Ashab-ı kiramdan Abdullah İbn-i Mesud (ra) buyuruyor ki: “Elbiseler elbiselere benzeyince kalpler de kalplere benzemeye başlar.”
Acayip zamanlardan geçiyoruz. Yolda yürürken, Peygamberimizin “Müşriklere benzemeyin!” hadisini unutmuş daracık kıyafetli erkekler; “Topuklarınızı yere vurarak yürümeyin.” ayetini, “Başlarınızı deve hörgücü gibi yapmayın!” hadisini unutmuş kadınlar görüyoruz. Ve gerçekten elbiseler elbiselere benzedikçe kalplerin kalplere benzediğini müşahede ediyoruz. Gün geçmiyor ki bir kardeşimizin örtüsünü çıkardığı haberini almayalım ya da bir ilan-ı deizm ile karşılaşmayalım.
Peki, nasıl bu hale geldik?
Din, 18. yüzyılın başlarına kadar yaşamın tüm alanlarında belirleyici olmuştur. Lakin bu yüzyıl aynı zamanda modern paradigmanın tam anlamıyla hâkimiyetini kurduğu dönemdir. Modern dönemle birlikte başta Batı olmak üzere tüm toplumlarda dinin etkisi azalmaya başlamış, akıl ve bilim ölçü olmuş, eğitimden sağlığa, mimariden sanata hayatın tüm alanları bu ölçüler baz alınarak kurgulanmıştır. Modern paradigma insanlara bu ölçüleri dayatmış, bu ölçüler içinde konumlanmayan, kalpleriyle akleden, Rablerinin ilmini tüm ilimlerin üzerinde gören mümin insanlar ‘cahil’ mesabesinde görülmüştür. Hal böyle olunca bazı Müslümanlar ‘Din, bilim ve akılla çelişmez!’ tezinin ışığında İslam müktesebatı ile bağlarını koparmış, modern öğretiler etkisi altındaki akıllarına teslim olmuşlardır. Rabbimizin Kur’an-ı Kerim’de defalarca geçen “Siz hiç akletmez misiniz?” ayetini Peygamberimizin örnekliğini ölçü alan bir akıl yerine tüm dünyayı her alanda etkisi altına alan modern öğretileri kuşanmış bir akılla anlamlandırmışlardır. Bu Müslüman modeli namazla, tesettürle sorunlu, tuğyan ve tağutlar karşısında ezik, Müslüman kardeşine şedit bir insan modeli ortaya çıkarmıştır.
Modernliğin merkezinde yer alan sekülarizm ise dinin sınırlarını, mahiyetini belirleyen bir çerçeve. Bu kavram ilk defa Jacop Holyoake tarafından “Tanrı ve ahireti hesaba katmadan bir hayat sürdürme”yi ifade için kullanılıyor. Modern paradigma aslında bir unutturma biçimidir. Sistemli bir şekilde insanların tarih ve mekân belleğini hasara uğratır. Bu anlayışa göre din yaşayacaksa bile günümüze adapte edilmeli, geçmişle bağları koparılmalıdır; çünkü günümüz toplumu ileri bir toplumdur. Bu hümanist kurguya göre bu yeni insan ileri bir insandır. Geçmişle bağları devam ettirmek ancak geri, cahil bir insanı temsil eder. Ve maalesef birçok Müslüman bu paradigmadan etkilenmekte ve kendi kardeşleriyle, kendi yaşam biçimiyle kavga içine girmektedir. Modern paradigma kendi rol modellerini öne çıkarır ve bize ait olan güzel örneklerimizi unutturur. Peygambersiz ve geçmişte yaşanmamış bir din önerir.
Bu bağlamda tesettür, bu cahilî modern paradigma ile taban tabana zıt bir uygulamadır. Modern paradigma bedenin teşhir edilmesini, makbul olanın trend olan giysiye sahip olmak ve onu her platformda göstermek yoluyla cool olmayı aşılarken Rabbimiz ise üstünlüğün takva ile olduğunu, hayırlarda yarışmamızı ve cool değil sadece O’na kul olmamızı buyurur.
Modern öğretilerle yetişmiş, geçmişle bağı koparılmış bir akılla okuma yapan bir kadın pek tabiî zihninin nasıl kuşatıldığından habersiz olup bedeninin hatlarını belli eden kıyafetler giyerek, makyaj yaparak da tesettüre riayet ettiğini düşünmeye başlar. Ve belki zaman içinde başındaki örtüyü de anlamlandırmakta zorlanır, ayetleri farklı şekillerde yorumlayıp başörtüsünden de vazgeçer. Seküler yaşam biçiminin dayatmalarını içselleştirir, Rabbine kul olmak yerine heva ve hevesine kul olur, özgürleştiğini zannederken farkında olmadan cellâdının ekmeğine yağ sürer. Oysa tam bir teslimiyet içinde olan insan, nefsinin ona fısıldadıklarını elinin tersiyle iter ve fıtratının aradığı gerçek mutluluğa ve huzura erer.
Halkla ilişkiler alanının kurucusu Edward Louis Bernays hakkındaki şu anekdot insanın farkında olmadan içinde yaşadığı düzenin nasıl kölesi olduğunu göstermesi açısından çok önemlidir: Sigmund Freud’un yeğeni Bernays, Freud’un psikanaliz teorilerini kullanarak “propaganda” kavramını geliştirir ve Amerikan firmalarının satışlarını artırır. Bir Amerikan tütün firması sahibi bir gün Bernays’den satışları artırması için yardım ister. Bernays, “Kadınlar eğer erkeklere karşı özgürlüklerini elde etmek istiyorsa meydanlara çıkıp diledikleri gibi sigara içmeliler!” sloganını en iyi açıdan çekilmiş sigara içen kadın fotoğrafları ile birlikte gazetelere reklam olarak verir. Sonuçta tütün firmasının satışları beklenen seviyenin üzerine çıkar.
Günümüzde Müslüman ailelerde yetişmiş bazı gençlerin tesettüre girmekte zorlandıklarını, örtünenlerin tesettüre uygun olmayan kıyafetler tercih ettiğini, makyaj yaptıklarını görüyoruz ya da bir süre sonra başörtülerini çıkardıklarına şahit oluyoruz. Yine 28 Şubat sürecinde başörtüsü mücadelesi vermiş bazı arkadaşlarımızın örtülerini açtıklarını, daha ötesi neredeyse 40-50 yaşına gelmiş, birikimli, insan yetiştirme potansiyeline sahip kişilerin, ergen gibi imanlarını sorguladıklarını, dünyevi zevklere daldıklarını görüyoruz. Küfür alabildiğine yayılırken, kan kaybettiğimizi görmek çok can yakıcı.
Evladımız, kardeşlerimiz, hepimiz bir kuşatma altındayız. Kendimizi sorgulamamıza, nefsimizi kınamamıza vakit tanınmıyor. Haber okurken karşımıza çıkan reklamlar, bildirimler, haz merkezli kurgulanmış bu dünyanın tüm araçları heran heryerde zihnimize işleniyor. Bu kuşatmanın farkında olmalıyız. Cemaat olmanın, ailelerimizin kıymetini bilmeli, güzel örneklikler oluşturmalı, birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye etmeliyiz. Evladımızın zihninde evlerimizde yaptığımız Kur’an çalışmaları, hadis okumaları ömürleri boyunca unutmayacakları güzel anılar olarak kalmalı. Olaki -Allah muhafaza- birgün ayakları kayarsa evladımız biriktirdikleri o güzel anılarla yine İslam’a koşmalı. Bilinçli, tesettürlü ablalar ümmetin çocuklarına, gençlerine örnek olmalı. Birlikte dersler, sosyal etkinlikler yapılmalı. Evladımız full makyaj, tesettüre riayet etmeyen internet fenomenleri yerine, yalnızca Rabbine kul olmayı tercih eden ablalarını örnek almalı.
Farklı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar iklim ve kültürel etkiler nedeniyle farklı örtünme biçimlerine sahiptir. Ancak bugün sokağa çıktığımızda ya da sosyal medyada karşılaştığımız örtü şekilleri hayatımızda ilk defa karşılaştığımız örnekler. Rabbimizin emri ve Peygamberimizin sünnetiyle hiç ilgisi olmayan bu örtünme biçimlerine sahip kişiler genellikle örtülerini şık görünme kaygısıyla, evlilik için tercih edilir olmak endişesiyle ya da aile baskısıyla belirliyorlar. Bu kişilerin namaz, oruç gibi farzları da yerine getirmediklerini görüyoruz.
Kökleri ihlâslı bir imanla beslenmiş tüm ibadetler hakkıyla yapılır. Tesettür için de bu böyledir. İmanımızı Kur’an’la, Sünnet’le, Allah dostlarıyla besler, Rabbimizin rızasına mazhar olacak amellerimizde devamlılık gösterirsek O’nun izni ve lütfuyla doğru yol üzerinde kalırız.
Çok şükür ki rüzgâr Türkiye’de 20 yıldır Müslümanların tarafından esiyor. Şuan Türkiye’de tüm modern kuşatmalara rağmen tercihini İslam’ı yaşamak yönünde kullanan bir Müslüman, Cumhuriyet tarihinden beri uygulanan yasak ve dayatmalara maruz kalmadan dinini yaşayabiliyor. Dönem dönem başta Suriyeli ve Mısırlı kardeşlerimiz olmak üzere dünya üzerindeki kardeşlerimizin de bu sebeplerle Türkiye’ye hicret ettiğini görüyoruz. Bu kardeşlerimizden biri de Julia Sena. Polonyalı genç kadın Julia Sena, ateist anne ve babanın tek çocuğu. 12 yaşındayken anne ve babası ayrılıyor. Julia babasının yanında kalıyor, annesini uzun süre görmüyor. Babasının iş seyahatleri yüzünden çok zaman yalnız kalıyor. Yaşadıkları yüzünden bir boşluğa düşüyor, çok kez intiharı düşünüyor. Ailesinin ateist olmasının tepkiselliğiyle dinleri araştırmaya karar veriyor. Julia, araştırmaları sonunda Müslüman olmaya karar veriyor. 16 yaşında Müslüman olan Julia, iki yıl boyunca babasından Müslüman olduğunu saklıyor. 18 yaşına geldiğinde Julia’nın babası bir vesileyle kızınınMüslüman olduğunu öğreniyor ve onu evden kovuyor. Julia sığınacak yurt olarak kendine Türkiye’yi seçiyor. Çünkü ülkesinde dinini hakkıyla yaşayamayacağına inanıyor. Elindeki azıcık parasıyla İstanbul’a geliyor. Çaresizlik içinde bir caminin önünde ağlayıp dua ederken Müslüman bir hanım onu görüyor ve yardım elini uzatıyor. Elindeki azıcık parasıyla bir yurda yerleşen Julia Sena, İngilizcesi sayesinde bir danışmanlık firmasında iş buluyor. Bir süre sonra Müslüman bir gençle evlenip yuva kuruyor. Julia Sena’nın imanından neşet eden tesettür biçimi ise örnek alınmaya değer.
Bir zamanlar satanist iken İslam’ı tercih eden Wendi’nin hikâyesi ya da tesettüre girmesi nedeniyle çalışma ortamında mobbinge uğrayan, bu yüzden iş teklifleri teker teker azalan mimar Aslı Doğanay’ın hikâyesi ve bunların benzeri daha yüzlerce hikâye de Müslüman hanımların, çocuklarının mutlaka takip etmesi gereken tecrübeler.
Yıllardır muhafazakâr bir iktidarın egemenliği altında yaşamaktan bıkmış ama ekmeğini de onlar üzerinden çalışmalarla kazanan Ruşen Çakır gibileri, kanallarına başörtülerini açan kadınları çağırıp İslamcılığa karşı propaganda yapıyorlar. Sosyal medyada İslam’ı seçenlerin, örtünenlerin hikâyeleri yerine açılanların hikâyeleri öne çıkarılıyor. Müslümanlar olarak bu propagandalara karşı uyanık olmalıyız. Ye’se düşmemeliyiz. İslam kardeşliğinin, ailelerimizin kıymetini bilmeliyiz lakin modern paradigmanın yıkamadığı en önemli kaleler dinimiz ve ailelerimiz. Rabbimizin bize verdiği bu nimetlerin farkında olmalı ve ergen gibi dinimizi sorgulamak yerine çocuklarımızın ve ümmetin geleceği için Rabbimize kulluğumuzu hakkıyla yerine getirmeli, tebliğ ve davet çalışmalarımıza dört elle sarılmalıyız.
“Rabbimiz bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi saptırma, bize tarafından bir rahmet bağışla. Hiç kuşku yok,lütfu bol olan yalnız sensin.” (Âl-i İmran, 8)