3 Kasım seçimlerinin galibi AK Parti ile "laik Kemalist devletin muhafızlığı" misyonu ve rolünü üstlenmiş kişi ve kurumlar arasında seçimlerin ardından yaşanan örtülü sessizlik anlaşmasının uzun ömürlü olamayacağı yavaş yavaş netleşiyor. Şimdiye dek ortamın sakin bir seyir izlemesi öncelikle Ak Partili yetkililerin sürekli ılımlı mesajlar vermesinden ve devletluların yaşadıkları seçim şokunun etkilerini henüz atlatamamış olmalarından kaynaklanıyor. İlaveten Kopenhag'da 12 Aralık'ta başlayacak AB zirvesine kadar ortamı kazasız belasız götürme ve zirveye olumsuz bir görüntü yansıtmama endişesinin de sükunet havasının sürdürülmesinde etkili olduğu söylenebilir. Şüphesiz bu hava değişecektir. Devletlular yaşadıkları şoku atlatmak ve son yıllarda zirveye çıkardıkları nüfuzlarının yeni hükümetin icraatlarıyla gölgelenmesine izin vermemek için ellerinden geleni yapacaklardır.
İflas Tablosu Orduyu Geri Planda Kalmaya Zorluyor!
Önümüzdeki dönemde ordunun doğrudan siyaseti yönlendiren, aktüel gelişmeler karşısında had belirleyen konumdan bir parça geri çekilmesi beklenebilir. Nitekim ilk işaretler de bu yöndedir. Ama bunun, bazılarının sandığı gibi komuta kademesinde gerçekleşen isim değişikliğiyle ya da demokrasi içinde yerinin ne olması gerektiğini ordunun birden bire kavramasıyla ilgisi yoktur. Ordu 28 Şubat süreci adı verilen dönemi tetiklemiş ve uzunca bir süre de yönlendirmiş, şekillendirmiştir. Sonuçta gelinen yer ise tam anlamıyla fiyasko, büyük bir iflas olmuştur. Genel bir siyasi kuraldır: Darbeler bir dış yenilgi ya da içeride yaşanan ağır bir sosyo-ekonomik çöküntü veya seçim yenilgisinin ardından geri çekilme dönemine girerler. Türkiye'de de olan budur. Sistemin yapısı gereği ordu siyasal-toplumsal hayat içinde etkinliğini sürdürmeye devam edecek ama siyasetin bir numaralı aktörü görüntüsüne, en azından bir müddet ara verecektir.
Ordunun 28 Şubat sürecinde üstlendiği rolden geri çekilmesi resmi ideoloji ile çerçevesi çizilmiş devletin otoriter yapısının gevşeyeceği anlamına gelir mi? Elbette seçilmiş siyasal aktörlerin takınacakları tutumun etkisini yok saymamak kaydıyla, genel olarak sistemin otoriter kimliğini sürdürmek için doğrudan ordunun rol üstlenmesine ihtiyaç hissetmeyeceğini söyleyebiliriz. Türkiye sisteminde militer zihniyet sadece silahlı bürokrasi ile sınırlı kalmamakta, resmi ideolojinin muhafızlığı rolünü üstlenmiş devletin diğer organlarınca da hem temsil edilmekte, hem de yaşatılmaktadır. Muhtemeldir ki, önümüzdeki dönemde de Ak Parti hükümeti doğrudan ordu merkezli engellerden çok, başta Cumhurbaşkanı ve yargı organı olmak üzere silahsız bürokrasi ve "sivil" görünümlü kuruluş ve çevrelerce kuşatılmaya, törpülenmeye çalışılacaktır.
"İrtica" tartışması ve bu genel başlık içinde de başörtüsü sorununun yeni hükümetin ve Meclis'in temel gündem maddesini teşkil edeceği açıktır. Ak Parti'nin bu yakıcı gündemden uzak durmaya çalışması sonuç verecek bir uğraş olamaz. Başörtüsü gerektiğinde kaldırılıp bir kenara konulabilecek bir vazo değildir. Hayatın içindedir, her yerindedir. Dolayısıyla "şimdilik" kaydıyla dahi olsa öne çıkartılmaması, üstünün örtülmesi, geçiştirilmesi ya da yok sayılması ile sorunun sorun olmaktan çıkartılması mümkün olamaz. Bu kaygıyla hareket eden insanlar da ağızlarıyla kuş tutsalar devletin son yıllarda bir hayli müzminleşmiş başörtüsü alerjisinin nüksetmesinin önüne geçemezler. Farklı siyasi çevrelerce yapılması durumunda alabildiğine alkış getirecek lojmanların boşaltılması gibi bir girişimin dahi "Ak Partililer acaba bu yolla meclis lojmanlarında ortaya çıkabilecek 'İrticai' görüntüleri gizlemeye mi çalışıyorlar?" kuşkularına yol açabiliyorsa eğer, bu takıntılı, marazi zihniyetle hesaplaşma dışında yapacak bir şey olmadığının kavranması gerekir.
Sezer'in Misyonu ve Kamusal Despotizm
Cumhurbaşkanı Sezer'in kamusal alanda başörtüsünün yeri hakkında sarfettiği sözler, kamuoyunda ortaya çıkan tüm yumuşama beklentilerine karşın devletin despotik geleneğini ısrarla sürdürme kararlılığını yansıtan ifadeler olmuştur. Konuyu hep yapıldığı üzere medyanın kışkırtması falan diye açıklamak basitliktir. Sorun, resmi ideolojiyi rehber edinmiş devlete egemen zihniyetten kaynaklanmaktadır. Sezer de bu zihniyetin en tepe noktasındaki temsilcisi ve sözcüsüdür. Önümüzdeki dönemde de meclis ve hükümette doğacak "devlet" boşluğunu doldurmak için sıkça kendisine müracaat edilecek makam konumunda olacağı şüphesizdir.
Ak Parti'nin gücü yeter mi yetmez mi, daha önemlisi böyle bir İradesi var mı yok mu bilemeyiz ama "Sezer sorunu" konusunda şimdiye dek gösterdiği yaklaşımdan farklı bir tutum içine girme zorunluluğu giderek kendini dayatacaktır. Hangi bakanlıklara kimin getirilmesi gerektiğini hükümetin başı olarak sonuna kadar belirleme yetkisini kullanmayıp Cumhurbaşkanı ile paylaşmaya kalkmak bir jest ya da kibarlık olarak medyadan alkış almaya yetebilir ama iktidarsızlığa çare oluşturmaz, bilakis körükler. Yine basın mensuplarının Bülent Arınç'ın eşinin başörtüsünün sıkıntı yaratıp yaratmadığına dair sorusuna "Sezer'in yüzündeki tebessümü" karine göstermek de bir başka ciddi zaaf olmuştur. Özgürlükler, haklar, yetki ve meşruiyet birilerinin paşa gönlüne bırakılabilecek konular değildir. İsteyen tebessüm eder, isteyen somurtur. Siz doğru bildiğinizi yapmak durumundasınız, özgürlüklerden taviz vermemek durumundasınız. Muhataplarınızın size verecekleri karşılığı, tepkiyi kendinize mesned olarak sunmaya kalkmak ise baştan irade-i şahane'ye boyun eğmek, daha doğrusu "ipi cellata teslim etmek" demektir.
Tutarsızlık had safhadadır. Kamusal alanda dinsel belirleyicilerin yeri yok buyuranlar. Diyaneti, müftülükleri, Cuma hutbelerine kadar varan müdahaleciliği neyle izah etmekteler doğrusu merak konusudur. Yine örneğin dini esaslara göre düzenleme yapılamazsa Ramazan ya da Kurban bayramlarında resmi tatil ilan etmenin mantığı nedir?
Demagojiye Konu Bir Başka Kavram: Kamusal Alanın "Nötr" Olması
Başörtüsü sorununda ortaya çıkan bir diğer tutarsızlık da kamusal alanın nötr (tarafsız) olması gerektiği, halbuki başörtüsünün buna aykırı olduğuna dair iddia. Hatta özgürlükçü geçinen kimi aydınların da makul bulduğu bu teze göre üniversitelerde başörtüsü serbest olmalıymış ama devlet memurları tarafsızlık gereği başörtüsü takmamalı imiş. Öncelikle şurada olur burada olmaz diyen insanlar müslümanların hayatını parçalamaya kalktıkları için konuyu hiç anlamamış demektirler. İnsanları inançları ile toplumsal hayat içinde yer almak arasında tercihe zorlamak özgürlükçülük değil, zalimliktir. Kaldı ki, "nötr"ün tarifini kim yapıyor? "Nötr" olmak niçin başı açık olmayı gerektirsin? Baş örtmek de, açmak da sonuçta inanca, kimliğe, kişisel iradeye bağlı bir tercih değil mi? Niçin başlarını açanlar değil de, örtenler "olağan hal"in dışında bir eylemde bulunmuş sayılmaktalar?
Kimileri okullarda başörtülü öğretmenlerin kıyafetleriyle laik ailelerin çocuklarını yönlendirdiklerini, bunun kabul edilemez olduğunu ileri sürmekteler. İyi de aynı durum, tersi için geçerli değil mi? Bizim çocuklarımızın örtüsüz öğretmenlerce yönlendirilmesini bizler niye kabul edelim? Aynı şekilde başörtülü bir hakim ya da savcının karşısına gelen "açık" bir bayana veya ateist ya da laik bir kişiye karşı baştan ön yargılı davranabileceği ve tarafsız olamayacağı iddialarını ileri sürenler de duruma bir de diğer cepheden bakma zahmetine hiç katlanmamaktadırlar. Başörtülü hakim, başı açık birini yargılamasın, tarafsız olamaz, diyenlerin başı açık hakimlerin başörtülüleri yargılamalarını meşru görmeleri tutarlı değildir, haksızlıktır.
Giderek derinleşen bu yara konusunda kafalar karışık, vicdanlar ise bir hayli kararmış halde. Egemenler bu konuyu iktidarlarının varlık sebebi gibi görmekte ve en küçük bir geri adımı hakimiyetlerinin, daha doğrusu tahakkümlerinin sarsılması şeklinde algılamaktalar. Bu noktada Ak Parti yetkililerinin başörtüsü sorununa dair ne düşündüklerini ve ne yapacaklarını bir an önce netleştirmeleri sadece bir hakkın teslimi, hukuksuzluğun, zulmün giderilmesi açısından değil, kendi "iktidarlarının" selameti için de elzem görünüyor. Oysa bu soruna ilişkin tam bir muğlaklık görüntüsü mevcut. Öne çıkartılan söylem, toplumsal mutabakat sağlama yoluyla bu sorunun çözüleceği. Bu ise açıkça sorunu ertelemenin, zamana bırakmanın ve giderek çözümsüzlüğü kanıksamanın mazeretine dönüşebilir, Ak Partililer unutmasın ki, MHP de bu sorunu aynen böyle çözmüştü!
Üzerinde Mutabakata Varılması İmkansız Bir Kavram: Toplumsal Mutabakat
Toplumsal mutabakat dediğiniz nedir? Bir tanımı var mı? Kimleri içerir? Olmazsa olmazları nedir, kimlerdir? Örneğin kimi ikna etmeniz gerekiyor? Adeta ilahi bir buyruk edasıyla "Üniversitelerimizde başörtüsü sorunu ebediyen kapanmıştır" diyen YÖK Başkanı Kemal Gürüz'ü mü? Sabih Kanadoğiu'nu mu? Emin Çölaşan'ı mı? Ya da bir türlü açıkça adı konulmayan, yasağın ardındaki asıl güç merkezi Genelkurmay'ı mı?
3 Kasım, toplumsal mutabakat dediğiniz şeyin göstergesi sayılmayacaksa eğer, seçimler niye yapılıyor? Toplum; talebini, rahatsızlığını ve beklentisini seçimlerde sergilemiştir. CHP bile seçimlerde başörtüsü yasağını savunamamış, hatta örtülü yaklaşımla bu yasağı anlamlı bulmadığını ihsas ettirerek kitlelerden oy istemiştir. Üstelik değişik zamanlarda ve farklı kuruluşlarca yapılan pek çok anket sonucu da halkın kahir ekseriyetinin başörtüsü yasağına karşı olduğunu ortaya koymuştur. Tüm bu manzaraya karşın ısrarla yasağı sürdürmek isteyen bir kesimin olduğu ve bunların sistemin güç odaklarında etkili oldukları da bilinmektedir. Ama aynı şekilde fanatizmin gözlerini körelttiği, beyinleri kireçlenmiş bu kesimi ikna etmenin imkansızlığı da bilinmektedir. Dolayısıyla başörtüsü zulmünün kaldırılmasını bu kesimin ya da bu merkezlerin de onayını almaya dönük çabalara bağlamak olmayacak duaya amin demektir.
Kimse kimseyi kandırmasın, toplumsal mutabakat diye hiç kimsenin itiraz etmeyeceği, herkesin güle oynaya karşılayacağı bir uzlaşma noktası asla olmayacaktır. Hem sonra onca ihtilaflı konu arasında niçin sadece başörtüsü konusunda aranır bu mutabakat? Ak Parti, AB seferberliğine girişirken, Kıbrıs konusunda Annan planını müzakereye hazırlanırken toplumsal mutabakat aradı mı? AB konusunda milliyetçi-muhafazakar kesim rahatsız, bunların da onayını alalım; Kıbrıs konusunda mevcut statükodan tavize asla yanaşmayan, çözümsüzlüğü dayatan bürokrasi ile de uzlaşalım diyor musunuz?
Mesela işkence konusunda etkili tedbirler alma hazırlığını da işkencecileri ikna ederek mi yapacaksınız? Öyle ya bu ülkede işkencenin münferit vakıalardan ibaret bir konu olmayıp sistematik ve kurumsal bir olgu olduğunu herkes biliyor. Üstelik işkenceyi onaylayan zihniyet hiç de öyle asker, polis, MİT mensuplarıyla sınırlı da değil; halk arasında hiç de azımsanmayacak ölçüde büyük bir kesim şu veya bu vakıalarda işkence gereklidir diye düşünmekte. Bu durumda işkenceyi toplumsal mutabakat aramadan kaldıramayız mı diyeceksiniz? Böyle bir saçmalık olamayacağına göre...!
Temel Haklar ve Özgürlükler Onay ya da Mutabakat Konusu Olamaz!
Öyle ya, mesela Kürtlere ana dillerini konuşma hakkının verilmesi için Türklerin ya da başka etnik toplulukların onay vermesi istenebilir mi? Ya da Hristiyan ve Yahudi azınlığın dini aidiyetlerini korumak ve ibadetlerini yapabilmek için ihtiyaç duydukları vakıflarının önündeki engellerin kaldırılması için cami cemaatinden "olur" mu alınacak? Şüphesiz bireylerin ya da toplulukların temel haklarının şarta bağlanması, başka topluluk ya da kurumların insafına bırakılması ya da bu konularda uzlaşma aranması düşünülemez. Hele hele kendileriyle uzlaşılmak istenenler doğrudan haklan engelleyen, gasbedenler ise bu daha da büyük bir garabet olur. Bu yaklaşım bir anlamda işkencenin engellenmesi konusunda işkencecinin de onayını almaya çalışmak gibi bir şeydir.
İnsanların, Rablerine karşı kulluk vazifesini yerine getirmelerinin engellenmeye çalışılması demek olan başörtüsü yasağı da düpedüz bir işkencedir; insanlık dışı, vahşi bir zulümdür. Zamana bırakılması, uzlaşma arayışı ile bir süre daha devam ettirilmesi, kamusal-özel alan demagojileriyle tartışmaya açılması ya da belli alanlarda meşrulaştırılması işkencenin sürdürülmesi, onaylanmasıdır.
Muğlaklığa, demagojiye, yalana yer yok! Müslümanlar inançlarının gereğini yerine getirirken, kulluk sorumluluğunu ifa ederken ne belli bireylerin, ne toplumun bir bölümünün ne de tamamının onayını almak zorunda değildirler. Bu noktada bir engel varsa bu hak gasbıdır ve bir an önce giderilmelidir. Bırakalım Müslümanlığı, insan hakları konusunda uluslararası düzeylerde kabul edilmiş ve yerel düzeyde de tasdik görmüş ilkeler, kurallar da bunu gerektirir. Zaten aksini düşünmek başlı başına bir çıkmaz demektir.
Başörtülüler başörtülerini takabilmek için başörtüsü takmayanlardan, hatta başörtüsüne karşı olanlardan izin veya onay almak zorunda olamazlar. Karar başörtülülerin kendilerine aittir. Buranın bir kuralı var ya da bu zemin ortak, kamuya ait bir zemin, burada herkes belirlenmiş kurallar doğrultusunda hareket etmek zorundadır denildiğinde, öncelikle üzerinde durulması gereken husus bu kuralları kimin ve neye göre belirlediğidir. Yasakçıların baskıcı uygulamalarını her fırsatta "ebediyen kapanmıştır", "aksi asla düşünülemez", "tartışılamaz, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" gibi yüzde yüz "dinsellik" içeren tezlerle muhafazaya alması, kutsal bir haleyle örtmesi anlamsız değildir. Genelde çağdaşlık, ilericilik, akıl ve mantık ilkelerini kendisine rehber seçmek gibi pozitivist ilke ve eğilimlerle şekillenmiş resmi ideoloji aynı zamanda yoğun bir dinselliğe de başvurmak suretiyle despotizmini tartışma, düşünme sınırlarının üzerine çıkartmaya çalışmaktadır.
Ak Parti'nin "dalaşmayıp, çalıyı dolaşma" mantığıyla başörtüsü sorununu gündemden uzak tutmaya çalışması beyhudedir. Değil çalıyı, ormanı dolaşmayı göze alsanız gelip varacağınız yer yasak duvarlarıdır. Dolayısıyla sorunu zamana yayma politikası çözüm olamaz. Açık, tutarlı ve cesur davranmak, korkulan değil meşruiyeti esas almak gerekir. Bu arada "önceliğimiz başörtüsü değil, aş ve iş" söylemi de tutarlı olmadığı gibi yakışıksızdır da. Ne yani, insanlara köleliği mi layık görüyorsunuz? İşin ve aşın olsun da özgürlük olmasa da olur demek, köleliğe rıza gösterin demektir! Unutulmasın ki, bu halkın işini, aşını gasbedenler önce onların özgürlüklerini gasbederek İşe başlamışlardır. Özgürlük yoksa; ne işin kölelikten farkı olur, ne de aşın tadı!