Amerika Birleşik Devletleri’nin “güzide” şehirlerinden New York’ta yaşayan 17 yaşındaki Tiona Rodriguez, yanında bir arkadaşıyla Manhattan’ın en meşhur otellerinden Herald Square’da yer alan Victoria’s Secret mağazasında iken elindeki çanta güvenlik güçlerinin dikkatini çekiyor. Çantadan etrafa yayılan koku nedeniyle hırsızlıktan şüphelenen görevliler, Rodriguez’i durdurup arıyorlar. Çantada ölü bir cenin bulunuyor. Rodriguez, kolundaki çantada ölü bebeği ile geziyor. Derhal o iki kişi gözaltına alınıyor. Sorgulanan Tiona Rodriguez bir gün öncesinde evinin lavabosunda doğum yaptıktan sonra bebeğini boğazlayıp öldürdüğünü itiraf ediyor.
Vahşet burada bitmiyor. Tiona, ne yapacağını bilemediği bebeğin cesedini çantasına koyup alışveriş yapmaya devam ediyor. Şehrin en işlek caddelerinden birinde, büyük bir alışveriş merkezinin içindeki popüler bir mağazada kolunda ölü bebeği ile gezen bir insan... Rodriguez, ilk ifadesinde üçüncü kez doğum yaptığını ve duygusal stres altında olduğu için bu şekilde davrandığını ifade ediyor. 17 yaşında ve üçüncü kez hamile kalmış. Boğma vukuatı ilk değil anlaşılan. Karşınızda ailenin çöktüğü, modernizmin galebe çaldığı, sosyal medyanın ahlakı perişan ettiği, egoizmin vicdanı darmadağın halde bıraktığı ABD’den “örnek” bir anne fotoğrafı.
Cinayet haberinin servis edildiği, mahkeme sürecinin başladığı günlerde, bambaşka bir coğrafyada Hüsam Adnan isimli bir doktor, iki çocuğundan sonra üçüncü bir bebeği bekleyen bir anneden bahsediyor. Tiona’dan birkaç yaş daha büyük bir kadın.İsimlerin, sayıların “önemsiz” olduğu bir yerde geçiyor olay. Hamile bayan hastaneye, çarşaf içerisinde getiriliyor. Çarşafın içerisinde sadece gebe bayan değil iki çocuğu da var. Bir bezde dört kişi. Koca, tasını tarağını toplayıp terketmiş onları. Aile, enkazdan çıkarılmış. Kadın, ağır yaralı ama gözleri çocuklarında. Büyük bir panikle bakıyor, çocuklarına bir şey olacak korkusuyla değil kendine bir şey olacak diye. Anne ölürse onların yaşaması da mümkün değil çünkü. Burası, anaları olmadan yaşayamayan kuzularla aynı kaderi taşıyan yavruların kenti çünkü.
Hastanelerde acil durumlarda şöyle bir protokol uygulanır: Anestezi ekibi ve travma cerrahı hastayı acil aracından alır, getiren hekimden olay ve yaralı ile ilgili anamnez alınır. Sonrasında getiren hekiminin başladığı tedaviye devam edilir. Eş zamanlı olarak acil ve klinik ekibiyle hasta, travma odasına alınır. Travma cerrahı tamamen soyulmuş hastayı kısaca değerlendirir. Hasta operasyona veya yoğun bakıma gidene kadar yeri değişmez. ATLS prosedürüne göre ABCDE’si değerlendirilir. Anestezist A, B ve C’den sorumlu, travma cerrahı D, E’den sorumlu olarak müdahale devam eder. Hayatı tehdit eden durumlar gerekli ise hemen tedavi edilir. Diğer stabilizasyon işlemleri öncesi kontrastlı tüm vücut BT çekimi başlatılır ve eş zamanlı sıvı tedavisi devam eder. Travma cerrahı ekip lideridir ve bilgisayarlı tomografinin pelvise kadar yeterli mi yoksa tepeden tırnağa kadar mı çekileceğinin talimatını verir ve çekim yapılır.
Hayır, hayır. İçinden geçtiğimiz yıllarda kesinlikle böyle bir protokol, böyle yer hayal bile etmeyin bu şehirde. Yerlerde kan izleri. Yerlerde hastalar. Yerlerde telaş. Yerlerde panik. Yerlerde acı. Yerlerde en çok yalnızlık, mahzunluk hissi…Yerlerde ölüler var ve siz aralarından yaralarınıza sıkı sıkı tutunarak geçiyorsunuz.
Bir çarşafta gebe bir anne ve iki çocuğu… Hepsi günlerdir bir şeyler yemedikleri için bir deri bir kemik kalmışlar. Halsizler. Mecalsizler. Vakıa çok büyük. Şöyle bir manzaraya bakıyorsunuz: İlk çocuğun sağ ayağı yok. Kolu da kırılmış yavrucağın. İkinci çocuk bir gözünü yitirmiş ve göğsüne bir şarapnel parçası saplanmış. Annenin neredeyse tüm bedeni lime lime olmuş şarapnel parçalarından. Enkazdan onları kim çıkarmışsa -Allah Teâlâ ecrini fazlasıyla versin- bir arada tutmuş aileyi. Kadıncağız, son anlarında onları görebiliyor. Anlayana, ne büyük nimet bu.
Bir çarşaf içinde dört can. Sedye, yatak hak getire. Yere yatırılan yaralılara çarşaf üzerinde müdahale ediliyor. Kadıncağız, ölmemek için mücadele ediyor, belli. Gözleri yavrularına çakılı. Gözlerinde yaşamak için verdiği mücadeleyi görmemek mümkün değil. Çocukları için direniyor. Can vermek üzere olan bir anne ve can vermek üzere olan iki çocuğu ve orada doğmayı bekleyen bir bebek… Fotoğrafı gözünüzün önüne getirin. İşte halkı Müslüman ülkeler coğrafyasının geldiği halin resmi.
Yaralıları karşılayan Hüsam Adnan’ın kulağına doktor arkadaşı şu cümleyi fısıldıyor: “Belki bebeğini kurtarabiliriz.” Kritik bir cümle. Öyle ya anne ve iki çocuğu ölmek üzere. Ya bebek? Doktor Adnan tam bu esnada -kendi ifadeleriyle- içinden şu cümleleri geçiriyor: “İlk defa, yere oturdum, başım öne eğildi ve düşündüm: Onu kurtaralım mı yoksa annesiyle birlikte mutlu bir şekilde, bu dünyanın çirkinliğini görmeden gitmesine izin mi verelim? Bırakayım da annesiyle gitsin. Hayır! Hayır! Benim vazifem onu kurtarmak. Etrafıma bir baktım. O annenin parçalanmış yavruları… Bedenini terk eden ruhu... Uçakların ve patlayan varil bombalarının sesi... Çocukların yürek yakan ağlamaları...”
Yanındaki doktor bir kez daha ve bu sefer sesini biraz daha yükselterek soruyor: “Neyi bekliyorsun, hadi ama… Çıkarmamız gereken bir hayat var!” Adnan bir kez daha dalıyor içine doğru: “Bir neşterime baktım, bir arkadaşıma. Hangi hayata çıkaracaksın onu? Varil bombalarının, ateşlerin ve hüsranın hayatına mı? Onu kim emzirecek? Bezini kim değiştirecek? Kim sallayacak? Ağlamasını kim duyacak?”
Hüsam Adnan, her gün defalarca kez düştüğü çaresizlik çukuruna bir kez daha düşmüştür. O çukur, kimleri içine alıp kavurmadı ki. 2016’da Rus bombardımanında can veren, eşsiz vefasıyla tıp tarihine geçmesi gereken çocuk doktoru Muhammed Vesim Meaz da aynı dertlerle yüklü değil miydi? Adnan’ı, bir iki saniye içinde kaldığı o berzahtan doktor arkadaşının üçüncü ve son cümlesi çıkarır: “Annenin kalbi durdu!”
Kalbi durmuş bir anne, ölmek üzere olan iki çocuk ve doğmayı bekleyen bir bebek. Burası Suriye’nin başkenti Şam yakınlarında bulunan Doğu Guta. Zihnimize, kalbimize mıhlayarak çakalım burayı. Ölümlerden ölümün beğenildiği, ölmenin yaşamaktan evla tutulduğu, ümmetin yüzüstü, kan revan içinde ve acılarla baş başa bıraktığı direniş şehri… Molozlardan, demir liflerinden ve cesetlerden fırsat bulup başlarını kaldırdıkları her operasyonda onlarca Esed askerini, işbirlikçi Hizbullah ve İran milisini öldüren, şehirlerini ölümüne savunan bu seçkin halk, büyük bir saygıyı hakediyor.
Annenin kalbinin durduğu bildirilince Hüsam Adnan, son kez -kendi ifadeleriyle- içinden şu cümleleri geçirir: “Anne ölse bile çocuğu çıkartacağım.Ve hayatımda ilk defa... Yapamadım. Neşterim beni durdurdu. Onu masaya bıraktım ve sessizce çıktım gittim.Arkadaşım gözyaşları içinde bana şaşkınlıkla bakarak işini tamamladı.Tüm bunlar sadece birkaç dakika içinde oldu ama yıllar sürecek bir yara bıraktı. Mağlubiyet ve acizliğin açtığı bir yara...”
Bir pıtrak gibi kalbime yapışıverdi bu fotoğraf. Dikenli haliyle acı veriyor. Baktıkça, düşündükçe büyüyen bir acı. O iki çocuğun doğduklarından beri ölüme gözlerini açışlarına, mutlu mesut bir gün bile yaşayamayışlarına, elmanın, üzümün, karpuzun tadına bilmeden, korkusuz acısız parklarda çayırlarda koşturmamalarına mı yanalım, paramparça olmuş aileye mi? Yaklaşık 1 milyon Suriyelinin can verdiği bu savaş sürecinde binlerce kurban gözlerimizin önünde can verdi. Binlercesini öldürülürken, uzuvları kopmuş halde, enkaz altında toza bulanmış halde gördük. Görmenin yükü bir başka. Sorumluluk daha başka. Tahribatın tüm boyutlarına şahidiz. Asla kuşatamayacağımız, ulaşamayacağımız o kadar çok acı koridoru var ki güneyde. Gel gör ki dünya, sosyal medyanın, tüketim çılgınlığının ve umursamazlığın girdabına takılmış süratle dönüyor.
Ah Tiona ah! Nişasta bazlı şekere bulanmış, hamburgerle ve markalarla doldurulmuş fastfood hayatının obez dönemecindesin. Şu an en merak ettiğin şeyin elmalı pay tarifi olduğunu tahmin etmek zor değil. Yeni trend alışveriş merkezlerini gezerken eline Mango Passion Fruit Frappuccino alıp Güney Amerikalı bir göçmen olduğunu unutup yamanmaya çalıştığın, çakma safkan Amerikan halinle boğazladığın bebeğini çantana koyup gezebilirsin. Sen, yere kazılmış sığınaklarda çocuklara Nasr Suresini okutan yahut can vermek üzere olan oğlunun ellerini avucuna alıp kelime-i şehadet getirten ve her seferinde oğlunun fısıltısını duymak için çabalayan annenin fevkalade imanını anlayamazsın bu halinle. Evleri varil bombasıyla yahut füzeyle vurulursa enkazdan uygunsuz bir şekilde cenazesi çıkmasın diye tam tesettürlü uykuya dalan o anneleri de anlayacak halde değilsin. Yıllarca kuşatma altında açlıktan kırılan, otları bile yiyen ve sığınakta “Artık yaprağımız bile kalmadı!” diyen o kız çocuğunun annesinin içinde kopan fırtınaları ve aynı zamanda hayranlık uyandıran tevekkülünü de anlayacak vicdanını boğazlayalı çok oldu. Çaresizlik bir abide olarak karşına çıkmadı hiç.
Ah Tiona ah! Belki de sana “Ey Tiona!” deyip ses yükseltmek gerekir ama buna mecalimiz yok. Sana ahiretten, cennetten ve cehennemden bahsedeyim diyeceğim ama vicdanını acımadan boğazlayan sensin ve senin tek derdin bağırsakların. Şimdi gezeceğin çok yer vardır: Brooklyn, Queen, Bronx ve Staten… Broadway’ın ışıltılı geceleri seni bekler, Central Park’ta rap dinleyerek kısa koşular yapabilir, Manhattan Köprüsünde seyre dalabilirsin. Senin ülkende iktidarı eline alan Jonny Bravo kılıklı Trump, kurduğu karanlıklar ordusuyla, Putin de ayılardan müteşekkil taburlarıyla yaksın coğrafyaları bakalım. Kuzeyden obez halinizle çökün dünyanın üzerine. Kırın kütür kütür mazlum halkların omurgalarını. Kırın bakalım.
Şimdi Guta yerle bir… Oyuncak bebeklerin içine GPS takip cihazı yerleştirip hediye edenler o bebeklerin olduğu yerlere attılar füzeleri. Okulları, hastaneleri, camileri ve mahalleleri sistematik halı bombardımanına tabi tutan, kimyasal gazları rutin bir cezalandırma yöntemi olarak gören şeytani bir akıl var karşımızda. Çoluk çocuğun bir tavşan gibi sığındığı sığınakları hedef alıp napalmlarla yakıp kavuran vicdanları iğdiş edilmiş şerle, hastalıklı urla nasıl mücadele edilir?
5 yıl boyunca kardeşlerimiz rejimden, Rusya’dan, İran’ın milislerinden gelen her türlü zulme, kuşatmaya direndiler. Guta’nın erkekleri ve kadın birlikleri “aslanlar” gibi savaştı ama düşman o kadar ahlaksız ki dayanılacak gibi değil. Doğu Guta, düştü. On binlerce Gutalı alelacele tehcir ediliyor otobüslerle. Guta, öyle bir imtihana dönüştü ki orda kalıp direnen, açlıkla, bombardımanla mücadele eden halka bu kutlu direnişin gururu, sevabı ve kefareti; koca şehri yalnızlığa, acılara ve bir gulyabaniye dönüşmüş düşmanla başbaşa bırakmanın utancı, ikinci bir Endülüs hüznü bizde kaldı.