Yeryüzü, Haftaya Bakış ve Değişim dergilerinden tanıdığımız Ahmet Özcan, bu dergilerde neşredilen yazılarını arka arkaya kitaplaştırarak, düşünce serüvenini izleyen okurlarına daha kalıcı ve bütüncül bir pencereden seslenme imkânına kavuştu.
"Sessizlik Senfonisi", "İslami Uyanıştan İslami Harekete" ve "Derin Devlet ve Muhalefet Geleneği" isimleriyle kitap haline getirilen dergi makaleleri, yazarının ifadesiyle "hâlâ okuyan, düşünen, tartışan, kendisi, toplumu ve ülkesi üzerine kafa yoran /.../ insanlara" bir tartışma zemini hazırlamak amacını güdüyor. "Derin Devlet ve Muhalefet Geleneği" isimli kitabın, yazarın bu amacına ulaşmasına gerek konulan ve gerekse de bu konuların işlenişi itibariyle önemli katkılar sağlayacağını düşünüyoruz.
"Derin Devlet" Nemenem Bir Şeydir?
Ahmet Özcan'ın tanımladığı "derin devlet", derin bir tarihsellik ve yoğun bir hegemonya ruhuna sahip olan; coğrafya, tarihsellik ve din gibi üç temel faktörün biramda bulunduğu ve birbirini etkileyebildiği nesnel koşulların ürünü bir devlettir. Bu üç faktör, derin devletin zaman ve mekân içerisindeki hareketi olarak görüngü ve biçim değişikliklerine rağmen, değişmeyen temel ve cevhersel bir niteliği hâiz bulunur. Bunlardan coğrafya, derin devletin otoriter ve hegemonik karakterini; tarih, gelenekçi ve muhafazakâr çizgisini; din ise kutsal hiyerarşiye meşruiyet zemini sağlayan bağlamı tayin eder. Özcan'a göre derin devletin ifade ettiği anlam, salt bir siyasallıktan ibaret değildir. O, coğrafya ve gelenek sayesinde her insanın içinde, ruhunda, hayatında sinmiş, genlerine işlemiş bir halde bulunmakta ve hegemonya tarzının sürekliliği buradan kaynaklanmaktadır. Ve yine o, her "devlet"'te yaşadığı gibi, her toplumda ve bireyde, iktisatta ve kültürde, sanat, edebiyat ve mimaride, gündelik yaşamda, aile ve kabilede, sivil örgütlenmelerde, dini yaşamda kendisini yansıtır ve yeniden üreterek yaşatır.
Eflatun'un "İdeal Devlet"i ve Hegel'in "Devlet Şuuru"
Devlet kavramı, farklı zamanlar ve toplumsal kesitlerde, kendine yüklenilen anlamlar, görüntüler ve' mekanizmalar doğrultusunda değişik algılamalara imkân veren bir içeriğe sahip olagelmiştir. Ahmet Özcan'ın "derin devlet"i ise farklı devir ve sosyo-politik kesitlerde farklı "görüngü"lere sahip olsa da, değişmeyen bir cevher halinde süreklilik arz eder. Bu değerlendirme, Eflatun'un "ideal devlet" yaklaşımından etkiler taşımaktadır. Buna göre devlet, içerik ve cevher itibariyle mutlak değer atfedilen mücerret ve aşkın bir kurum olarak görülür. Yine Eflatuncu sistemde devlet, insanın organik yapısıyla özdeşleştirilmiş, ideal devletin insan bedenindeki organik bütünlüğü aksettirdiği kabul edilmiştir. Ferdin, en yüksek erdem kabul edilen devletten bağımsız olarak var olması imkânsız görülmüştür. Hegel'in "devlet şuuru" anlayışında da milli duygu ve şuurun cisimleştiği devlet merkezli hayat mutlak anlamda kuşatıcı görülmüş ve organik bir bütünlük olan devletin dışında bir sosyal varlık ve hayat tezahürü mümkün görülmemiştir.
İlk dönemlerde devlet kavramının kazandığı anlam "halden hâle geçmek, değişmek, birbiri ardınca gelmek, hâkimiyetin el değiştirmesi" şeklinde bir içeriği barındırmaktayken, sonraki dönemlerde kurumlaşmış bir siyasal yapı anlamıyla yerleşiklik kazanmıştır. Bu çerçevede Ahmet Özcan'ın "değişim adımları her zaman devletten, otoriteden, hegemonik güçten başlamış ya da onun kontrolünde olmuştur" ifadelerinin oturduğu zemin fazla yadırgatıcı değil. Tabii ki, burada kastedilen "değişim", derin devletin sürekliliğini temin eden "görüngü değişimi" olarak ortaya konuluyor. Ancak yazarın, cümlelerini kurarken gerekli dikkat ve özeni göstermemesinden kaynaklanan dağınıklık, yanlış anlamalara veya en azından zor anlaşılırlığa kaynaklık ediyor. Ahmet Özcan, "değişim" olgusunu tüm boyutlarıyla devletin inhisarına terk eden bir eğilime mi sahip diye düşünüyorsunuz.
Dikkatsiz İfadeler
Söz konusu yazıların, süreli yayın organlarında neşredildiğini gözönüne alarak hoşgörüyle yaklaşabiliriz ama, makaleler kitap haline getirildiğine göre, "yeniden gözden geçirilmedi mi?" diye sormak da hakkımız olsa gerek. Bu tür ifadeler, sayısal anlamda fazla olmasa da, okuyucuyu duraklatan ve yanılsamalara sebep olan bir ağırlığa sahip. Mesela "Türkiye tarihi, ezenlerin, sömürücülerin, eli kanlı katillerin ve uşaklarının değişim geleneğinin tersyüz olacağı; yoksul, zayıf bırakılmış, haklan gasp edilmiş kitlelerin, memurun, işçinin, köylünün, küçük esnaf ve zanaatkarın, kadınların, gençlerin, Kürtlerin, Türklerin ve diğer kavimlerin, alevinin, sünninin, İslamcının, milliyetçinin ve solcunun, yani milletin bütün erdemli unsurlarının, insan gibi yaşama..." cümlesinde sıralananlara atfedilen "erdem"in nasıl bir şey olduğunu merak etmemek elde değil. Ve tabii kimleri dışarıda bıraktığını da... Yine "... Milliyetçi ideoloji mensupları devlet ve düzen ayrımı yaparak soyut ve kutsal devleti, insanlardan oluşan ve insanların işlettiği bozuk düzenden ayrı tutarak egemen sınıfları ve olası olumsuzluklarını kutsal devlet olgusundan beri kıldıklarını zannederler" cümlesinin öznesini sadece "milliyetçi ideoloji mensupları" şeklinde tespit etmek, herhalde acelecilikten kaynaklanan bir daraltmadır diye düşünmek istiyoruz. Yoksa, "Bu değişim yönelişi /.../ İslam medeniyetinin düştüğü yerden ayağa kalkışının işaretidir" ifadesinin de sahibi olan Ahmet Özcan, devlet ve rejim ayrımını meşrulaştırmaya çalışan kimi İslamcı aydınlara şapka mı çıkartmaktadır? Kitap değerlendirmesini bir tür stilistik çalışmaya indirgememek için, dikkatsiz ifadelere son bir örnek vererek geçelim: "Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetenler ve yönetilenler biçimindeki temel ayrım, yönetme düzenini kendine özgü kılmıştır"...
'Coğrafya'nın Katkısı
Özcan'a göre "derin devlet"in otoriter ve hegemonik karakterini belirleyen temel kaynak, coğrafya ve onun determinasyonudur. Yani "Fırat, Dicle, Nil ırmaklarıyla Akdeniz çevresi, iklimi, dağları, ovaları ve vadileriyle, toprağı ve suyuyla derin devletin otoriter niteliğini ve hegemonik karakterini tayin eder". Coğrafyanın belirleyiciliğine adeta mutlaklık atfeden Özcan, coğrafyada sadece devlet biçimlerinin vasıflarını arayabileceğimizi iddia etmekle kalmaz; kitabın son bölümlerinde, coğrafi unsurlarla fikrî değişim veya düşünsel sabitelerin ilişkisini de neredeyse mutlaklaştırır.
İnsanın toprakla bağlantısı ve ilişkisinin, karakter özelliklerinin oluşumunda belli oranda pay sahibi olduğunu inkar elmenin anlamı yok. Bununla birlikte İbn Haldun'un da üzerinde durduğu bu etkileşimin sınırlarını mutlak bir sınıflandırmaya götürmek ve düşünsel yapının teşekkülü ile siyasal tavır alışı coğrafi bir çerçeveye indirgemek ne kadar anlamlı olacaktır'? Anlaşılan Ahmet Özcan, Eflatun'un "Yasalar"da ifade ettiği "toprak etkisi"nden, "uzun zamanlar tarihçisi" olarak tanımladığı F. Braudel'in çıkarımlarından fazlasıyla etkilenmiş. Yazarımızın, Yahya Kemal'in Fransa'daki hocasından dinlediği ve ülkesine döndükten sonra Anadolu'ya uyarladığı "Fransa toprağı bin senede Fransız insanını yarattı" sözünü de, bu sözü sahiplenen kesimlerin ideolojisini de iyi bildiğini sanıyoruz.
Nasıl Bir Muhalefet?
Kitapta, "derin devleti"n askeri bürokrasisi, sivil bürokrasisi, yönetici elitleri, tekelci sermaye sınıfı ve basın kurumunun irdelendiği bölümler, bir yakın tarih özeti ve anlama çabası olarak, bilgi verici bir muhtevaya sahip. Doğru ve yerinde tespitler içeren bu bölümler, yazarın araştırmacı yönünü açığa çıkarıyor.
Yine yakın tarihten bir kesit sunulan muhalefetle ilgili bölümlerde, yazarın İslami muhalefet hakkındaki düşünceleri ortaya konuluyor. Bu bölümlerde kimi rahatsız edici ve tartışılır ifadelere de rastlamak mümkün. Örneğin Ahmet Özcan'a göre "80'li yılların geç İslamcılığı" yükselen İslami uyanış sürecinde "kendi pratiğini ve muhalif kimliğini, özgün varlığı ve kendi çapına uygun eyleminde netleştirme perspektifine sahip olmadığı için, ya 70'li yılların solcu muhalefetinin teknik ayrıntılarını ölçü aldı veya çok farklı şartların ve sebeplerin ürünü olan evrensel İslami mücadelelere öykündü". Her şeyden önce bu "geç İslamcılığın" neye tekabül ettiğini ve nereye "geç" kalındığını anlamakta zorluk çektik. Herhalde "geç"ten kastedilen şey "yeni" olsa gerek. Özcan'ın, özel bir önem atfettiğini bildiğimiz ve kendisinin de içinde olduğu '"80 kuşağı"nı, yine kendisinin '"70'li yıllardaki solculuk" tanımından yola çıkarak "hırçın, kavgacı ve saldırgan" bir nitelikle malûl görmesini fazla insafsız ve kendi söylemleri gözönüne alındığında da tutarsız bulduk. Unutulmamalı ki, siyasal mücadele perspektifi bir bütündür ve yapılan hatalar, yetersizlikler, çelişkiler birbirinden kopuk süreçlerin ürünü değildir. 90'lar 80'lerin, 80'ler 70'lerin, 70'ler de 60ların birikimi üzerinde yükselir ve hiç kimse kusursuz olmadığı gibi, hiç bir dönem de kusursuz olmayacaktır. "Çok farklı şartların ve sebeplerin ürünü olan evrensel İslami mücadelelere öykünme" durumu da, ancak şartları ve aşamaları görmezden gelen yönelimler için sarf edilecek arızî bir olumsuzluktur. Oysa müslümanların "özgün varlığı"nın, ümmet bilincinden ve perspektifinden ayrıştırılması olarak anlaşılabilecek ifadeler, derin bir olumsuzluk içerir.
"İslami muhalefet, düzen içi sınırlı ve icazete dayalı bir muhtevaya sahip değildir. Meşruiyetini düzenden almadığı gibi, örgütlenme ve eylemini düzenin iyileştirilmesine ve/veya yeniden düzenlenmesine tâbi kılmaz. Düzen dışı bir örgütlenme ve eylem tasavvuruna sahiptir ve icazeti değil, müslüman kitlenin gönüllü ve bağımsız iradesini temel alır". Ahmet Özcan'a ait olan bu tespite katılmamak mümkün değil. Ancak, geçtiğimiz yıllarda medya terörüne karşı müslümanların gerçekleştirdiği bir eylemi (İnter Star protestosu) "her olay karşısında terbiye edilmemiş tepkiselliği dışa vurmak" olarak nitelendiren ve "hukuk çerçevesi dahilinde daha sivil" yöntemleri; mesela "telefon, faks ve mektup kanalını", "hukuki açıdan bir araya gelip toplu davalar açmayı" öneren de aynı Ahmet Özcan (Sessizlik Senfonisi, sh.162). Elbette burada önerilen tepki biçimlerini ve hukuki çerçeveyi zorlamayı tümden olumsuzlamıyoruz. Ama, "müslüman kitlenin gönüllü ve bağımsız iradesini", terbiye edilmemiş bir tepkisellik olarak aşağılamayı da Ahmet Özcan'a yakıştıramıyoruz. Ve yazarın bu türden tutarsızlıklarını telafi etmesinin, zamanla mümkün olacağını ümid etmek isliyoruz.
İslami muhalefeti, düzen karşıtı olunduğunun ispatı olarak değil de, topyekün İslami değişimi gerçekleştirme konumunda görmek isteyen yazarımız, bu anlamda özgün bir muhalif kimliğe onay verirken, "Osmanlı'dan devralınan üç tarz muhalefete de" kapalı kalınmaması gereğine işaret etmektedir. Bu "üç tarz muhalefet", "üç tarz-ı siyaset"le ilişkili ise, bu siyasal duruşların İslami muhalefet tarzına popülizm aşısını şırınga etmekten ve alabildiğine ilkesizliğe yelken açtırmaktan öte bir şey kazandırmayacağını belirtmek isteriz. Ama öncelik ilkeler yerine kitleleşmeye veriliyorsa, ona da (en azından bu yazı çerçevesinde) diyecek bir şeyimiz yok!
"Muhalif Kültür ve Karşı Sistem" başlığını taşıyan bölümde, geleneksel siyasi kültürün "devlet merkezli" özelliğinden ötürü, devlete (karşıtlık temelinde) kenetlenmiş siyasal muhalefetin; devlet dolayımında, devlete bağımlı ve devlet içerisinde oluşacağı öngörülmektedir. Burada muhalefet tipleri sıralanırken, devrimci muhalefetin "yıkıcı" bir eksende sistemi (derin devleti) yeniden ürettiği, simetrik bir karşıtlık temelinde (sisteme) bağımlı hale geldiği iddia edilir. İslami muhalefeti darbeci/devrimci değil, değişimci/devrimci olarak niteleyen Özcan'ın perspektifi burada da anlaşılmaz bir hal alır.
Kıyılar, Dağlar ve Vadiler
Siyaseti bir coğrafya olarak düşünüp, çeşitli özelliklerini coğrafi faktörlerin birbiriyle ilişkisine benzer bir tarzda yorumlama temayülündeki Ahmet Özcan, farklı "İslamcılık"tan da farklı coğrafi koşullarla izah etmeye çalışır. Bu coğrafi sınıflandırmada kıyılar seçkin İslamcıları, dağlar taşra İslamcılarım ve vadiler de genç/radikal İslamcıları bünyesinde barındırırlar. Özcan bu sınıflamayı "genç, köylü ve seçkin" olmak üzere farklı solculuk türleri için de geçerli hale getirir.
Coğrafyamızın kıyılarını işgal eden "seçkinlerimiz", düzen ve istikrar isteğinin simgesi olarak duygusal (tasavvufi) bir yönsemeyi, burjuva yaşam tarzı özentisiyle mezcetmişlerdir. Özcan'a göre bu insanların tek olumlu rolleri; "parası, parasının beslediği bilgi ve açılan kapılar sayesinde bazı kurumsal ve kuramsal yeniliklere öncülük yapabilmeleri"dir. Aynı insanların denetim altına alınamadığı takdirde, "hükmedici ve müstağni karakterleriyle geleceğin İslamcı egemen sınıflarını kurumları ve kuramlarıyla yetiştiren bir okul haline gelecekleri" kaygısını taşıyan yazarın, bu insanların paraları sayesinde üretecekleri bilgi ve kuramların neler olacağını farkedemediğine ihtimal vermek istemiyoruz. Çünkü bu süreç halen yaşanıyor ve bunların nasıl denetim altına alınacakları da geleceğin değil, bugünün bir sorunu olarak hepimizin önünde duruyor.
Coğrafyamızın dağlarında yurtlanan "taşralılarımız"a gelince; Ahmet Özcan bunları ikiye ayırıyor: Gecekondu taşrası ve yerleşik taşra. Köksüz mekanlar olarak gördüğü gecekonduları pek sevmeyen Özcan; toplumsal bir hastalık olarak gördüğü gecekonduları bir an önce ortadan kaldırmayı salık veriyor. Göçebe gecekondulu kimliğin "güven vermeyen," her rüzgâra açık" ve "sunî problemler menbaı" olarak İslamcılaştığını iddia eden yazar, taşra İslamcılığının yerleşik duruşu, dürüst, fedakâr ve deryadil tutumuyla gerçek bir dindarlık profili çizdiğini dile getiriyor. Teessüf etmemek elde değil! Teessüfle beraber şunu sormamak da olmaz: Malatya'nın bir köyünde iken dürüst, fedakâr, köklü vs. iyi vasıflarla mücehhez olan bir müslüman, İstanbul'un Ümraniye'sine göç etmek zorunda kalıp başını sokacak bir kondu bulunca "güvensiz", "mış gibi yapan", "problemli" bir kişiliğe neden dönüşsün? Böyle örneklere rastlansa bile, bu kadar genellemecilik de biraz fazla olmuyor mu? Ve sürekli sol hareket eksen alınarak getirilmeye çalışılan örnekler de yeterli derecede sıkıcılık yaratmıyor mu?
Coğrafyamızın vadilerinde gezinen "genç/radikal"lerimiz, Özcan'ın gözlüğünden "pür ideolojik, risk taşıyan, hırçın, heyecanlı, geçici, reaksiyoner, istikrarsız" vs. olarak yansıyor. Uzun süreli bir yurtlanma yeri olarak görülmeyen vadilerde gezinmenin sonunda ya kıyıya, ya da dağlara doğru bir yöneliş kaçınılmaz oluyor. Hayal ve ütopya üreten bu insanlar, Özcan'a göre ne istediklerini bilmemektedirler. Ne istedikleri sorulduğunda "muğlak, yuvarlak ve yüzeysel bir kaç cümle" sarf ederler. Öyleyse ne yapmalı bu insanlar? Şunu: "Öfkeden arınıp derinlemesine düşünmeli", "çok yönlü, değişken, derinlikli hareketlerle ilerlemeli", "sağlam bir duruş", "sakin bir kafa", "olgunlaşmış bir beden" edinmeliler. İyi güzel de, birilerinin bu önerilerin neden muğlak, yuvarlak ve yüzeysel sayılamayacağını da izah etmesi gerekmiyor mu? Hem sonra "alışkanlıklara ve sahip olunana sıkı sıkı sarılma" olgusu, o alışkanlıklar ve sahip olunanlar değişmez doğrular içeriyorsa, olumsuzlanacak bir nitelik olarak mı değerlendirilmelidir? "Bir iki kutsal referans" denilerek küçümsenen birikim, geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması doğrultusunda çaba sarfetmek daha anlamlı olacakken, neden hırçın bir iticiliğin taarruzuna uğruyor? Bir tanıtım yazısında "80 kuşağının önemli ismi" olarak takdim edilen Ahmet Özcan, "biyolojik olarak geçici bir evre" diye nitelediği gençlik yıllarını bir çırpıda atlamanın kazandırdığı tecrübeyi fazla abartmış olmalı.
"Sistem İslam'la Barışabilir mi?" sorusuna cevap aranan son bölümde yazar, müslümanlarla sistem arasındaki çelişki ve çatışmanın laiklik sorunuyla değil; özgürlük, adalet, hukuk ve ahlâk toplumu talebiyle temellendirilmesini savunuyor. Laiklik söylemine muhalefet etmeyi "çocukluk" olarak nitelendiriyor. Kalkış noktası olarak doğru bir tespit belki ama, "özgürlük, adalet, hukuk ve ahlâk" tanımlarının barındırdığı izafiyetin nasıl açıklandığına dair bir izah bulamıyorsunuz. Laiklik temelindeki bir çelişkinin sistemin İslamlaşması sürecini nasıl kestiğini ve sistemin İslamlaşmasının nasıl olduğunu da merak ediyorsunuz. Ve yine "lüzumsuz gerginlikler üretmek, bu ülkedeki barış sürecinden en fazla nasiplenen kesim olan müslümanların yapacağı iş değildir" cümlesindeki "bu ülke" , "barış süreci" ve "müslümanlar" ifadelerinin nasıl bir terkip oluşturduğuna da şaşmadan edemiyorsunuz.
Kitap hakkındaki tartışılacak noktalar daha da uzatılabilir. Fakat bu kadarının da, Ahmet Özcan'ın girişte belirttiğimiz amacına yeterli bir katkı teşkil edeceğini umuyoruz. Eleştirel katkıya açık olan insanlar, başarının ve doğrunun takipçisidirler. Başarı ve doğruyu da, kişisel tecrübeleri haddinden fazla abartmayarak ve sahip olunan birikimi ilkeli tavırlarla kavileştirerek bulabileceğimiz aşikârdır.