“Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”  Yalanı ve Saptırması

Hamza Türkmen

Ümmetten “ulus” türü toplum olmaya yönelmemiz Batılı paradigmanın bünyemizdeki konuşlanışına kapı aralayıcı idi. Pozitivist bilimsellik adına rehber edinilen Batılı zorunlu “ilerleme” fikri haz ve refah temelinde “değerler”in sürekli yenilenmesini gerektiriyordu.

Uluslaşma, içerden ve dışarıdan isteyerek veya dayatılarak toplumsal yapımızı seküler temelde tanımlama ve yeni kutsiyetler icat etme çabasıydı. 19. ve 20. yüzyıllarda ümmet yapısının “sabit değerler”inden uzaklaşıp, yeni seküler değerler ve kutsallar oluşturmak anlamına gelen uluslaşma, 21. yüzyılda bireycileşmeye hatta fizyolojik ve biyolojik kimliklerini değiştirme tercihlerine doğru itekleniyordu.

Batılı yaşam tarzını amaçlayanlar için “çağdaşlaşma” bugün bireycilikten, “farklı cinsellik eğilimlerinin eşitliği” kabulüne kadar uzayan köklü bir değişimi ve geleneksel değerler yitimini ifade ediyor. Batı modernitesine göre çağdaş yaşam tarzını üstlenmek ise “ahlaklılık”tır; bu ilerlemeci çizgiden geri kalanlar ise “gerici” veya “yobaz”dır.

Çözülmüş olan İslam ümmetini vahyî ölçülerle, İslami değerlerin sabit ve mutlak olanlarıyla yeniden bütünleştirmeye/toplumsallaştırmaya çalışanlar, değişken olan değerlerin bilincinde mümtaz şahitlerdir. Bu şahitlik ise fıtri ve vahyî değerlerden kopulmasını çürüme, ifsat ya da ahlaksızlık olarak ifade etmektedir.

Batı için ahlaki değerlerin “evrensel” olduğunun kabulü, hâkim paradigmanın ilerlemeci mantığı ile kurulan ve sürekli değişen hayat biçimine inanmak demektir. Örneğin bir önceki kuşağın şartlarını ve ahlaki boyutunu ‘Büyük Aile’ye göre; dünkü şartları veya ahlaki boyutu ‘Çekirdek Aile’ye göre; bugünkü şartları ve ahlaki boyutu ise ‘Çekirdek Esnek Aile’ye veya çok cinslilik (LGBT) ve tek cinslilik yapısına göre algılamak ilerlemeci tarih ve ahlak anlayışı ile irtibatlıdır. Batılı paradigmanın ürettiği ve değiştirdiği kanun ve ahlaki kurallar da bilimsellik adına bu inanca göre kılık değiştirmektedir.

İnsanı ve ahlakı yeniden tanımlayan bu felsefi görüşün hayatımıza müdahale eden, yön gösteren ve ölçü bildiren bir ilahı yoktur. Oysa inanıyor ve mutlak ilim olarak biliyoruz ki (Kur’an vahyi mutlak ilimdir.) bizi imtihan etmek üzere yaratan, fıtratımızı belirleyen ve her daim bize vahyin sabit ölçülerini gönderen bir ilahımız vardır. Bütün resullerin dini birdir ve ilk yaratıldığından bu yana da insanın fıtratı değişmemiştir; dolayısıyla ahlakın örf ile ilgili değişen boyutu olduğu gibi, evrensel sabit ölçüleri de bulunmaktadır.

Bugün Bakanlar Kurulu, Milli Eğitim alanı ve özellikle Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlık, YÖK gibi kuruluşlar; TÜSİAD, bazı bankaların kültür yayınları hatta KADEM (Kadın ve Demokrasi Derneği) gibi kuruluşlar, kadın ile, aile mefhumu ile, çocuk ile, cinsel aykırı tiplerle ilgili algı ve uygulamalarını Batılı kuruluşların protokol ve sözleşmelerine göre düzenlemeye başlamışlardır ki bu çizgiyi engelleyemediğimiz takdirde çocuklarımız, ailemiz ve ahlaki sabit değerlerimiz için büyük sıkıntılarla karşılaşmamız mukadder olacaktır. Bu boyutuyla -her dönem değişen- kapitalist yaşam ve tüketim tarzının nesnesi olmamak gerekir. Esen rüzgâra karşı özne olmayı korumalı, fıtrata ve vahyin evrensel doğrularına dayanan yol üzerinde olunmalı, bizleri vahyin şahidi kılacak ve bu şahitliklerle ümmeti yeniden diriltecek merhaleci mücadele safhaları hat bilinmelidir.

Kur’an bütünlüğünden öğrendiğimize göre İslam’da cinsiyet farklılığından kaynaklanan görev farklılıkları dışında (hamile kalma, muharip olma gibi) insan olma, vahyi kavrama azmi ve takva sahibi olma gibi genel konularda kadın-erkek herkes Allah katında eşittir. Hayatın sonunda mükâfatlandırılacağımız veya cezalandırılacağımız alanlar da aynıdır.

Sapkınlığın Hukukileşme Süreci

Amerika ve Avrupa’da (Çin de bu sürece ayak uyduruyor.) toplumsal yapıyı kapitalizmin ihtiyaçlarına göre belirleme ve bu sürecin Türkiye toplumunu etkileme çabaları devletlerden çok, çok uluslu şirketlerin teşvikine dayanıyor diyebiliriz. Çin gibi kapitalist büyüme yönetimi içindeki diktatörlerin tasarrufları da dünyanın en büyük sermaye sahibi ailelerinin planlarıyla benzer hedefler paylaşıyor.

Karşımıza siyasi liberalizmin katılımcı görünümlü ruhunu yazılı ve sözlü basında, akedemyada yem olarak kullanan büyük sermaye güçleri, aşağı tabakadaki milyarlarca insana acımasızca orman kanunu gibi -bırakın geçsinler bırakın yapsınlar diyen- ekonomik liberalizmi dayatıyorlar. Onlara göre 7-8 milyar insan alt tabakadır ve dünya için bu kadar nüfus fazladır. ABD’li büyük milyarder, bankacı; “Dünya İmparatorluğu” ve “Yeni Dünya Düzeni” söylemlerinin sahibi David Rockefeller 2017’de 101 yaşında ölmeden önce verdiği bir röportajda “Sistemin işlemesi için 300-500 milyon insana ihtiyacımız var. Gerisi fazlalık.” diyebilmiştir.

Sermaye güçlerinin aşağı tabaka dediği katmanlarda çözüm ve adalet girişimi olarak birçok organize çaba gösterimliktedir. Toplumsal uyumla ilgili uluslararası sözleşmelerde en göze batan da kadın sorunları olmaktadır. Ayrıca çıkar temelli işleyen kapitalist yapı sosyal düşkünlükten ve emek istismarından beslenen ahlaki yozlaşmayı sürekli çözümsüzlük kaosuna itmeyi becerebilmiştir.

1857’de “10 saatlik iş günü ve eşit işe eşit ücret” talebiyle New York’ta 40 bin dokuma işçisi kadının başlattığı grevde 129 kadının yandığı gün, 1910 yılında Alman Sosyal Demokratlarının teklifi ile ‘(Emekçi) Kadınlar Günü’ ilan edilmiştir. Kadınlara yılda bir kere onur günü bahşedilmesi, onların kapitalist üretim çarkları içine çekilip emek köleliğine dâhil edilmesini engellememiştir. Maalesef ki 8 Mart Kadınlar Günü’nde de çözüm Aydınlanma, Sanayii Devrimi ve uluslaşma sürecinin paradigmal zinciri içinde aranmakta ve Tanrı’nın yerine insan geçmek istemektedir.

Emek konusunda kadın-erkek eşitliği ile ilgili akım ABD’li Alfred Kinsey’in Cinsellik Araştırmaları Enstitüsü kurup 1948-55 arasında Rockefeller Vakfı’na bağlı olarak, ABD basını ve ABD Barolar Birliği tarafından desteklenmesiyle gündem tutmaya başlamıştır. Kinsey Skalasına göre insanların “fizyolojik” cinsiyetleri yanı sıra “yönelimleri”ne göre de cinsiyetleri tanımlanır. İlk başlarda ve genelde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” (TCE) kadın-erkek eşitliği talebi olarak gösterilse de Kinsey Skalasında tanımlanan “Cinsel Yönelimler”in eşitliği yani LGBT’lilerin yasal eşitlilik talepleri olarak da gündem olmuştur. Yani bile bile Lût kavmi ahlaksızlığının hukukileştirilip yasa emniyetine alınması söz konusu olmuştur.

1955’ten sonra ABD ceza sisteminde “suç” olarak kabul edilen zina, evlilik öncesi ilişki, kürtaj, çocuk erotizmi, karı-kocanın birbirini aldatması ve eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıp, serbestliği kanunlaştırılmıştır.

Diğer bir deyişle TCE, kadın-erkek eşitliği görselliği veya çerçevesi içinde kapitalist güçler, emek sömürüsünü ve kapitalist tüketim kültüründen doğan sorunları örtmek için dikkatleri cinsel içgüdülerin saptırılması konusuna çekmiş ya da bu tür uğraşları desteklemiştir.

Birleşmiş Milletler (BM), 1970’li yıllarda feministlerin gündemini de içselleştirerek kadın sorunlarının ortak bir dil ve strateji ile ele alınabilmesi için 4 kez dünya kadınlar konferansı düzenlemiştir. 1979 yılında da BM Genel Kurulu tarafından “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi” (CEDAW) kabul edilmiştir.

Türkiye’nin 1986 yılında imzaladığı CEDAW sözleşmesine 186 ülke taraf olmuştur. CEDAW bağlayıcılığı olan en önemli uluslararası belge olarak görülmektedir.

Kadınla ilgili son konferans 1995 yılında Pekin’de yapılmıştır. İslami kesimden Türkiyeli hanımların da iştirak ettiği ve 188 ülkenin katıldığı konferansta “Kadın 2000: 21. Yüzyıl İçin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, Kalkınma ve Barış” ismiyle özel bir oturum gerçekleştirilmiş ve 1500 akredite sivil toplum örgütü iştirak etmiştir.

Feministlerin ön planda olduğu TCE mücadelesindeki en önemli merhale 1999’da CEDAW’a imza atan ülkelerin bireylerine hukuki başvuru hakkı tanınmış ve bu protokol da Türkiye tarafından daha AK Parti iktidara gelmeden önce 30 Temmuz 2002 tarihinde imzalanmıştır.

2009 yılında Viyana’da yapılan AB Aileden Sorumlu Devlet Bakanları toplantısında Selma Kavaf, ortak protokolde “Farklı Aile Formları” ibaresini kabul etmemiştir. Ama 2011 İstanbul Sözleşmesi ile hiçbir itiraz mülahaza kaydı konulmadan çok muğlak olan “Cinsel Yönelim”, “Toplumsal Cinsiyet” tabirleriyle bir nevi LGBT ilişkileri koruma altına alınmış ve karı-koca tanımlarının yanına “partnerler” ifadesi de ilave edilmiştir.

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

TCE projesi kadın ve erkeğe toplumun yüklediği anlamı, tanımı ve örfi baskıyı tartışmaya açarak eşitlik arayışını ifade eden bir yaklaşım iddiasında olsa da asıl konu kadın ve erkeği kimin tanımlayacağı ile ilgilidir.

Vahyî ölçülerden sapmış olan geleneksel Batı din algısına karşı, bu sefer de sermayedarların vakıflarıyla beslediği kapitalist üretim aşamalarına ait kadın-erkek algısı ve arayışı devreye sokulmuştur. TCE projesinin teorisyenleri, projenin kadını ikincil statüden kurtaracak ve konumunu güçlendirecek bir tasarım olduğu iddiasındadırlar. Amaçlanan ise ilahi ölçüleri dikkate almadan hayattan daha fazla haz almak ve refahı paylaşmak konusunda eşitliği yakalamaktır. Tabii ki hedeflenen bu sonuç, Batı dünyasında da ümmet coğrafyasında da vahiy ve fıtrat karşıtı muharref örf ve ananelerden beslenmiştir. Ama muharref hale düşürüleni Kur’an vahyi ilmi ile kavrayıp Muhammedi Sünnet uygulamaları içinde çözümler arama yerine, modernitenin içgüdüleri tahrik eden rüzgarına yelken açılmıştır.

TCE politikalarının sonuçları da kadının memnuniyeti açısından değil, birtakım sosyal göstergeler üzerinden değerlendirilmektedir. Yani ideolojiktir. TCE projesinde kadının konumunun güçleneceği varsayılmakta, şartlanılan öncüller ve varsayımlarla politikalar üretilmektedir.

Ayrıca TCE proje yapıcıları erkek-kadın arasındaki farklılığın sadece biyolojik farklılıklar olmadığını öne sürmektedirler. Cinsiyet (sex) doğuştan getirilen biyolojik farklılığı; toplumsal cinsiyet (gender) kadın ve erkeğe -bu çocukları da kapsıyor- toplumun yüklediği anlamı, rol ve görevleri ifade ediyor. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM) “Toplumsal cinsiyet kavramı kadın ve erkek arasındaki ilişkiler ve rol dağılımının biyolojik farklılıklar tarafından değil; siyasi, sosyal ve ekonomik yapılanmalar tarafından” belirlendiğini “Dolayısıyla bu rollerin ve ilişkilerin değiştirilebilir ve eşitlikçi bir biçimde yeniden yapılandırılabilir olmasını öngörür.”

Toplumsal cinsiyet teorisyenleri de insanın cinsiyetini doğuştan getirdiği kimliğine göre belirlemeyi cinsiyet ayrımcılığı olarak görmektedirler. 2011 İstanbul Sözleşmesine göre de toplumsal cinsiyet, toplum tarafından yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler anlamına gelir. Sözleşme “kültür, gelenek, görenek, din ve sözde ‘namusun’herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamayı” sağlar.

Sözleşmeye göre kız ve erkek çocukları biyolojik cinsiyetlerini hatırlatan yüksek sesli uyarılar “çocuğa şiddet” kapsamına girecektir.

İstanbul Sözleşmesi ilkelerinin açılımı olarak Uluslararası Af Örgütü, konunun vahametini ortaya koyan Erkek, Kadın, Erkek Çocuğu ve Kız Çocuğunun haklarıyla ilgili bildirge/kitapçıklar basmış, Yapı Kredi Yayınları (YKY) da bu müptezel kitapları İstanbul Sözleşmesinin açılımı olarak Türkiye okuyucusuna sunmuştur. Lüks baskı içinde her kitapta 15 ilke belirtilmektedir. Evlilik dışı ilişkilere, tek cinsliliğe teşvik eden bu müfsid ideolojik kitaplardan birer örnek vermek istiyoruz:

Anne Hakları Bildirgesi

-MADDE 12-

Çok mutsuz olduklarında hayatlarını ve eşlerini değiştirme hakları vardır. Boşanmışlarsa, çocuklar babalarıyla vakit geçirirken, anne olmaya devam ederek, yalnız kaldıkları zamanın da tadını çıkarmaya hakları vardır.

Baba Hakları Bildirgesi

-MADDE 12-

Bebeklerle oynama veya oğullarıyla evcilik, kızlarıyla da araba veya trenlerle oynama hakkı vardır. Ya da… Tam tersi!

Kız Çocuk Hakları Bildirgesi

-MADDE 15-

İstedikleri kişiyi sevme hakkı vardır: Erkek ya da kız (ya da her ikisini de).

-MADDE 13-

Saçını kısacık kestirme hakkı vardır.

Erkek Çocuk Hakları Bildirgesi

-MADDE 3-

Oyuncak bebekle oynama, evcilik oynama, seksek ve lastik oynama hakkı vardır.

-MADDE 7-

İstedikleri mesleği seçme hakkı vardır: Bebek bakıcısı, ilkokul öğretmeni, dansçı, ebe, ev erkeği…

-MADDE 13-

Saçını uzatma, atkuyruğu yapma, örme hakkı vardır.

-MADDE 15-

İstedikleri kişiyi sevme hakkı vardır: Kız ya da erkek (ya da her ikisini de).

Sözleşme, 14. maddesiyle bu “özgürlük ortamını” sağlamak konusunda devleti görevlendirmektedir.

2011 İstanbul Sözleşmesinde gerek TCE ideolojisi çerçevesinde çocuğun yetişmesine tasallut olan devletin inisiyatifi, gerek hangi ölçüye göre toplumun gelenek ve törelerinin “kökünü kazımak” ifadesi, gerek karı-kocadan oluşan aile dışında partnerlerden de aile kapsamında işaret edilmesine rağmen TC Devleti bu anlaşmaya hiçbir şerh ve çekince koymadan ilk imzayı atan ülke olmuştur.

Bu arada Avrupa Adalet Divanı, tüm AB üyesi ülkelerin, eşcinsel vatandaşlarının birlik dışındaki ülkelerde yaşayan eşler ile yaptıkları evlilikleri de resmen tanıması gerektiğine karar verdi. Aile konusunda partnerler ya da Farklı Aile Formları LGBT üyeleri, pedofili partnerler, hayvan partnerler, robot partnerler olarak gündem olmaya çalışmaktadırlar. Hatta İstanbul Sözleşmesine bağlı olarak cinsiyetsizlik formu ön plana çıkabilmekte, tüm bakanları bağlayan bu sözleşme nedeniyle MEB bazı okullarda, YÖK üniversitelerde bölgesel uygulamalara geçmişlerdir. TCE projesinin bazı okullarda bölgesel olarak uygulanan ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) kapsamında, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratabilmek için kız ve erkek öğrenciler için müşterek tuvaletler bile düzenlenebilmiştir.

İstanbul Sözleşmesi istikametinde tek cinsliliğe de özendirici ETCEP özellikle Memur-Sen’in ve Eğitim Bir Sen’in ciddi uyarılar MEB’in bu alanda adım atmasını engellemiş ve proje geri çekilmiştir.

Lût Kavmini Yeniden İnşa İfsadı

Âdem Aleyhisselamdan bugüne kadın ve erkek hep aynı fıtrat üzerinde yaşamıştır. Ama kulluğunu unutup daha fazla haz alabilmek ve ululanmak için fıtratı ve vahyî ölçüleri aşan insanların ‘Yeni Lût Kavmi’ diyebileceğimiz LGBT türlerinde sapmaları hep olmuştur. Bunun en kitleseli ise Lût kavminin içine düştüğü aykırı sefalettir.

Dünya kapitalizmi ve liberal felsefe bugün küresel ölçekte tarihî cinsel sapıklığı yeniden yaygınlaştırmak istemekte veya ön açmaktadır. Oysa bu akımın küreselleşmesi insan fıtratına aykırıdır. Bu nedenle eski Lût kavminin yenilenmesi ve farklı cinsel fahşanın artmasına “küreselleşiyor” diyemeyiz ama olup biteni Lût kavmini yenileme teşebbüsü ve ifsadı olarak değerlendirebiliriz. Lût Aleyhisselam ile ilgili Kur’an kıssalarında genellemeye en uygun ayet şudur:

“Lût’a da (risalet verdik). Hani kavmine demiştik ki: Siz göre göre bu fuhşu işlemeyi sürdürecek misiniz?”(Neml, 27/54)

Hemen sonraki ayette ise “kadınları bırakıp erkeklere yaklaşanlar”dan bahsedilmektedir.

Ayette kullanılan “fahişe” lafzı, burada Rabbimizin belirttiği hudutları çiğnemek, fıtratı bozmakta ileri gitmek anlamında haram üzere her türlü aşırılığı gerçekleştirmek demektir. Bu söz Türkçe fuhuş anlamına geldiği kadar, harama sapan bütün işlere de ayrıca Türkçe anlamındaki fuhuşun ve cinsel sapkınlığın bütün türlerine de şamildir.

Küresel ölçekte ya da ulusal yapıda cahilî vatandaşlık ile bütünleşmek ve-ittifaklar hariç-her türlü vahiy dışı kardeşlik veya aidiyet çağrısı, ötekini yani tağutu veya her türlü tuğyanı silikleştirmeye çalışmaktadır.

Çoğu kere “hak” olanın, hakikatin post-modern söylemlerle buharlaştırılması anlamına gelen evrensel insan hakları, liberal özgürlükler, vahiy karşıtı kardeşlik veya ulusal vatandaşlık kardeşliği gibi söylemler, emperyalizmin fiilî saldırı ve kuşatmalarını örtmek yanında hak arayışlı kimliksel duruşları da tasfiye etmeye çalışmaktadır.

Ümmet coğrafyasının ve Muhammed ümmetinin muhayyel geleceği, sadece emperyal güçlerin sömürgeci, işgalci, yağmacı ya da bölücü, potansiyel yapımızı birbirine düşürücü saldırılarına ve ifsadına muhatap olmuyor. Aynı zamanda yeniden İslamlaştırılması gereken ümmetin potansiyel gücünün iç sıhhati, kimliksel kimyası ve birikimi de Batılı paradigmaya ait vahiy dışı felsefi ve sosyolojik ideolojik akım ve teorilerle yıpratılmaya çalışılıyor.

Örneğin korunmuş olan ilahi ana kaynağımız olan Kur’an, tarihselci metodoloji ile zihinlerde tahrif edilmeye çalışılmaktadır. Yine bireyciliği özendiren liberal özgürlük söylemiyle, cinsel sapkınlık hareketleri telkin edilip normalleştirilmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.

Her boyutuyla kapitalist yaşam tarzı defile podyumlarından sosyal medyaya, reklam spotlarından Holywood arenasıyla yarışan ve fıtratla, Allah’ın hudutlarıyla sürekli didişen yerli dizi filmlerle Türkiye’ye telkin edilmektedir. Türkiye’nin farklı iç güdülerini kışkırtan dizi filmler AB fonlarından destek almakta, Türkiye üzerinden de İslam âlemine yayılması istenmektedir. Kamuoyuna sunulan bu ifsat açılımları, İslamlaşma sürecimize karşı parça parça farklı saldırılar ifade etmektedir.

Televizyon ve sosyal medyada çocuklarımızı kuşatmaya çalışan “Biri Bizi Gözetliyor” ve “Survivor” gibi tamamen İslam ahlakı ve örfüyle bağdaşmayan programlar ya da “tek cinslilik” propagandası yapılan K-Pop kanalları veya 13-18 yaş grubunda bizim mahallede de yaygın olan cinsiyeti belirsiz yine 14-17 yaş grubundan oluşan 7 kişilik BTS müzik grubunun Z Kuşağı denilen sanal bir ordu (Army) oluşturmaya çalışmasının beslendiği kaynak da büyük ölçüde Toplumsal Cinsiyet Projesidir.

“Lût’a da (risalet verdik). Hani kavmine demiştik ki: Siz göre göre bu fuhşu işlemeyi sürdürecek misiniz?”

Üç sene önce bazı Alman bakanların gözetimi ve iştirakiyle Taksim’den Tünel’e kadar Türkiye’de örgütlenmiş olarak yürüyen 5 bin LGBT üyesinin taşıdığı ahlaksız ve sapık pankartlardan sadece birkaçını -affınıza sığınarak- hatırlatalım: “Kadın Kadına”, “Velev ki İ.neyiz”, “Eşcinsel Evlilikler Yasallaşmalı”...

Bu yürüyüşlere “Onur Yürüyüşü” deniliyor; zira 1969 yılında New York Stone Wall Inn adlı yerde polisin aşırı baskısı karşısında ayaklanan eşcinseller, polisleri bara hapsedip 4 gün boyunca sokaklarda çatıştılar. Onuru şöyle izah ettiler: “Kişinin kendi oluşunun onuru, kendi varoluşundan utanmayışının yansıması.”

Türkiye’de de Bursa’da CHP’li Nilüfer Belediyesi doğuştan veya telkinlerle sonradan kazanılan bu farklı cinsel eğilimleri tedavi ettirecek imkânlar sunacağına, onların argümanlarını savunup geliştirecekleri bir Toplumsal Eşitlik Merkezi açmıştır. Türkiye Marksistleri de “kamusal mülkiyet” söylemini hatırlatacak şekilde ve Türkiye halkının değerleriyle çatışmak pahasına; ayrıca Sosyalist Kürt Hareketi de AB standartlarına uyma sığınmacılığı ile LGBT’lileri saflarına katmakta ve gittikçe tek cinsiyetli nonoşlara dönüşmektedirler.

Me’aric Suresinde iffetlerini koruyanların “meşru olarak zevceleri, milk-i yeminleri ile birleşenler olduğu ve bu sınırdan ötesini arayanların ise haddi aştıkları” belirtilir. (70/29-31)

Fuhş kelimesinin genel kapsamı sadece kadınları bırakıp erkeklere yaklaşanlarla sınırlı değildir. Muhtemeldir ki cinsel ilişki konusunda sapık erkekler yanında kadınlar da Lût’un (a) çağrısına kulak asmadıklarına göre, onlar da kendi aralarında veya hem kadınlarla hem erkeklerle bir fuhuş, yani haddi aşmak sapıklığı (biseksüelliği) içinde olmuşlardır.

Güncel olan ve küreselleştirilmeye çalışılan LGBT‘li sapıklara gelince... Bu sapkınlar kümesi içinde yer alan “B” kelimesi biseksüel güruhu ifade etmektedir.

Biseksüel, erkek için de kadın için de hem kadınla hem erkekle cinsel ilişki ve yakınlık içinde olmak demektir.

Gerek MEB gerekse Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlıkta İstanbul Sözleşmesinde geçen Cinsiyet Eşitliği Projesinin uygulamalarının bölgesel ve sınırlı uygulamaları yapılmıştır.

O zaman bu proje nedir?

Milli Eğitim Bakanlığı da Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlığı da İstanbul Sözleşmesindeki “toplumsal cinsiyet” lafzını ve yaptırımını “kadına uygulanan şiddeti” engellemek olarak algılamışlar ve “toplumsal” kelimesinin ne anlama geldiğini açıklamamışlardır. Sözleşmede erkek ve kadın için “ön yargılara, örf ve adetlere, geleneklere” dayanan “kalıp rollere” karşı çıkılırken, bunların toplumun ortak paydası olan din ile İslam ile olan münasebetleri ayrıştırılmamıştır.

Toplumun adet ve örfü veya dinî değerleri kız ve erkek çocuğumuzu yönlendiren bir eğitim kültürüne sahiptirler. Sözleşmenin 14. Maddesine göre bu kalıp rollerin ve örfi-dinî kız ve erkek cinsel eğitim faslının “kökünü kazıma” ve “özgürlük ortamını” sağlama görevi de devletindir. Bu doğrultuda kız veya erkek çocuğumuzu nasıl eğiteceğimizi de devlet yani AB Kriterleri belirleyecektir. Sözleşmede bir de karı-koca ifadesinin yanına tanımı yapılmadan “partner” ifadesi konulmuştur.

2009 yılında Viyana’da yapılan AB Aileden Sorumlu Devlet Bakanları toplantısında, aile ile ilgili ortak metin oluşturulurken “Farklı Aile Formları” ibaresine Devlet Bakanı Selma Kavaf itiraz etmiş buna bağlı olarak da görevi sona erdirilmiştir. Sonra ibare 2011 İstanbul Sözleşmesinde kabul edilmiş, muğlak da olsa ilk kez “Cinsel Yönelim” ve “Toplumsal Cinsiyet” tanımları yapılarak LGBT ilişkilerine kapı açılmıştır. (Taksim yürüyüşlerini bu sözleşmeye bağlayabiliriz. Yine transtiplerden birisine İzmir’de “meme” oluşturma ameliyatının bedelini devlet karşılamıştır.) Ayrıca karı-kocanın yanına konulan “partner” ifadesinin tanımı yapılmayıp ucu açık bırakılmıştır. Tanımlar Rockefeller Vakfı gibi mega kuruluşların desteklediği projeler, basın-medya organizasyonlarıyla işlenmektedir.

Sonuç

Dünya kapitalizminin ABD, Çin, Rusya ve AB kökenli emperyalist saldırı ve fiilî kuşatmalarına; bomba, kurşun ve işkencelerine karşı gösterdiğimiz basiret ve tepki kadar; Türkiye’deki modernist ve işbirlikçi unsurlar eliyle gösterilen zihinsel ve ahlaki ifsada karşı uyanık ve tepkili olmalıyız. Küresel kapitalist bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyanın zihinsel, ideolojik, ahlaki kuşatması ve ayartmaları karşısında İslami kimlikli duruşumuzu da tanımlamalı ve şahitliğimizi yaygınlaştırmalıyız. “La” denilecek yerde yönetimi sivil inisiyatifler/baskı grupları olarak “La” demeye zorlamalıyız.

TCE Protokolünün kabul edilmesi ve yaygınlaştırılması AB yasalarının ve müktesebatının zorlanması yanında; içeride bir avuç feministin, AB fonlarından beslenen ve Türkiye toplumunda karşılığı yüzde 99.99 olmayan LGBT bileşenlerinin Avrupalı eşdeşlerinin dayanışmasıyla oluşmuştur.

Tüm zaaflarına rağmen İslami kesimin ümmet kalma ve ümmet olma yönelimi ve inancı biraz da kaderci bir özgüven içinde bu tür parça parça müfsit saldırıları, ayartma, kuşatma ve saptırmaları aşacağı beklentisi içindedir. Ancak Müslümanların bu kaderci özgüveni küfrün damlaya damlaya göl olacağını ve hayat alanlarımızı kuşatacağını gözden kaçırmaktadır.

TCE uygulamasının MEB’deki açılımı olan ETCEP’in kaldırılmasında sivil kuruluş ve inisiyatiflerimizin çok küçük uyandırıcı dokunuşları yanında Memur-Sen ve Eğitim Bir Sen’in bürokrasi ile özel görüşmelerinde kararlı tavrı önemli rol ifa etmiştir. Zaten kadına şiddeti engelleyeceği ve kadının statüsü için eşitliği sağlayacağı iddia edilen BM ve AB Parlamentosu destekli TCE projesinin en iyi uygulandığı ilk dört ülkede (İzlanda, Finlandiya, Norveç, İsveç) beklentiler alabildiğine olumsuz sonuçlar göstermiştir.

Bu ülkelerde son 50 yılda boşanma oranları yüzde 100’ün üzerinde artmıştır. Evlilik oranlarında düşüş yaşanmıştır. Yine bu ülkelerin bir kısmında yarı yarıya, bir kısmında da yarıdan fazla doğan çocuklar evlilik dışı bebeklerdir. Dolayısıyla doğan çocukların yüzde 50’si veya daha fazlası parçalanmış ailelerde veya yetimhanelerde büyümektedir. Ulaşılabilen bu istatistik sonuçları TCE projesinin bir çözüm değil kargaşa ve çöküş getiren ciddi bir saptırma ve yalan yönlendirmeler oluşturduğunu göstermektedir. TCE projesinin adalet temelli bir ölçüsü de yoktur.

2011 Sözleşmesinin Türkiye’deki bir açılımı da 6284 Sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi”ne dair 8.03.2012 tarihli kanuna ve bu kanuna bağlı olan 18.09.2013’te yayınlanan yönetmelik olmuştur. Toplumsal kültürümüz, değerlerimiz ve hukuk mantığı açısından yeterince tartışılmayan 6284 Sayılı Kanun ve Yönetmelik ise “kadına yönelik şiddeti engelleme” söylemini abartmış ve bu sefer de erkek aleyhinde uygulamalara neden olmuştur. Örneğin Kanunun 30. Maddesinde “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için şiddetin uygulandığı hususunda delil ve belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı geciktirilmeksizin verilir.” denilerek adalet ve delil, en azından tutarlı bir karine yerine, beyanın geçerliliğine bağlanmıştır. Bu kanunun çıkması ve yönetmeliğin yürürlüğe girmesinden bu yana, erkek şiddetini engelleyelim derken bu sefer yasaya dayanarak kadının sadece beyanı ile birçok erkeğe şiddet ve usulsüzlük uygulanmıştır.

İçinde yaşadığımız toplumda ifsat ve çözülmelere kapı açan kanun ve protokollerin imzalanmasını durdurmak için bilinçli Müslümanlar, en azından cinsel aykırılar kadar fıtrata ve sabit doğrulara sahip çıkmalı, sivil inisiyatiflerle kamuoyunda baskı oluşturmalıdırlar.

Fedakârlık ve öncülük yapması gereken İslami çevre, grup ve kuruluşlar, kanaat önderleri mahallemizi saran ifsada karşı tutarlı tavırlar alıp tepkiye öncülük yapmadıkça, kitlelerin hamasi ve kaderci beklentilerine mahkûm olmak kaçınılmaz olur.

Geleceğimiz ve çocuklarımızın muhtemel kimlikleriyle ilgili gelişmeleri basiretle takip etmeli ve ifsat konusunda rol üstlenen cinsel aykırı ekoller kadar, tezlerimize ahlaki temelde sahip çıkmalıyız. Çözülme sürecindeki aile yapılarımızı tekrar ‘Büyük Aile’ sıcaklığına ve işlevine kavuşturabilecek yollar aramalıyız. Büyük Aile ister mümin Büyük Aileler olsun, ister Kur’an temelli istişari birlikteliklerimiz olsun…