Cahiliye anlayışını ve hukuki rejimini, mensuplarını uyaran ve eleştiren; fıtri ve insani hasletlere sahip olanlara hidayet yolunu, ayrıca cahilî tutum ve itikadlardan hicret etmenin imkânını gösteren; fıtrata ve vahyî bildirimlere uyan bir ıslah neslinin veya Kur’an neslinin bilinçli ve ahlaki örnek yapısının oluşturulmasını teşvik eden Kur’an ayetlerinin üçte ikisi Mekke döneminde nazil oldu. Bu nedenle Medine dönemi ayetlerini ve siyeri bütüncül olarak kavramanın yolunun Mekke dönemi tevhidî mücadele sürecini iyi kavramaktan geçtiğini unutmamamız gerekir.
Kalem suresinin girişinde belirtildiği gibi Resulullah (s) yüce bir ahlak üzerindeydi. Onun vahye şahidlikle bütünleşen uyarıcı, müjdeleyici ve köklü dönüşüme yani ıslaha davet eden mesajı karşısında, cahiliyenin uluları ona yönelik değişik iftira ve suçlamalarda bulunmuşlardı. Kevser suresinde ifade edildiği gibi kendisini veya mesajını “ebter” yani köksüz, soyu kesik olarak itham ettiler. Allah’ın Elçisi ise Kalem suresinde kendisine deli diyenlere, rabbani yolu reddeden ve vahyî yalanlayanlara boyun eğmemeye davet edilir. Ve müşriklerin hile ve tuzakları ifşa edilir: “Arzu ettiler ki onlara müdâhene etsen yani uzlaşmacı olsan da böylece onlar da müdâhene etseler, uzlaşsalar.”
Islah ediciler için dava, tevhidî bütünlüğü ve vahyî ölçüleri kavrama, anlatma ve sosyal planda tanıklaştırma mücadelesidir. Bu özgün kararlılığa ‘tevhidî mücadele’ diyoruz. Türkiye’de bilinçlenme çabasındaki Müslümanların takip ettiği çizgi ise 1970’li yılların ortalarından itibaren belirginleşmeye başlayan tevhidî uyanış sürecidir. Ancak İslami hassasiyetlerinden kopmadan kurallarını cahilî değerlerin yönlendirdiği reel siyaset ve reel ekonomi alanında yer alan Müslümanlar ise bazı imkânlar ve ön açmalar sağladılar. Bununla birlikte genellikle -“milli görüşçülük”, “muhafazakâr demokratlık” gibi- açıkça tevhidilik ekseninde belirginleştiremedikleri kimliklerinde bir daralma da yaşadılar ve yaşamaktadırlar. 20. yüzyılın başından bu yana halkı Müslüman olan ülkeler ulus devletlerin ayrıca önce Cemiyet-i Akvam sonra da BM’nin küresel vesayeti altında yaşıyor. Küresel kapitalist sistemin kuşatıcı ve tahakkümcü yapısı da ayrı bir küresel karanlık. Tevhidî mücadelenin gereklerine daha çok kimliğini ve mücadele hattını ulusal ve küresel egemen rejimlerin aksından bağımsız olarak vücut bulmaya çalışan özgün İslami çalışmalar ve gruplaşmalar/cemaatleşmeler belki de Hud suresinde belirtildiği gibi memleketin helak olmasını engelleyen ıslah ediciler öbeğini oluşturuyorlar. Hakikati üslubu, süreci ve adabı içinde tanıklaştırma çabasındaki bu ıslah ve tevhidî uyanış sürecinin taşıyıcıları da dünya ve ahirette en önemli ümidimizdir.
Toplumsal yasalar ve kimliksel duruşlarla ilgili Rabbimizin işaret ettiği hususları Kalem suresinden başlayarak analiz etmeye çalışalım. Mealini verdiğimiz ayetten anladığımıza göre müşrikler, Resulullah'tan tevhid mücadelesinde tavizkâr davranmasını ister. Resulullah, onların bâtıl inançlarını, haksızlıklarını, birtakım çirkin maksatlarını kabullenip eleştirmemelidir. Resulullah'ın onlara karşı böyle tavizkâr davranması durumunda, onların da kendisine karşı yumuşak davranacakları pazarlığına dikkat çekilir. Ama hemen bu ayetin öncesinde kendisini “fitnelenmiş” olarak itham edenler için “(Gerçeği) yalanlayanlara itaat etme!” emrinde bulunulur.
Bu bağlamda günümüzde de itaat edilmeyeceklere ve şirk içinde olanlarla kimliksel uzlaşmaya meyledenlerin yanlışlarına da işaret edebiliriz:
1) İslami kimliğimizi ve muhkem ilkelerimizi kabul etmeyen, küçümseyen, alay eden veya engelleyen öteki veya cahilî kimliklilere -güç, mevkii ve diğer psikolojik üstünlükleri nedeniyle- hoş görünme psikolojisiyle müdâhene.
2) Müslümanlara, kendi cahilî kutsallarının eleştirilmemesi kaydıyla yol çizen müşrik ve cahilî tiplerin kimliksel barış veya “dinler arası diyalog” ya da “dinler arası uzlaşma” ve birlikte yaşama tekliflerini, bazı İslami emirleri ihmal ederek kabullenen ve İslami aidiyeti kirleten müdâhene.
3) Muslihun ile beraber olma hassasiyetinden uzaklaşıp İslam’a yabancılaşmış veya şer’i ilkelere karşı olan sosyal kümelerle ahbaplık oluşturan müdâhene. Müzisyen Haluk Levent’in kozmopolit kimlik sahiplerini çatısı altında toplayan insani yardım iddiasındaki Ahbap Derneğinin ve buna benzer teşebbüslerin çemberine giren bazı Müslüman ailelerin çocukları bu tür müdâhene psikolojisine örnektir.
Kalem suresinde “Veddû lev tudhinu, fe yudhinûn” (Arzu ettiler ki uzlaşmacı olsan da böylece onlar da uzlaşsalar / müdâhene etseler.) ayetindeki “d-h-n” kökünden gelen iki fiil de aynı kökten üretilen “müdâhene” ifadesiyle karşılanmıştır. Müdâhene Türkçede “yağcılık”, “taviz” veya “kimliksel uzlaşma” anlamında kullanılmaktadır. Arapça lügat kitaplarında da müdâhene kavramı, “temel inanç ve ilkelerden ödün verecek derecede sahte davranışlar sergileme” anlamında ele alınmaktadır. Mesela Seyyid Şerîf el-Cürcânî, müdâheneyi, “bir kimsenin, kötülüğü görüp de önlemeye gücü yettiği halde, kötüden veya başka birinden çekindiğinden ya da dinî duyarsızlığından dolayı kötülüğü engellememesi veya kötülükle uzlaşması” şeklinde tanımlamıştır. Kur’an-ı Kerim’de ve sahih hadislerde müdâhene kelimesi geçmese de Taberi, Maturidî, Kurtubi gibi birçok müfessir de ayeti bu çerçevede yorumlamışlardır.
Ayrıca Müslümanların dinî inanç ve değerlerinde sebat etmelerini, bu hususta taviz vermemelerini emreden, riya ve dalkavukluğu yasaklayan ayet ve hadisler dolaylı biçimde kimliksel uzlaşmayı, yani müdâheneyi yasaklamaktadır. Ve kaynaklarda “müdâhene” ile “müdârâ” kavramları arasındaki farklılığa dikkat çekilmiştir.
“Müdârâ”, lügatlerde “Bir kimsenin veya zümrenin şerrinden korunmak veya ona tebliğde bulunabilmek için dinî ilkelere ters düşmeden ona karşı hoşgörülü davranma.” anlamında kullanılmıştır. Veya “Dini ve dünyayı zarardan kurtarmak için, dünya menfaatinden vermek veya belâyı dünya menfaati ile savmak” anlamındadır. Müdârâ, Taha suresindeki “kavlen leyyinâ” hitabından kaynaklanır. “Kavlen leyyinâ” ifadesine, “Zalimlerin kalbini yumuşatmak için söylenen etkili, faydalı/ diplomatik söz ve üslup.” denmiştir. Taha suresinde Musa ve kardeşine “Ona (yani Firavun’a) yumuşak dille söyleyin; belki dinler veya korkar." denilmektedir. Ayetten tebliğde sert ve haşin hitapların, menfi bir tesir oluşturduğu da anlaşılmaktadır. Bu yüzden tatlı dil ve güler yüzle, nefret ettirmeden, müjdeleyen ve muhabbeti artıran bir üslup ile konuşma öğütlenmektedir. Akıllı insanların birlikte yaşamak zorunda olduğu kişilere “kavlen leyyinâ” yani yumuşak söz söylemeleri yani müdârâ etmeleri; ancak yılgınlık, korku, çıkar, bencillik gibi kötü hasletlere meylederek müdâheneye kalkışmamaları gerektiği üzerinde durulur. Mesela Ebû Hamid el-Gazzâlî de İhya’sında “Eğer birine karşı dinin selâmeti için veya o kişinin halini düzeltmesini sağlamak ümidiyle yumuşak ve hoşgörülü davranılırsa buna müdârâ; çıkar sağlamak, mevkiini korumak, arzularını tatmin etmek gibi bencil düşüncelerle aynı davranışlar ortaya konulursa buna da müdâhene denileceği”ni belirtmiştir.
İbn Ebu’d-Dünyâ’nın müdârâ ile ilgili rivayetleri topladığı Müdârâtü’n-Nâss adlı eserinde çeşitli başlıklar altında 186 hadis ve haber yer almaktadır. Bunlardan birisi de Deylemi’nin Resulullah’tan aktardığı “Farz namazla emrolunduğum gibi insanlara müdârâ etmekle de emrolundum.” rivayetidir.
Müdâhene ise kötü fiillerin kalpteki kaynağı olan kötü huylar ve erdemsizlikler arasında zikredilmiştir.
Müslim Zümreler ve Toplumsal Eğilimler
Müslümanların tarihinde İslami aidiyet ve takva boyutuyla ilgili her daim tabakalar olmuştur. İslami aidiyet boyutuyla Fatır suresinde belirtildiği gibi Kitab’a miras bırakılanlar arasında “zalimun” / zalimliğe yönelenler de “muktesidun” / orta gidenler de “sabikun” / hayırlarda öne geçenler de her daim olmuştur ve olacaktır. Ama bütün bu Müslüman zümre veya kategoriler genelde İslam dairesi içinde değerlendirilmiştir. Günümüz Müslümanlarını da bu kategorileri esas edinen bir daire içinde değerlendirmemiz gerekir. Lakin ümmet yapımızdaki yabancılaşma ve cahiliyeye yönelen kimliksel bölünme veya ümmet dairesinden kopmalar 1839 Tanzimat Fermanı’ndan bu yana safha safha gerçekleşmiştir. 1928’de laikliğin ilan edildiği Türkiye Cumhuriyeti sürecinden yani ümmet yapısından resmî seküler ulus toplum yapısına geçildiğinden bu yana, toplumsal yapımızda üç toplumsal eğilim belirginlik kazanmıştır:
1. Eğilim; ezilen, ulus devletlerde hakları yasaklanan ve merkezin dışına itilen ama var kalmaya çalışan dindar Müslümanlardır.
2. Eğilim; liberalinden milliyetçisine, sosyalistine kadar Batılı hayat tarzına öykünenlerdir.
3. Eğilim; kimliksel tercihini kaybedenlerdir. Yani kimliği dejenere edilen kaygısızlar veya günübirlik yaşayanlardır.
Tabiî ki Batılı hayat tarzına öykünenlerden de kimliksizlik eğilimindeki günübirlik yaşayanlardan da düşüncede ve amelde ıslah mücadelesi veren Müslüman tebliğcilerin vesilesiyle Kitabî İslam’la tanışan veya yeniden İslamlaşan kişiler olmuştur ve olmaktadır.
Lakin egemen olan küresel cahiliyenin devasa ifsadı ve gücü karşısında bozulma ve ifsad gerek korku gerek menfaat gerek öykünme ve duyarsızlaşma sonucu dindar saflarda da müdâheneler oluşmaktadır. Dindarlarımızdan çözülüp devşirilenler olabilmekte; hatta bazı tanıdıklarımızda kılık kıyafet tarzından tüketim alışkanlıklarındaki bozulmalara; modernitenin haz ve hız alışkanlıklarına meyledenlere rastlayabilmekteyiz. Bu tür sapmalar cahiliyenin gücü ve hayat tarzı tarafından kışkırtılmakta; ekonomik kulvarıyla, anayasal siyasi aksıyla veya dünyevi zevkleriyle yaşanan çağdaş müdâheneler yani kimliksel uzlaşmalar gerçekleşmektedir. Fıtrattan ve vahyî olandan uzaklaşmayı ifade eden bu tür sapmalar sosyal medyasından TV dizilerine, kapitalist tüketim kültürünün formu olan modaya, sapkın filmlerden sanat ve müzik anlayışına eğilim gösterilmesiyle; ezilen ve fakr-u zaruret içine itilen kesimlere rağmen konforlu hayatın peşine düşülmesiyle kalpler ve idrakler karartılarak oluşmaktadır. Batılı hayat tarzına öykünme, hak ve hakikat davasına rağmen güçlü olanların yanında yer alma tercihleri sonuçta çözülme ve devşirilmelere yol açmaktadır.
TV kanallarındaki reytingi yüksek “Ömer”, “Kızılcık Şerbeti” gibi dizilerle, egemen kültür açısından seküler normalleşme tezleriyle müdâheneli yaşama örnekleri işlenmekte ve özendirilmektedir. Mesela RTÜK, “Kızılcık Şerbeti” dizisine 5 hafta yayın durdurma cezası vermiştir. RTÜK’ün verdiği geçici yayın durdurma cezası zina eden erkek çocuğunu makul karşılayan ve evlilik dışı hamile bıraktığı kızla evlenmesine sevinen veya evli olduğu halde kendisi de laik ve seküler yaşantıya sahip asortik kadınlarla flört eden dindar-muhafazakâr erkeklerin ahlaksızlıklarını normal bir durummuş gibi gösteren senaryo nedeniyle toplumdaki aileye ait İslami ve ahlaki hâkim değerleri tezyif ve rencide etmekten dolayı verilmemiştir. Seküler ve dindar dünürlerin yemek sofrasında içki servisi yapıldığı için 5 haftalık yayın durdurma cezası verilmiştir. Ama sonrasında fahşa dolu senaryo aynı rezilliklerle dizi film olarak sergilenmeye devam edebilmiştir.
Siyasi cahilî kimliklerden gelen müdâhene teşviki ise son seçim sürecinde K. Kılıçdaroğlu’nun demeçleriyle karşımızda “helalleşme” teklifiyle belirginleşmiştir. Ancak CHP’nin Müslümanlarla helalleşme isteği İslam’ı, bir dünya görüşü ve şeriatı belirleyici hukuk normu olarak görenleri kapsayıp kapsamadığı pek tartışılmadı. Onlar daha ziyade sınırlarını kendilerinin çizdikleri ve tanımladıkları bir Müslümanlığa razı olanlarla helalleşmek istiyorlardı ve onlara Atatürk kültünü dayatarak bu helalleşme aldatmacasını yutturmaya çalışmışlardı.
Mekke döneminde gerek İslami tebliği ve İslami muhalefeti susturmak için tavır alan Ebu Cehil, Ebu Leheb, Velid bin Muğire gibi iman etmeyenler aslında mubin ve Arapça olan ayetleri anlamıyor değillerdi, aksine anlıyor ama kendi çıkarlarının zedelenmesine, kendi heva ve heveslerinin yerine ilahi hükümlerin yer almasına karşı çıkıyorlardı.
Reel politika ve reel ekonomi içinde zalimlere ve onların hayat tarzına meyletme; ayrıca nefsinin hevasına ve fücruna yönelme eğilimli müdâheneci tutumlarla da sapmalar yaşanmaktadır. Fussilet suresinde “Şüphesiz ayetlerimiz konusunda ayetlerimizden saparak yanlışa yönelenler bize gizli kalmazlar…” buyrulmaktadır. Bu ayette geçen ve “saparak yanlışa yönelenler” anlamına gelen “يُلْحِدُونَ / yulhidune” kelimesidir. “Yulhidune”, Allah’ın ayetlerinden, haktan yan çizme, Kur’an ayetlerinin doğru olan tevilinden sapma yani fıtri ve vahyî olandan uzaklaşma anlamında istiare yoluyla kullanılmaktadır.
Geçen yüzyıl sonunda Olivier Roy gibi oryantalistler, psikolojik harp taktikli ithamları ile İslamcılığın bittiğini ilan etmeye çalıştılar. Tabiî ki İslam’ı itikadi ve siyasi bir bütün olarak kavrama anlayışının bittiğini veya dağıldığını ilan etmek büyük bir cürüm ve komplocu bir yalandı.
Müslümanlar üzerindeki tüm baskı ve mezalimlere rağmen İslam’a yönelen ilgiyi ve bağlılığı yok edemeyen küresel egemenler, bazı oryantalist çalışmalarla Kalem suresinde belirtilen müdâhene yapma (karşıtlarına yağ çekme) yani uzlaşma beklentisini güncelleyerek ilkin İslam’ı şeriattan ve hukuktan arındırıp dar bir ibadet, ahlak, ruhi tecrübe boyutuna indirgemeye çalıştılar. Bu da vahyin bütünlüğünü bozan ve daraltan büyük bir zulümdü. Mesela Türkiye Müslümanlarının ortak değeri olarak Kur’an ve Sünnet rehberliği yerine “yerli oryantalistlerimiz” cumhuriyetin ilanından bu yana pagan değerlerle karışmış ve ‘Anadolu irfanı’ adı verilen sentez bir kültü ikame etmeye çalıştılar.
Ama İslami aidiyeti ve İslami uyanışı tasfiye edemeyen küresel egemenler ve içinde yaşadığımız toplumdaki çağdaş Ebu Cehiller, Ebu Lehebler bu sefer Allah’ın ayetleri üzerinde spekülasyonlar yapacak ilahiyat çalışmalarını teşvik ettiler. Bu çalışmalarla donanımı yetersiz birçok insanımızın da kafası karıştırıldı ve itikadı bulandırıldı.
Bu tarz hile ve tuzaklarla oluşturulan vakıaları tespit ve ifşa komploculuk değildir. Çünkü bu tür tespitler yaşanmış bir gerçekliğe dayanmaktadır. Zaten bu tür tuzak ve hilelere Rabbimiz “keyd” ve “mekr” ifadeleriyle Kitab-ı Kerim’inde dikkatleri çekmektedir.
İslam’ın itikadi ve siyasi bir bütün olarak algılanmasını; giyim tarzından ekonomik ölçülere ve şûra temelli siyaset tarzına kadar bir hayat biçimi önermesini karalayan ve İslamcılık yerine liberal değerlerle uyuşan, şer’i hükümlerin cihanşümullüğünü iptal etmeye kalkışan Kur’an tarihselciliğine ve muhkem konularda çoğulculuğa kapı açıp buna da “post İslamcılık” diyen, şirke bulanmış bir dinî algı biçimi yaygınlaştırılmaya, dindarlarımıza ve okumuşlarımıza telkin edilmeye çalışılıyor.
Post İslamcı telkin muhatabımızı uyarıp düzeltmeye, ıslah etmeye çalışmak yerine; bizleri şirk ve fahşa içinde olanların kimliğine değer vermeye, farklılıklarla bir arada veya bütün itikadi-ideolojik farklılıklara rağmen milli birlik ve beraberlik içinde yaşamaya davet etmektedir. Bu da büyük bir zulümdür. Yeri geldiğinde “muhafazakâr demokrat” yeri geldiğinde “İslamcı” olarak değerlendirilen AK Parti yönetiminin, çoğunluğu başörtülü olan bütün illerin kadın kolları başkanlarını Anıtkabir’e Atatürk kültünü tazim etmeye göndermesi diplomatik bir üslup veya müdârâ değil; gönüllü tazim keyfiyeti ile bütünleşen müdâhene örneğidir. Dindarlar bilerek ve bilmeyerek yöneldikleri bu tarz kimliksel uzlaşma tavır ve niyetleri ve müdâhene psikolojisini içselleştiren tutumları nedeniyle tövbe etmeye davet edilmelidirler.
Unutulmamalıdır ki Rabbimizin cahiliye özelliklerini belirttiği ötekilerle (3/154, 5/50, 33/33, 48/26) birlikte yaşamanın tabiî ki bir hukuku vardır. Ama bu hukuk; sınıf, ulus, taraftar asabiyesi veya vatandaş olarak cahilî kimliklerle aynılaşmak değildir. Sınıf, ulus veya beşerî ideolojiler/doktrinler ile aynılaşmak hakikatin göreli hale getirilmeye çalışıldığı post-modern bir tuzaktır. Müşriklerin müdâhene tekliflerinin başka bir versiyonudur.
Zulme, ifsada yönelenleri, nefsinin hevası ve fücruna tâbi olanları yakınımız dahi olsa dost edinmemeliyiz; onlarla ilişkilerimiz bozulmasın diye müdâheneci bir tutum içinde olmamalıyız. Ancak bu İslami tavır ve tutumumuz, söz konusu cahil ve müfsidleri veya onlardan olan yakınlarımızı içine düştükleri zulümden kurtarmak için kalplerini etkileyecek faydalı bir üslup ile yumuşatıcı sözler ve davranışlar gerçekleştirerek uyarıcı tebliğde bulunmamıza yani müdârâ göstermemize engel değildir.
Rabbimiz bizlere İslam’ın sahih itikadıyla bütünleşen, temel ibadetlerini yerine getirirken onu bir yaşam tarzı ve bir dünya görüşü olarak anlatan ve anlattığını uygulamaya çalışan, cahilî kirlerle uzlaşmayan özgün bir hatta yürümeyi nasip eylesin.