İslam düşünce mirası içerisinde Haricilikle başlayan tekfirciliğin pek çok veçhesi bulunmaktadır. Müminlerle kâfirler arasındaki hukukun belirlenebilmesi; İslam toplumunda Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki ilişkinin, kanunlar ve toplumsal düzen önünde net çizgilerinin oluşabilmesi için “tekfir” bir hukuki terim olarak zorunludur. Rabbimiz, hayat rehberimiz olan Kur’an’da bu hukukun çizgilerini net bir şekilde ortaya koyarken, tarih içerisinde zorunluluklar ve gereksinimleri dikkate alan fıkıh kurumu da savaşlarda ve barış ortamlarında bu ilişkinin çerçevesini çizmeye gayret etmiştir. Çeşitli mezhepler, fıkıh ekolleri arasında bu konuda, yani çizginin nerede çizileceği, irtidat mevzusunun keyfiyeti gibi hususlarda ihtilaflar mevcut olsa da bunların tamamı fıkhın alanında ve devlet otoritesinin varlığında tartışılacak konulardır.
Bugün, İslam ümmetinin paramparça olduğu, kavramlarımızın içinin boşaltıldığı ya da değiştirilmeye çalışıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Müslümanlar bulundukları coğrafyalarda özgür olmadıkları gibi çeşitli ulus devletlerin egemenlikleri altında, birbirlerinden kopuk halde hayatlarını sürdürüyorlar. İçinde bulunduğumuz bu durumdan kurtulmamız için yüz yıldan fazla bir zamandır Müslümanlar hem teorik anlamda hem de sömürgeciler ve onların işbirlikçi iktidarlarına karşı büyük, özverili ve fedakâr bir mücadele içerisinde bulunuyorlar.
Afganistan, Irak, Kafkasya, Doğu Türkistan gibi işgalci kâfirlere karşı verilen mücadelenin yanı sıra, Suriye’de olduğu gibi yerli tağutlara karşı da cihad edildiği bir vasatta karşımızda duran en büyük tehlike şüphesiz tekfirciliktir. Bu anlayış, yukarıda ifade ettiğimiz şekliyle “hukukun belirlenebilmesi için fıkhın alanına” işaret eden ilmî bir münazaranın çok ötesindedir. Tekfircilik başlı başına “çeşitli sosyal ve psikolojik arızalar”dan mülhem bir anlayıştır ki, yazının konusunu da İslam düşünce mirasında güçsüz olduğumuz çeşitli zamanlarda zuhur eden bu müstakil anlayış oluşturmaktadır.
Tekfircilik İslami Bir Anlayış Değildir!
Müslümanlar yaşantılarında, sözlerinde, hareket ve amellerinde tek bir gayeye hizmet etmeye çalışırlar: Allah’ın rızasını kazanmak. O’nun dininin, resullerinin adalet ve barış çağrısının gereği olarak yeryüzüne İslam’ın hâkim kılınması gerektiğine, gerçekte adil bir dünyanın ancak bu şekilde kurulabileceğine iman ederler. İçlerinde kâfirler ve zalimler olsalar dahi, İslam’ın mesajının tüm toplumlara ulaştırılması gerektiğine inanırlar. Bu sebeple, tebliğ ve davet ihtiyari değil itikadi bir zorunluluktur. Bu ise tüm insanlara ve toplumlara karşı iyi niyetli ve davetkâr bir tutumu gerektirir. Yeryüzündeki tüm kullar Allah’ın yarattığı insanlardır ve davete muhataptırlar. Bu durum, zalimlere karşı yürüttüğümüz cihadımızda bir zayıflık değil, bilakis güçlülüğümüzün kanıtıdır. Zira Müslümanlar, yeryüzünde istikbara, mevki ve saltanata değil adalete ve tüm insanlığın kurtuluşu için Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak “otorite”ye talip olurlar. Bu sebeple Müslümanların aralarında yaptıkları tüm münazara ve istişareler, Allah’ın dinine hizmet etmek için yapılmış iyi niyetli çabalar olmalıdır.
İçinde bulunduğumuz bu zorluk ve kuşatılmışlık döneminde yeniden zuhur eden tekfircilikte ise “iyi niyet” asla yoktur. Tekfircinin tüm çaba ve gayretleri düşmanlarımıza değil, Müslümanlara yöneliktir. Müslümanlar yaptıkları amellerin kimin çıkarına olduğuna, Allah’ın dinine hizmet edip etmediğine dikkat etmek durumundadırlar. Tüm enerjimizi alan, zulmün egemenliğine karşı sürdürdüğümüz mücadelemizde zaaflar oluşturan, gücümüzü ve dirliğimizi bozarak bizleri bölen tekfircilik uru, İslam düşüncesi içerisinde üretilmiş, Kur’an ya da sünnetten beslenen değil; bilakis zaaflarımızı çok iyi bilen düşmanlarımız tarafından üretilmiş kötü niyetli bir anlayıştır.
Tekfircilerin kendilerini Kur’an’dan ya da sünnetten delillerle desteklemeye çalışmaları, onların İslami bir yaklaşım içerisinde olduklarına işaret etmez. Nitekim oryantalistler, Kur’an çalışmaları yürüten Hıristiyan akademisyenler ya da İslam’ın mesajını çürütmek için çalışan ateistler de delillerini kitap ve hadislerden ya da İslam tarihinden bulmaya çalışmaktadırlar. Tekfircilerin çabalarıyla zihinleri kirletilmiş samimi fakat cahil Müslümanları tenzih ederiz. Çünkü bu kişiler neye hizmet ettiklerinin farkında olmadıkları gibi, kendilerini, içinde yaşadıkları toplumla, İslami cemaat ve gruplarla tefrik ederek çok daha ihlâs ve takva sahibi oldukları zehabına kapılma cehaletini göstermektedirler. Binaenaleyh, tekfircilik İslam düşünce mirasından tevarüs etmiş bir algılayış değil, dışarıda üretilmiş ve damarlarımıza zerk edilmeye çalışılan harici bir mikrop olarak görülmelidir.
Toplumumuzda yanlış bir kanaat olarak tekfirciliğin Selefi düşüncenin içerisinden çıkmış bir anlayış olduğu hâkimdir. Şüphesiz bu anlayışın oluşmasında Selefiliğin diğer ekollere göre çok daha net bir şekilde “el vera vel bera” akidesini, yani Allah’ın dostlarına dost, düşmanlarına düşman olma konusunu işlemiş olmaları, hurafe ve bidatlere karşı tavizsiz olmaları ve bunun sonucu olarak diğer geleneksel ekollere göre daha fazla eleştirel bir üslup kullanmaları etkilidir. Fakat açıkça ortaya koymamız gerekir ki, tekfirciler her ne kadar Selefi âlimlerin eserlerinden istifade etmişlerse de bu onların kötü emellerini gerçekleştirmek için “daha etkili” bir argümana ihtiyaç duymalarından kaynaklanmaktadır.
Nitekim Şeyhülislam İbni Teymiyye, Muhammed b. Abdulvahab gibi âlim ve öncü şahsiyetlerin eserleri en az “şirk, tevhid, tağut, irtidat” gibi konular kadar “tekfirde ölçü, Müslümanın şahsiyeti, Müslümanların ittihadı” gibi konuların derinlemesine incelendiği nadide yapıtlardır. İbni Teymiyye tekfirciyi tanımlarken şu ifadeleri kullanmıştır: “Bunlar gele gele ana babalarını da tekfir ederler ve en sonunda Müslüman olarak kendilerinden başka kimse kalmaz.”
İbni Teymiyye’nin tekfir konusundaki görüşü, Müslüman bir âlimin ferasetini ortaya koymaktadır: “Tekfir hususunda Hz. Ali’nin Haricilere muamelesi, bize bu meseleye nasıl yaklaşmamız gerektiği hususunda önemli dersler vermektedir. Peygamber Efendimiz (s) ilerde gelecek belli bir taifeden söz etmiş ve onlar hakkında ‘Onları bulduğunuz yerde öldürün!’ ve başka benzer sözler sarf etmiştir. Hz. Ali, onun zamanına yetişen sahabeler, tabiin, tebe-i tabiin, müçtehit imamlar ve müteahhirun ulema ihtilaf etmeksizin bu taifenin Hariciler olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ali, bizzat Peygamberin (s) ‘Onları öldürün!’ dediği kimseleri dahi tekfir etmemiş, onlara kâfir dememiştir. Kaldı ki, bu adamlar bizzat Ali’ye ve kendileri dışında kim varsa hepsine kâfir diyorlardı. Buradan anlıyoruz ki, Hz. Ali onları düşünceleri nedeniyle tekfir etmediği gibi yine düşünceleri nedeniyle cezalandırmamıştır. Onlar, Müslümanların can, mal ve ırzlarına musallat olunca onları cezalandırmak zorunda kalmıştır. Çünkü Hariciler kendi mıntıkalarında yaşarken Ali onlara müdahale etmedi, ne zaman ki beldelerinden çıkıp mal ve cana kast ettiler Ali o zaman onlara savaş açtı.”
Selefiliğin içerisinde İslam’a ve Müslümanlara savaş açmış sömürgecilere ve onlara kucak açan tağutlara karşı değil, bütün mızraklarını, Müslümanlara özellikle de Allah yolunda cihad eden ve önemli bir kısmı da Selefi akideye mensup mücahidlere karşı fırlatan bir zümre de bulunmaktadır. Bu çevreler Irak işgalinde mübarek toprakları ABD istilacılarına açan Suudi hanedanını meşru otorite olarak kabul ederken, Abdullah Azzam gibi tüm hayatını İslam’ın yolunda hizmetle geçirdikten sonra şehadetle noktalayan önderleri Müslüman olarak dahi görmezler. Onlara göre Azzam’ın tevhid akidesini bildiğine dair bir bilgileri yoktur. Öyle ise “Azzam gibi, Müslüman halkları tekfir etmediği için Usame b. Ladin ve Mübarek diktatörlüğü döneminde Mısır halkını sivil itaatsizliğe çağıran, onları sendikal mücadele, öğrenci birlikleri kurma gibi yöntemlerle direnişe teşvik eden tüm mücahidler de batılın sancağı altında savaşan kişilerdir ve kâfirlerdir.”
Böylesi bir akıl tutulmasını anlayabilmek tabii ki kolay değil. Bu kişilere göre kişinin Müslüman olduğunu ikrar etmesi, bu yolda mücadele etmesi dahi hüccet değildir. Herkesin akidesini önce bu kişilerin önüne getirmesi, test ettirmesi, onların onayına sunması gerekmektedir. Görüldüğü üzere tekfirci, İslam’ın düşmanlarıyla değil, düşmanlarımıza söz ve amelleriyle zarar verme istidadında olan kişilere düşmandır.
Selefi âlimlerin çağımızdaki önemli isimlerinden Makdisi bir hatırasını şöyle aktarıyor: “Pakistan’da iken tekfircilerden bir grup Bin Baz’ı tekfir ediyorlardı. Bin Baz’ı tekfir etmeyenleri tekfir ediyorlardı. Aynı şekilde silsileye devam ediyorlardı. Bana, Bin Baz’ın durumunu sordular dedim ki: ‘Bu gibi muayyenlerin kâfir olup olmama konusunu bırakıyorum. Allah Resulü (s) şöyle buyurmaktadır: insanlar Muhammed, ashabını öldürüyor demesinler.’ (Buhari) Bugün insanlara tağutları, ordularını, askerlerini tekfir etmek ağır geliyor ve hazmedemiyorlar… Dolayısıyla bu aşamada onlarla meşgul olmamızın gerekli olduğunu düşünmüyorum… Bu sözümü beğenmeyip beni tekfir ettiler. Ben muvahhid bir gruba Cuma namazı kıldırdım. Beni tekfir etmiyorlar diye arkamda namaz kılan herkesi tekfir ettiler. Arkamda namaz kılanları tekfir etmeyenleri de tekfir ettiler…”
Tekfircinin Ahlakı Yoktur!
Tekfirci, Kur’an ahlakıyla ve Allah’ın merhamet nazarıyla bakmadığı için kendi nefsani arzularının esiri olmuştur. Bütün bir toplumun ıslahı ve Allah’ın dininin hâkimiyeti için çalışmak beraberinde büyük zorluklar getireceği için toplumun tamamını küfürle itham ederek “ötekileştirmek” hem daha kolaydır hem de kendi içinde bulunduğu durumu temize çıkarttığı için daha caziptir. Böylece kendisini tüm insanlardan farklı ve özel bir yere ait hissederek “yapay” bir özgüvene ve büyük bir kibre sahip olur.
İlim ve faziletten yoksun olduğu için, tüm toplumu küfürle itham ederek kendince hukuk ihdas edebilir. Böylece kâfir olarak gördüğü kişilere karşı, dininin maslahatı gereği “yalan söyleyebilir”, “hırsızlık yapabilir”, hatta “tecavüz dahi edebilir”. Kendisini Allah’ın yolunda seçilmiş ve özel bir yerde gördüğünden, düşmanlarına yani Müslümanların hatta mücahidlerin de dâhil olduğu tüm topluma karşı savaşta her türlü hilenin yapılabileceğini düşünür. Yalan söylemek ona göre, kandırmak değil, savaşın maslahatı gereği yapılabilecek bir tercihtir. Devlet tağut olduğu ve toplum kâfir olduğu için tüm malları çalınabilir, yenebilir hatta bu durum, savaştaki ganimetler kategorisinde değerlendirildiği için bu amelleri yapanlar sevap dahi kazanabilirler. Tüm toplum bir zamanlar Müslüman olup, şimdi kâfir olduğuna göre çalınan malların ganimet sayılabildiği gibi, pekâlâ elde edilecek kadınlar da “cariye” hükmünde görüleceğinden onların ırzlarına tasallut etmek de kötülenecek bir iş olarak görülemez. Onlar için “cariye hukuku”, kadınların mürted, Ehl-i Kitap ya da başka bir inanca sahip olmasının hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü tekfirci çirkin amellerini icra ederken Kitab’a ya da nebevi sünnete değil, şehevi arzularına itibar eder. Ona göre vahiy ve siyer kaynakları hayatını belirli bir disiplin içerisinde tanzim edeceği rehber değil, kendi habis çıkarlarını hayata geçirmek için birer materyalden ibarettir.
Sakın verdiğimiz bu örneklerin birer faraziye olduğunu zannetmeyin. Tekfircilere ahlaksız sıfatını yakıştırmamızın sebebi, ne yazık ki bunların birer faraziye olmanın çok ötesinde, isteklerini özellikle de “güç ve fırsatı”nı ele geçirdikleri her müsait zemin ve zamanda uygulamaya koyuyor olmalarındandır. İslam’ın savaş hukukundan ve ahlakından bihaber, bu gibi nefislerinin kölesi olmuş kişilerin, bu çirkin amelleri icra ederken “hile-i şeriyye” gibi arızalı bir yaklaşıma dahi ihtiyaç hissetmedikleri apaçık ortadadır. Arkadaşlarını tekfir ederek, eşlerine nikâhlarının düştüğünü telkin eden, sonra da bu hanımları kendi nikâhına geçirip ortada bırakan sapkın bir anlayışın müntesipleri için “ahlaksız” sözünün kifayet etmediği ortadadır.
Ebu Muhammed Makdisi şöyle diyor: “Bu boş laflar (müminleri tekfir etmek) ancak cahilleri etkiler. Bunlardan dolayı kanlar dökülür, namuslar helal kılınır. Mallar yağmalanır ve bütün ümmet cihadi hareketten nefret eder. Böyle bir durum ancak Allah düşmanlarını sevindirir. Hakkın ortaya çıkması konusunda bir şey veremezler. Susamış kişinin su sandığı, ama yanına geldiğinde su değil, zehir olduğu hamasi sözlere ve genellemelere ihtiyacımız yoktur.”
Tekfircilerin hedefinde İslami mücadele vardır. Onlar ümmetin izzetini yeniden yakalayabilmesi, Kur’an neslini inşa ederek kendi toplumlarını ıslah etmesi çağrısına karşı amansız bir savaş yürütmektedirler. Bu yolda her türlü yalan, hile ve desiseye başvurabilirler. Şia’nın Sünni otorite içerisinde kendi varlığını koruyabilmek için ürettiği arızalı “takiyye” düşüncesi nasıl zamanla “akidevi” bir hal alarak patolojik bir vakıaya dönüştüyse, bu kişiler de “yalan” ve “iftira etmeyi” tabii bir davranış biçimi olarak görmektedirler. Zayıf oldukları zamanlarda, kendi akidelerini ve çirkin hallerini örterek Müslümanlara yaklaşmakta, her türlü suiistimali gerçekleştirdikten sonra şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında “Müslümanları kandırmada ne kadar maharetli” olduklarıyla övünmektedirler.
Sonuç olarak tekfircilik kaba, ilimden yoksun, adalet duygusundan nasipsiz insanlar yetiştiren sosyal bir hastalıktır. Düşmanlarımız tarafından beslenmekte; İslam ümmeti içinde bir ur olarak hususi yöntemlerle büyütülmektedir. Bu psikolojik rahatsızlığa duçar olmuş, bireyci, kibirli, sahte özgüven sahibi kişiler İslam ahlakı ve vahyin tertemiz mesajıyla tedavi edilmelidirler.