Terör fitnedir; üretilmiş beşerî kimliklerin üzerinde yeşertilen düşmanlık tohumlarını sınırları belirsiz bir zaman dilimine yaymak, süreçten çıkar elde eden elit kesimlerin pragmatizmi uğruna haksız yere nice canlara kıymaktır. Terör hiçbir zaman tek taraflı olmamıştır. Tek bir yönden esmemiş, bu rüzgarın hep en az iki tarafı olmuştur. Bazen taraflar, kendi inisiyatiflerini yitirmiş bir biçimde kuklacıların esiri olmuşlardır. Kuklacıyla birlikte hareket ettikleri ve tüm melekelerini kuklacıya borçlu oldukları halde, bazen ona kızar gibi yapmış ama aslen hep gücünün yettiği unsurlarla çıkar savaşları gütmüşlerdir. Bu çıkar savaşlarını yürütürken geri adım atmanın, aklı selime dayalı çözümler üretmenin imkan olmaktan çıkması, aslında güdülen hedeflerin kuklacının memnuniyetini de esas almasından kaynaklanmaktadır.
Adına Türk-Kürt çatışması denen olgu, Türk ve Kürt egemen unsurların birbirlerinden beslenerek büyüttükleri, gerçek hedefleri kendileri olmaktan ziyade, kendi iktidarlarını pekiştirme amacına matuf bir sürecin adıdır. Bunu gizlemelerindeki başarının kaynağı ise, her iki tarafın da resmi söylemlerinin psikolojik savaşları besleyebilme kapasiteleri ve vahyi-fıtri hakikatlere sırt çevirmiş müdavimlerinin anı ve geleceği kavrayabilmedeki yetersizlikleri, duyargalarının yüzeyselliğidir.
İngiliz emperyalizminin çıkarları doğrultusunda oluşturulan ulus devletlerin merkezindeki "Kürt sorunu"da, o ulus devletleri ellerinde tutan elitlerin sığ, zalimane, fıtrattan uzak seküler kimlik yapılarının çıkarlarıyla birebir örtüşen bir çerçeveye haizdir. Kürt sorununu, Kürtlerin kimliklerini dışlama üzerine konuşlanmış bölgesel ulusalcılıkların inkarcı politikaları beslediği gibi, bu beslenme süreçlerinden elbette emperyal güçlerde kendilerine haiz faydaları kotarmayı bilmişlerdir.
"Güçlü dış düşmanlarımız" edebiyatına yaslananların da görmekte zorlandıkları, daha doğrusu itikadları gereği inkar ettikleri en öncelikli hakikat budur. Sorunları çözmeyi becerememenin, dışarıdan gelen güçlü etkilerden ziyade, o sorunları aslında hiç de çözmek istemeyişte yattığı görülememektedir. Fıtrattan ve Rabbimizin koyduğu evrensel yasalardan uzak, çatışma ve düşmanlıkları besleyen yaklaşımların sorun çözmek değil, pragmatik dünyevi çıkarları savunmak adına önce yakın "düşmanları", ardından tüm insanlığı yok etmek üzerine kurulu bir felsefe/dünya görüşü olduğu görülmek durumundadır. Nasıl ki ABD'nin pervasız saldırganlıklarının dünya üzerinde bir ABD imparatorluğu kurma arzusundan kaynaklandığını görebiliyorsak, ve bu ilerleyişin insanlığı yok etme pahasına sadece çıkarlara dayalı emperyal bir iktidar süreci olduğunu ortak bir bilinçlilik haliyle kavrıyor, buna nefretle bakıyorsak, aynı hassasiyeti tağuti tüm otoritelere karşı göstermekle yükümlüyüz. "Bazı zalimler haklıdır, (ya da gücü biz yönlendiriyorsak haklıyız) bazıları ise haddini aşmaktadır" mantığını fıtratımıza ekilmiş yasalar nasıl reddediyorsa; tutarlılığı kendinden menkul, sadece "öteki" karşıtlığına endekslenmiş bir duruşun dünyayı adalet ve tevhid üzere inşa edemeyeceği görülmelidir. İşlerine geldiğinde suni bir ABD karşıtlığına yaslananların, aslında tam da egemen güçlerin arzu ettikleri reflekslerle hareket ederek, onun değirmenine su taşımaları da bu gayri fıtri ve pragmatik bakış açılarından kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısını bazen geleneksel mezhebi, gaybi, felsefi kültürlerden üretilegelen dürtüler, bazen ve çoğunlukla da modern milliyetçi, ulusalcı, seküler çelişkiler batağındaki refleksler beslemektedir. Bu zincirlerden kurtulup vahyin ikliminde bir özgürleşme mücadelesi verilmedikçe, nefsi sapkınlıklardan toplumsal histerilere kadar uzanan ve siyasal perspektiflerimizi de pragmatik-tağuti ilkesizliklerle kirleten zihinsel ve kültürel bağlardan kurtulmak da imkansızlaşır. Düşmanlık, kin, nefret ve kaos ortamlarını besleyen bağnazlıklara da "dur" demek zorlaşır. Gün gelir, bu ortamları meşrulaştıran gelişmeler kıskacında ıslah olmanın da imkanlarını ortadan kaldıran ve sadece bir var ya da yok olmak arasındaki kısır döngüye mahkum edilebiliriz. Maalesef bugün yapılan tartışmalar, yayınlar, siyasi açıklamalar ve bunlara yönelik alkış tutmalar bu süreci hızlandıran bir yönelimi ortaya koymaktadır.
"ABD, PKK, Barzani ve Talabani Terörü Besliyor!" Peki Ya Ulusalcı Politikalar?
Terörün beslenmesi ve büyütülmesinde tek bir oluşumun varlığına atıfta bulunmanın bizi yanıltacağını yukarıda belirtmiştik. Hele ki bu unsurlar birbirlerinden besleniyorsa. Yıllar yılı Kürt kimliğini inkardan bölge halkının insanca yaşam taleplerini ortadan kaldıran uygulama ve yaklaşımlara kadar belli bir politikayı sistematik tarzda uygulayagelenler, 25 yıldır bu sürecin tüm günahını ürettikleri bataklıktan beslenenlere yüklüyorlar. Peki bu söylem onları aklamaya yetiyor mu? Yetmiyor, çünkü uygulamada bataklığı mümbit hale getirenlerin kendileri olduğu ve bunun devamından yana olduklarını açıkça izhar ediyorlar. Her daim çözümden bahsediyorlar ama çözümün içinde yer alan "barış" "istikrar" "insanca yaşam" "kültürel haklar" vb. kavramları dillendirenlerin kimlikleri ve konumları ne olursa olsun, hatta başbakan bile olsalar çanına ot tıkamayı kendilerine şiar edinmiş bir politikayı takip ediyorlar. Politikalar üretebilen, inisiyatif belirleyebilen büyük bir devlet olunduğuna ilişkin vurgular yapmaktan haz duyuyorlar ama "Kürt sorunu" ile "teror"ü, yani PKK ile kendi vatandaşları olan ve çoğunluğunun kendi sınırları dahilinde yaşadıklarını çok iyi bildikleri Kürtleri birlikte zikretmekten de aynı oranda keyif alıyorlar ve "terör ve Kürt kimliği bağlantısı"nı sözde "çözümün dili" olarak kullanmaktan bir an bile geri durmuyorlar. Mesela aslında sistem içi çözümlerde pratik faydalar sağlayabilecek ve bölgedeki itibarını artırmış AK Parti ile birlikte hareket ederek düzeni sağlama çabası gütmektense, aksine PKK ile aynı bakış açısından hareketle AK Partili tüm süreçleri baltalama, hatta mümkünse AK Parti'yi tümden ortadan kaldırma hedefini pervasızca uygulamaya geçirebiliyorlar. Ve bunun adını da ulusal duyarlılık ve vatanseverlik koyuyorlar.
İşte PKK da bu süreçten kendi payına düşeni kapma cihetine yöneliyor. Seçimlerden güç kaybederek çıkan DTP'nin İmralı'daki rehberi bayram mesajında "AK Parti'nin bölgede kendi Hamas'ını inşa ettiği'"ne dair büyük bir projeyi açık ederken(!), düne kadar milletvekili sıfatlarına rağmen kafalarında polis telsizlerinin patlatıldığı günleri unutmuşçasına, bugünün nimetlerini ellerinin tersiyle iterek AB süreci, görece özgürlükçü ortamlar, kazanılmış bir takım hakları hiçe sayarcasına, militer süreçlerin hızlanacağını bile bile seçim öncesi basiretsiz siyasal açıklamalar, bombalamalar, MHP'nin meclise girişini kolaylaştıran tavırlar geliştirmekten imtina etmiyorlar. Kafalarının karışık olduğu ve kendi içlerinde farklılaşmaların yaşandığı söylemlerine inat, aslında tam da belirginleştirilmiş siyasetlerin uzmanlarını ortaya koyduklarını ispat ediyorlar. Tek bir farkla ki, oda bu siyasetlerin kendi merkezlerinden mi yoksa bölgesel güçlerin mutfağında pişirilip servis edilen üretimlerden mi sadır olduğunun belirsizliği eşliğinde.
ABD, Ellerini Ne Kadar Ovuştursa Azdır
"Hangi taraf ABD'ye daha yakın duruyor?" diye bir araştırma yapılsa, tencere dibin kara tarzı bir sonucun ortaya çıkması şaşırtıcı olmaz elbette. ABD'nin şu an İsrail'le birlikte bir Kürt devleti kurmakla meşgul olması ve PKK'ya verdiği aleni destek, Türkiyeli ulusalcıları sanki söylemlerinde daha tutarlılarmış gibi bir konuma sokuyor. Halbuki tabloya kuşbakışı baktığımızda hiç de öyle görünmüyor. Kuklacı dengelere oynadığını alenen ortaya koysa da mesela Irak lojistiğinin yüzde yetmişbeşini sağladığı İncirlik'e ilişkin herhangi bir riskin ortada olmadığını o da görüyor. Ortalarda dolaşan kısık sesli meydan okumaların, kendisine çok da dokunmayacağının ve asli mecrasına erişip, iç siyasete ilişkin dengeleri değiştirmeye aday yönelimlerin daha da belirginleşeceğinin o da farkında.
Şunu unutmamalıyız ki ne Türkler ne de Kürtler emperyalistlerin umurunda. Ama her ikisinin de eline gereken kozları verme ve bölgesel hedefleri gerçekleştirme yolunda da hızlı adımlar atıyorlar.
Ne tesadüf, ulusalcı stratejisyenlerin kanal kanal dolaşarak TSK'nın itibarını kurtarmaya çalıştıkları, Talabani'nin oğluyla üst düzey askeri bürokratların birlikte katıldıkları ve çok da önem atfetmememiz gerektiğini salıverdikleri meşhur Hudson toplantısında konuşulanlarla, bugün işleyen süreç ne kadar da benzerlikler arzediyor. Hatırlanacağı üzere o günlerde medyadan dışa yansıyanlar, "PKK'nın ülkede infiale neden olacak eylemler gerçekleştireceği; Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük illerde orduyu, 'PKK'ya öldürücü darbeler vurmaya' çağıran mitingler yapılacağı, ardından da Türkiye'nin binlerce askerle Kuzey Irak'a gireceği" idi.
Bugünlerde kanallarda arzı endam eden ulusalcı uzmanlar, her türlü komplo teorisini bol keseden tartıştıkları halde, her nedense içinde TSK'nın da yer aldığı böylesi bir tesadüfe ilişkin tek söz etmiyorlar! Güttükleri yegane taktik; PKK-ABD ilişkisinin vahameti, Kürdistan haritaları, Ermenistan'ın emelleri üzerine klasik uluslararası tezleri dillendirmek. Sanırsınız ki bir sonraki cümlede uluslararası boyutta ne yapılması gerektiği, ne tür siyasetlerin derlenebileceği ve çözüme ilişkin olasılıkları sıralayacaklar. Ama öyle olmuyor. Sanki bütün seçenekler tüketildi, çok başarılı politik hamleler yapıldı da sıra içerideki günah keçilerine geldi. Varsa yoksa muhalif kesimler, demokrasi, insan hakları, özgürlükler, kültürel haklardan bahsedenler. İnsanca yaşamı talep etmek "terör" değirmenine su taşımak anlamına geliyor. Ama bizatihi bu söylemin zihinleri ve toplumu terörize ettiği, ifsad ettiği, tüm gelişmeleri güvenlik eksenli paranoik bir söyleme kurban ettiği gözlerden ırak tutuluyor.
Barzani-Talabani ikilisinin ABD taşeronluğunu görmekte mahir olan aynı kesim, söz TC'nin taşeronluğuna geldiği zaman TSK'yı atlayıp, geçmiş ve bugünkü hükümetleri suçlamakta oldukça usta. Hitabetleri tiyatroculara taş çıkartıyor ama yeri geldiğinde güçlü devlet geleneğinden dem vurup, bu güçlü geleneğin hatalarının yegane müsebbiplerinin ellerine kırmızı kitaplar tutuşturulanlardan ibaret olduğu yutturmacasına kendilerini bile inandırıyorlar. Sanırsınız ki Çekiç Güç, incirlik, askeri stratejik antlaşmalar orduya rağmen oluşturuldu. Erdoğan'ın Yahudi lobilerince taltif edildiğine ve buradan gereken dersleri çıkartmamız gerektiğine vurgu yaparlarken, mesela Çevik Bir'in hangi salonlarda "ne edildiğine" ilişkin en ufak bir değiniye rastlayamazsınız!
Ne güzel! 80 yılı hiç konuşmayacaksın; son 25 yılın hesabını hiç sormayacaksın; terörle mücadele adı altında yürütülen çeteleşmelere, halkı galeyana getirme amacıyla patlatılan bombalara, harcanan trilyonlara, nesli yok eden icraatlara değinmeyeceksin; ama ödenen ve daha vahimiyle ödenecek olan bedellerin faturasını daha şimdiden "behemehal koparılması gereken kafalara" keseceksin.
CIA-MOSSAD uzmanlarına gün doğdu. Ne yapsak da toplumsal kaos çıkartsak diye haftalarca kafa yormalarına gerek yok. Bunu onlar adına toplumsal cinneti örgütleyenlere ve katılımcılara müteşekkir olan Genelkurmay yeterince yerine getiriyor zaten. Basın boş durmuyor, bir yandan sadece PKK'ya değil, Kuzey Iraklı Kürtlere de gereken dersin verilmesini pompalayıp ateş topunu oradan oraya sallarken, diğer yandan oluşturdukları cinnet havasındaki günahlarını örtme telaşıyla "Aman provokasyonlara gelmeyelim!" edebiyatına sarılmayı da ihmal etmiyorlar. "Sağduyu" kelimesinin en büyük düşmanları ateş bacayı sardığında pişkince "toplumsal barış havarisi" kesiliveriyorlar.
Anayasa Tartışmaları Güme Gitti! İslami Duruş da!
Böylesi bir süreçte özgürlükçü anayasadan, onun kutsadığı ve değiştirilmesinin teklif dahi edilemediği dogmalarından söz etmek ne mümkün. Bugün her biri birer slogan halinde sokaklarda atılıyor. "İsteyen buyursun, tartışsın" dercesine, her türlü aklı selim davetine meydan okurcasına. "Sokağın baskısı"da böyle bir şey olsa gerek. "Mahalle baskısının kulakları çınlasın! Baskı dedin mi böyle olacak. Generallerden taltif alacak, olur alacak. "Barış" mı dedin? Kimin dediğine bağlı; askerlerden sadır olması mümkün mü? Olsa olsa zayıflık göstergesi olur. Kiminle barışacaksın? PKK'ya mı? "Hayır, toplumsal barıştan söz ediyoruz." deseniz, "Durun bakalım, bizim çocuklar biraz kırıp döksün, camı çerçeveyi indirip, linç duygularını tatmin etsin, gerekirse o çağrıları da biz yaparız!" dercesine kan dökmeye, kin ve nefreti artırmaya ne varsa bu çağrılarda mündemiç. Dış güçlere ne hacet! Peki o zaman işlerine geldiğinde aman "yurtta sulh" dedirten, işlerine geldiğinde etnik histerileri körükleyen bu çağrılar kime? "Koş" dediniz mi koşmaya, "dur" dediniz mi durmaya hazır kitlelere mi? Peki bu durumda provokatörler de kim oluyor?
Laf cambazlarına göre Güneydoğu'da Ramazan günü sigara içenleri huzursuz edenlerin bizden birilerinin olması mümkün değildir ama Güneydoğu'ya giden otobüsleri durdurup da zorla İstiklal Marşı söyletenler artık sabırları taşmış olanlardır! Bu öylesine bir süreçtir ki, en soğukkanlı zannettiklerimizi bile içine katar götürür. Bir gün önce sağduyu çağrıları yapan liberal demokrat yazarımız, bir gün sonra "Protesto gösterilerinde neden başörtülüler yok?" diye sorar. Kısa bir süre sonra da yazarımızın yüreğine su serpecek gelişmeler sadır olur duyarlı toplumumuzdan. Artık her kesim yediden yetmişe ayrım gözetmeksizin koroya dahil olur. Abiler, ablalar, hocalar, kanaat önderleri derken, ne kadar sistem mağduru, katsayı adaletsizliğine duçar olmuş, başındaki örtüyle orduevine alınmayan itilmişimiz varsa, itilecek birilerini bulmuş olmanın verdiği mutmainlikle sarılır celladının tabularına. Zalimiyle mazlumuyla, Müslümanı kafiriyle ortak düşmana esip gürlemenin dayanılmaz cazibesi sarıverir herkesi. "Şehitlik" "bayrak" "vatan", "ulusal çıkarlarımız" tüm kutsallıklarıyla çöküverir önce mütefekkirlerimize, sonra da takipçilerine.
Ne diyelim; "İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri de helak etme ya Rabbi!"