iman için sağlam bir tutamağa yapışır.
Tüm zamanların Müslümanı, “Kulun, Rabbine en yakın olduğu hal secde anıdır.”5 hadisinde de ifade bulduğu gibi namaz ve secde ile Allah’a yakınlaşmaya çalışır. Sosyal yaşantısını içerisinde kör noktalar bırakmaksızın, Allah’a göre tanzim ederek hayatın bütününü ibadete çevirir. Sadece secde anında değil, Allah’ın hoşnutluğunu gözeterek aldığı her bir karar ve takındığı her bir tutum ile Rabbine yakınlaşmış olur. Böylece teslimiyetini ertelemez, ötelemez. “Yarım zamanlı” değil, “tam zamanlı” bir teslimiyet gösterir.
İbadetler Ubudiyeti Doğurmalı
Geçmiş yıllarda Van ilimizin Bahçesaray ilçesinin vilayet ile olan bağı yoğun kar ve tipi nedeniyle altı ay boyunca kesilirdi. Bu ilçenin nereye bağlı olduğu sorulduğunda, sadece altı ay Van’a bağlı olduğu yönünde espriler yapılırdı. Bahçesaray için söz konusu olabilecek bu durum bir Müslüman için tabi ki söz konusu olamaz. Bir Müslümanın, günün belli zamanlarında Allah’a, geriye kalan diğer zamanlarda istek, arzu, çıkar veya korkularına bağlı kalarak yaşamını sürdürmesi makbul görülemeyecek bir durumdur. Bir Müslüman namaz kılıp Kur’an okurken Allah’a kul olduğunu düşünür de bu özel zamanların dışındaki vakitlerde, acaba kulluktan beraat etmiş olabilir mi? Allahu Teâlâ, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed! Sana vahiy yolu ile indirilen kitabı oku ve namaz kıl. Muhakkak ki namaz, insanı hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.”6 Ayetten de anlaşıldığı gibi Kur’an okumak veya namaz kılmak, sadece fiziksel olarak yapılması gereken fiillerle sınırlandırılmıyor. Gerçek anlamda kılınan bir namaz kişiyi, iğrenç işlerden ve kötülüklere bulaşmaktan alıkoyar. Çünkü namaz Allah’a bağlanmak ve bağlı kalmaktır. Bu bağı seccadenin sınırlarının dışına taşıyan her mümin bu bağ sayesinde ahlaki bir duruş ve güçlü bir karakter ortaya koyarak kulluk bilinci ile yaşar. Müfsit bir toplumda bile böylesi bir ahlaki duruşun etkisini hissetmemek mümkün değil. Zira insan, doğası gereği çirkin ve kötü davranışları pek hoş karşılamaz.
Namaz kılma ve boğazdan geçmiş bir Kur’an okuma ile Allah’a bağlananlar aynı zamanda günah ve kötülüklere karşı eli ayağı bağlanmış kişilerdir. Günde beş vakit kılınan bu namaz, kişiye defalarca şunu hatırlatır: “Sen bu dünyada tamamen hür değilsin, bilakis Allah’ın kulusun. Allah, gizli saklı yaptığın her şeyi bilendir.” Böylece mezkûr mahkûmiyet, Yüce Yaratıcıyla iltisaklı olunca, bir ömür boyu Allah’a kul olmanın da anlamı değişiyor. Mevlana ne güzel ifade etmiş: “Her köle azat edilince sevinir. İlahi, bense sana kul-köle olduğum için seviniyorum.” Namazla Allah’a bağlanan her bir mümin, zamanının geri kalan kısımlarında ise insanın insan ile ve insanın eşya ile olan ilişkisinde daima Allah’ın hoşnutluğunu gözetir. Yerden kaldıracağı değersiz bir saman çöpü dahi olsa, Allah’ın rızasını gözettiği için bu, eylemine değer, yüreğine huzur katar. Bu kulluk bilinci kişiyi esir alır ve Allah’tan başkası onu azat edemez. Üstad Necip Fazıl’ın, dizelerinde ifade ettiği gibi: “Müdür bey dert dinler, bugün maruzat! / Çatık kaş… Hükümet dedikleri zat… / Beni Allah tutmuş, kim eder azat?”
Kur’an okuyan bir Müslüman, “Ey iman edenler!” hitabıyla başlayan emir veya nehiylerle sık sık karşılaşır. Örneğin, Nisa Suresinin 135. ayetini ele alarak konuyu pekiştirebiliriz. Rabbimiz, bu ayette adalet konusunda nasıl bir tutum içerisinde bulunmamız gerektiğini, emir sığasıyla ifade ederek bu konuda biz müminlere başka bir seçim hakkı bırakmamıştır. Zira Allah ve Resul’ü, herhangi bir konuda hüküm verdiği zaman, mümin erkek ve mümin kadın için kendi isteklerine göre bir tercih kullanma hakları yoktur. Bu, tıpkı askerlikte cari olan bir kurala benziyor: ‘Emir mütalaa edilmez!’ Eğer sen Allah’ın memuru isen, O’nun emirlerini mütalaa etmeden mutlak itaat ile mesul olduğunu unutmamalısın. Vaziyet böyle olunca da Nisa Suresinin 135. ayetini okuyan bir Müslüman; gerek kendinin gerekse anne ve babasının veyahut en yakınlarının aleyhine gözüken bir durumda bile adaleti tam olarak yerine getirmekten kaçınmamalıdır. Adaleti tam olarak uygulamada ve adil şahitlikte titiz davranmıyorsa, şahitliğini eğip bükerek gerçeği gizliyorsa, zengine ayrı fakire ayrı bir tutum sergiliyorsa; bu kişinin Kur’an okuma ibadeti ubudiyete dönüşmemiş demektir.
Tüm zamanların Müslümanı, ilahi bir mesaj olan Kur’an’ın, kendisini inşa etmesine izin vermek suretiyle ubudiyete kapı aralar. Lütfu ile kendisini muhatap alan Rabbine kulluğuyla mesaj vermiş olur. Bu kulluk; efendi köle ilişkisi şeklinde değil, öznenin özne ile olan münasebeti şeklinde ve aşığın maşukla olan muhabbeti tarzında cereyan eder. Belli zamanların teslimiyetçisi ise ubudiyetini, Kur’an’ı sadece okumak ve namazı da sadece fiziksel olarak kılmakla sınırlandırır. Teslimiyeti bir yaşam biçimine dönüştüren ile dönüştüremeyen müminlerin, günlük yaşamlarındaki tutumlarına dair bir örnek teşkil etsin diye ‘haset’ konusunu ele alabiliriz.
Tüm zamanların Müslümanı; haset etme fiilini, Allah’ın kulları arasındaki taksimatına içten içe yapılmış bir itiraz olarak görür. Haşa! Allah’ın taksimatını (ardındaki hikmetleri düşünmeden) beğenmemek anlamına gelen bu fiilden şiddetle kaçınır. O, Hz. Meryem’in diliyle ifade bulan “…Doğrusu Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”7 ayetini içselleştirerek hayata bakar. Doğrusu Allah’ın hazinelerinin ne sınırı ne bekçisi ne de muhasebecisi vardır. O, hak etsin etmesin, dilediğine dilediği kadar verendir. Belli zamanlara hasredilmiş Müslümanlığın temsilcisi ise camiye gider ve namazını kılar. Ardından gelen tespihatlara müteakip Allah’a sığınmak amacıyla muavvizeteyn surelerinden biri olan Felak Suresini okurken en sonunda “Ve min şerri hasidin iza hased.” diyerek haset eden hasetçilerin şerrinden Rabbine sığınır. Fakat camiden çıkıp da hayatına kaldığı yerden devam ettiği esnada kiminin malı, kiminin makamı, kiminin çocuğu vs. hakkında haset etmeye devam eder.
Sonuç Olarak
Teslimiyet, Allah’ın rızasına teslim olmaktır. Samimi ve ihlaslı olarak O’na boyun eğip hududullahı korumaktır. Peygamberler de ilk önce kendileri Allah’a teslim olmuş, sonra yakınlarını ve ümmetlerini buna davet etmişlerdir. Nitekim İbrahim (a) buna örnek gösterilebilir: “Rabbi ona: ‘Teslim ol.’ dediğinde (O:) ‘Âlemlerin Rabbine teslim oldum.’demişti.”8 Ayette geçen ‘Eslim!’ ifadesi; boyun eğ, itaat et ve teslim ol anlamlarına gelmektedir.9
Tüm zamanların Müslümanı, Allah’ı kendi üzerinde bir “murakıb” olarak görür ve her an gözetlenip denetlendiğinin bilincindedir. “Her nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir ve bütün yaptıklarınızı görendir.”10 ayetinin inşa ettiği bir kişiliktir o. Şahitlik edecek hiçbir insan olmadığı halde, dağdaki çobana orucunu bozdurmayan inanç budur. Hz. Ömer (r) döneminde cereyan eden ve süte su katarak satma konusunda annesine itiraz edip tartışan kızın hikâyesinde olduğu gibi… Olaya itiraz eden bu kıza, “Anne! Ömer görmese de Ömer’in Allah’ı görür.” cümlesini söyleten inanç, Allah’ı murakıb olarak görme inancıdır.
Teslimiyeti belli zamanlarla sınırlı tutan kimi Müslümanlar; Kur’an’ı okuduktan sonra onu başlarının üzerinde taşıyarak yerine koyarlar. İbadet eylemini bununla sınırlı tutarak kulluklarını hayatlarının tümüne yaymaktan ırak düşerler. Tüm zamanların Müslümanı ise Kur’an’ı okuduktan sonra onu, mecazi olarak başının üzerinde bir murakıb olarak taşımaya gayret eder. Her nerede olursa olsun, hayatını, kör bir nokta bırakmaksızın Allah’a göre tanzim etmeye çalışır. İşlerinde, tutum ve davranışlarında Allah’a danışarak O’nunla istişare eder. Allah’ın seçimini kendi seçimi kabul eder. Böylece takvasını hırka yapıp yeryüzünde dolaşır.
Dipnotlar:
1- Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 191 / III, 300
2- Prof. Dr. Hülya Alper, “Nifak Psikolojisi”, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 22, (2002/1)
3- Buhari, İman, 34; Müslim, İman, 58; Tirmizi, İman, 2632
4- İbn Teymiyye, Allah’ın Velileri ile Şeytanın Velileri Arasında Fark, sf. 29, İhya Yay., İstanbul, 1985
5- Müslim, Salat, 215; Ebu Davud, Salat, 148; Nesai, Tatbik, 78
6- Kur’an-ı Kerim: Ankebut, 45
7- Kur’an-ı Kerim: Âl-i İmran, 37 (Hz. Zekeriyya’nın Hz. Meryem’le yaptığı konuşma)
8- Kur’an-ı Kerim: Bakara, 131
9- Zemahşeri, el-Keşşaf, c. 1, s. 363, Ekin Yay.
10- Kur’an-ı Kerim: Hadid, 4