Tebliğ sorumluluğu Müslümanların "marufu emir ve münkerden nehiy" görevleri ile birlikte ele alınması gereken bir konudur. Kuran'da buna dikkat çeken pek çok ayet bulunmaktadır. Yine Hz. Peygamber'in ve ashabının güzel örnekliği de konunun nasıl anlaşılması gerektiğine ışık tutmaktadır.
Sahip olduğumuz İslami doğruları geniş kitlelere aktarmanın ve bu kitleler nezdinde bir toplumsal değişimin gerçekleşmesi için çaba göstermenin öncelikli sorumluluklarımızdan olduğunu bilmekteyiz. Bu sorumluluk hayatımızın bütününü kapsar. Şekli farklılık arz etse de, özü aynı kalır. İşte yahut tatilde; evde yahut misafirlikte değişmez. Rabbimizin bizlere bir lütfü olan İslami kimliğimizi her zaman ve mekânda ortaya koymak, bunun gerektirdiği ölçüler içinde tavırlar göstermek ve muhatap olduğumuz insanlara bu doğruları aktarmak vazgeçemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz vazifemizdir.
Kuran-ı Kerim'de Rabbimiz Müminlere hayra çağırma, iyiliği emredip, kötülükten sakındırma görevini yüklemektedir. Al-i İmran suresinde Müminlerden bunları yerine getirecek bir topluluk olmaları/oluşturmaları istenmektedir. Burada dikkat çekilen görevin tüm müminlerin üstlenmeleri gereken bir sorumluluk olmayıp, birilerinin yerine getirmesiyle diğerlerinin sorumluluktan kurtulacakları bir vazife olduğuna dair Müslümanlar arasında oldukça yaygın bir kanaat mevcuttur. Yani bazı meallere kadar yansıdığı şekliyle bir nevi "irşat kurumu" oluşturmaktan ibaret farz-ı kifaye türünden bir sorumluluk! Oysa bu görevi Kuran hiç de böyle tanımlamıyor. Evet, "sizden bir topluluk oluşturulsun" diyor ama "kurtuluşa erenler"in de "bunlar" olduğunu açıkça bildiriyor. (Al-i İmran, 3/104).
Yine Araf suresinde Cumartesi (Sebt) günü av yasağıyla imtihan edilen bir topluluğa ilişkin kıssada aktarıldığı şekliyle, tebliğ sorumluluğunun ifasından kaçınmanın helake götüren bir tutum olduğu hatırlatılmaktadır. Öyle ki, sözün fayda vermesinin neredeyse imkânsız hale geldiği bir ortamda dahi Müminlerin, ilahi emirlere aykırı eylemler içinde olan topluluğa karşı uyarı vazifesini yerine getirmeleri kaçınamayacakları bir yükümlülük olarak vurgulanır. (Araf, 7/164–5)
Kısacası, ilahi hakikatlerin aktarımı, yani tebliğ, müminlerin hayat içinde temel bir kulluk vazifesidir. Tebliğ, hakka ve adalete şahitlik yapma misyonuyla yeryüzünde var kılınmış müminlerin ihtiyari, seçimlik bir faaliyeti değil; hayatlarının her safhasında ve kesintisiz biçimde sürdürmeleri gereken bir yükümlülüktür. İmkânlar, taktikler, gündemler değişebilir ama davet ve uyarı sorumluluğu değişmez.
Hayatın ve insanların çeşitliliği düşünüldüğünde tüm bu zemini kapsayan bir eylem olarak tebliğin oldukça geniş bir alana yayılan ve çok farklı boyutlarıyla ele alınabilecek bir konu olduğu görülür. Biz ise burada konuyu daraltarak ve Müslümanların pratik zeminde gündemleştirdikleri boyutlarıyla sınırlı bir biçimde ele almaya çalışacağız.
Tebliğ konusuna yaklaşırken ilk elde, ferdi sorumluluk olarak tebliğ ve toplumsal (cemaatsel) boyutuyla tebliğ şeklinde, ikili bir ayrım yapmakta yarar var. Ferdi açıdan tebliğ, diğerine nazaran daha geniş ve şekilsiz bir konudur. Bu yönüyle, her ortamda karşılaşılan muhataplarla sürdürülmesi gereken bir ilişki biçimi ve gündelik hayatın içinde, her zaman sarf edilmesi gereken bir çaba, bir amel olarak görülmeli. Topluluk boyutu söz konusu olduğunda ise ilkinden farklı olarak daha planlı, programlı ve hedefleri önceden belirlenmiş bir çabaya tekabül etmektedir. Tebliğ faaliyeti bu yönüyle dernek, vakıf, sendika vb. örgütlenmelere; dergi, gazete, televizyon vb. yayın etkinliklerine; hatta protesto ve dayanışma gösterileri gibi toplumsal tepkilere kadar oldukça geniş bir alana uzanabilir.
Tebliğ faaliyetine ilişkin olarak gerek asıl, gerekse de ayrıntı düzeyinde pek çok husus üzerinde durulabilir. Bununla birlikte bir tebliğ faaliyetinde gözetilmesi gereken esaslar bağlamında belli başlıklarla konuyu sınırlamakta yarar var. Burada genel bir çerçeve çizebilmek açısından konuyu dört ana soru ve tema etrafında ele almaya çalışacağız:
1-Nasıl bir süreç izlenmekte? (Tebliğde usul, yöntem)
Yani, bir tebliğ faaliyetinin anlamlı ve işlevsel olabilmesi için ilk elde cevap aranması gereken soru şu olabilir: Kimi, neye çağırıyoruz ve hangi konudan başlıyoruz?
Bu konuyla ilgili olarak "öncelik" kavramı önem arz etmektedir. Yani kısaca hatırlatmak gerekirse talep eden insanları; fıtraten bozulmamış, karakterini muhafaza eden, insani erdemlere önem veren, azgın ve mütekebbir olmayan insanları öncelemek gibi. Burada ayrıcı vasıflar mal sahipliği, şöhret, cinsiyet, yaş, soyluluk gibi dünyevi kriterler değil; samimiyet, içtenlik ve ciddiyet gibi temel insani vasıflardır. (Nahl, 16/82 ve Yasin, 36/7-11 ayetleri muhataplar konusuna ışık tutmakta.)
Bu noktada önemli bir husus da tebliğ faaliyetinde süreklilik şartıdır. İnsanlar alışkanlıklarından kolay vazgeçmezler, devraldıkları geleneksel kalıpları sorgulamaya pek yanaşmazlar. Hele hele yükümlülük getiren mesajlardan ise hiç hazzetmezler. Bu durumda mesajın süreklilik içinde aktarılması, ısrarlı olunması önem arz eder. Moda kabilinden çabalarla, "takılma" türünden ilgilerle insanların kapsamlı dönüşümlere sevk edilebilmeleri mümkün olamayacağından, tebliğ faaliyetinde düzenli ve sistemli çabalara ağırlık verilmelidir.
2-Ne tür bir mesaj sunulmakta? (Tebliğde netlik)
Mesaj açık, yalın ve net olmalıdır. Muhatapların neyle muhatap olduklarına dair kafalarında bir tereddüt kalmamalıdır. Resullerin sünnetinin de delalet ettiği şekliyle; açık, kafa karıştırmayan, bilakis berraklaştıran bir mesaj Müslümanların tebliğ faaliyetinin merkezine oturmalıdır. Bunun sonucunda insanlar kendilerine ne iletildiğini ve kendilerinden ne istendiğini hiçbir şüpheye yer kalmadan anlamalı ve tercih noktasında net olabilmelidirler.
Araçlar değişse, konular farklılaşsa da insanlar ancak tevhide çağrılmalıdırlar. Dünyevi kazanımlara, çokluğa, kalabalığa, mala, ganimete ve benzeri şeylere değil; dini birlemeye ve bunun sonucu olarak da ilahi rahmete çağırmak esas olmalıdır. Elbette her konu mesajın aktarımında bir vesile teşkil edebilir. Sosyal siyasi, ekonomik, ahlaki vs. toplumun gündeminde yer alan her konu işlenebilir ve işlenmelidir de ama mutlaka tüm bu başlıkların bütüncül bir mesaj içerisinde ele alınması ve tevhidi bütünlük içinde aktarılması zorunludur.
3-Nasıl bir tarzda sunulmakta? (Tebliğde üslup)
Mesajın netliği ve doğruluğu insanlara iyi bir biçimde ulaşmaya ve verimli bir diyalog oluşturmaya yetmez; üslubun da güzel, kuşatıcı, sevdirici olması şarttır. Gereksiz sertlik ve hiddet içeren, kırıcı bir üslup asla sonuç alamaz. Halk deyişinde dile getirildiği şekliyle "kendisi bal satıyor, ama suratı turşu satıyor" konumuna düşmemek gerekir. Üslup mutlaka kazanıcı olmalıdır. Örneğin İbrahim peygamberin babasını şirkten uzaklaştırmak isterken dahi "ey babacığım" gibi bir ifade kullanması calibi dikkattir. Yine ehli kitaba çağrıda bulunulurken "aramızdaki ortak kelimeye gelin" şeklindeki Kuran'ın kazanıcı ve kuşatıcı üslubu ders çıkarılması gereken bir çağrıdır.
Doğrular muhatapların anlayabilecekleri bir dille sunulmalı; yanlışlara ilişkin olarak da uygun bir üslupla uyarı görevi yerine getirilmelidir. Her halükarda, Kuran'ın "hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et" emrine uygun bir hareket tarzı geliştirilmelidir. (Nahl, 16/125)
4-Söylem ile eylem arasında tutarlılık var mı? (Tebliğde örneklik)
Söz önemlidir, sözün doğruluğu, gücü önemlidir ama sözü dile getirenler o söze uygun davranmıyorsa bunun hiçbir değeri, anlamı yoktur. Aslolan dile getirileni yaşamak, onun şahitliğini yapmaktır. Bu yüzdendir ki kitapla birlikte Resul vardır. Alemlerin Rabbi olan Allah insanlardan birilerini mesajını iletmek için aracı olarak seçmeye muhtaç değildi. O, vahyini bir kerede ve topluca, bir mushaf biçiminde de indirebilirdi ama böyle yapmadı. Her defasında bir Resul gönderdi ve o Resul kendisine inzal olunan vahyi insanlara safha safha izah etti, beyan etti ve hayata nasıl aktarılacağının bizzat canlı şahitliğini yaptı.
İnsan psikolojisi mesaj ile mesajı getiren, mesajı sunan arasında doğrudan bir irtibat kurma eğilimindedir. Bu yüzdendir ki, mesajı aktaranın sergilediği yanlışlar, tutarsızlıklar mutlaka mesaja yansır ve mesajı aktaranın reddi, çoğu kez mesajın da reddini getirir.
Sözün amelle buluşturulmasının, bütünleştirilmesinin ortaya çıkardığı etkili manzarayı bir örnekle izah edecek olursak; tarih boyunca pek çok tefsirler yazılmıştır. Bunlar arasında bilgi birikimi olarak Seyyid Kutub'un Fizilal adlı tefsirinden çok daha yetkin olanlar hayli fazladır. Ama Şehid Seyyid Kutup'un tefsiri insanları etkileme, onları kuşatma noktasında pek çok tefsiri gölgede bırakmıştır. Niçin? Çünkü o yazdıklarını yaşamıştır; söz söyleyip kenara çekilmemiştir; gerektiğinde kanıyla şahitlik etmiştir. İşte bu örneklik insanları derinden etkilemektedir.
Tebliğ Çabalarında Başarı Ölçüsü
Müslümanlar geleceğe ilişkin olarak nasıl bir toplum yapısı arzu ettiklerini, nasıl bir sosyal yapı hedeflediklerini kendi pratiklerinde somutlaştıracak, örnekleyecek bir görüntü sunmak durumundadırlar. Aksi halde mesajımız kuru söylemden ibaret kalır, ütopik çağrılar olmaktan öteye gitmez; bu da insanları kuşatmaya, onları ilahi mesaj doğrultusunda dönüştürmeye yetmez.
Güzel örneklikle birlikte ilkelilik, bilgi birikimi, tutarlılık, sabırlı olmak, cesaret, fedakârlık ve benzeri ahlaki nitelikler tebliğ faaliyetinde olmazsa olmaz vasıflar olarak önem arz eder. Ama her şeyden önemlisi hareket noktasıdır. Tüm çabaların merkezine Allah rızasını koymak esastır. En'am suresinde ifade edilen çerçevede hayatı ve ölümü ve her türlü çabayı Âlemlerin Rabbi Allah için kılmak Müminlerin temel düsturudur. Hayat bu genişlikte ve kuşatıcılıkta algılandığında ve her şeyiyle adanmış bir kimlik geliştirildiğinde tebliğ çabaları bereketlenecek, etkin ve verimli neticeler verecektir. Daha önemlisi ise dünyevi planda söz konusu çabaların karşılığının görülüp görülmemesinden öte Allah'ın rızasının asıl hedef olarak belirlenmiş olmasıdır. Bu esastan hareket eden her çaba son tahlilde hedefine varmış, mutlaka kazanmış demektir!
NASIL BİR ÜSLUP?
Üslup kavramını bir işi yaparken, ya da biriyle veya birileriyle muhatap olurken seçilen yöntem veya tarz, kendini ifade biçimi olarak görebiliriz. Burada öne çıkan şey dışa yansımadır. Daha doğrusu yansıtmadır, dışa vurumdur. Yani, iletilen mesaja yüklediğimiz anlamı içerik olarak tanımlarsak, mesajın aktarılma, sunulma biçimini de üslup olarak tanımlayabiliriz. Bu durumda içerik ya da muhteva özü teşkil ederken; üslup da çerçeveyi oluşturur.
Müslüman olarak temel vazifemiz dinin yaşanması ve yaşatılması; hem kendi nefsimizde hem de toplumsal bazda İslami esasların hâkim kılınması çabasıdır. Bu çabanın başlıca faaliyet alanını ise tebliğ sorumluluğu oluşturur. Resullerin temel faaliyeti tebliğ idi. Aynı şekilde nebevi misyonun taşıyıcıları olması gereken müminlerin de temel faaliyeti tebliğ olmak durumundadır.
Neyin tebliğ edileceği ve bunun nasıl yapılacağı en başta Kuran'ı Kerim ile sabittir; aynı şekilde Resullerin ve bilhassa da "usvetul hasene' olan Efendimiz (s.)'in hayatı da neyin nasıl yapılması gerektiğini en bariz şekilde ortaya koymaktadır.
Tebliğ görevini ifa ile yükümlü müminlerin bu yükümlülüklerini yerine getirmeleri için gerekli vasıfları bünyelerinde taşıdıkları varsayımından hareketle; tebliğde en önemli unsurun içerik olduğu açığa çıkmaktadır. Yani tebliğ edilen, insanlara ulaştırılan şey gerçekten Allah'ın dininin hakikatleri olmalıdır. Tarihi süreç içinde katıp karıştırma yoluyla dine eklenen, dine sonradan bulaştırılan anlayış ve inançlar, pratikler değil; sahih İslam tebliğ edilmelidir.
Üslubun Önemi ve Belirleyiciliği
İçerik bu şekilde vurgulandıktan sonra şöyle bir soru sormak gerekir: Acaba mesajın içeriğinin sahih olması, Kuran'a dayanıyor olması ve dine sonradan bulaşmış kirliliklerden uzak olması, doğru bir tarzda aktarılması ve tebliğ sorumluluğunun ifası için yeterli midir?
Şüphesiz mesajın içeriğinin sahihliği mutlak bir gereklilik olmakla birlikte o mesajın nasıl sunulduğu da çok önemli ve belirleyici bir konudur. Sadece anlatılanın doğru olması yetmez, anlatılma biçimi de doğru ve usulüne uygun olmalıdır.
Muhatabın sahip olduğu kültür ve anlayışı göz önünde bulundurmayan; muhtemelen ilk kez karşılaştığı, yeni duyduğu ya da duyacağı fikirler karşısında doğal olarak hissedebileceği endişe, şaşkınlık hatta kızgınlığı hesaba katmayan bir tavır tebliğ sorumluluğu ile çelişir. Aynı şekilde, sonda söylemesi gerekeni başta söyleyerek fikirlerin aktarımında öncelik ve tedricilik usulünü gözetmeyen; tam manasıyla kavrayamadığı ya da hakkında tafsilatlı biçimde bilgi sahibi olmadığı konuları yarım yamalak bir tarzda ortalığa saçarak muhataplarında kafa karışıklığına yol açmaktan çekinmeyen ve daha buna benzer tutarsız, ölçüsüz yaklaşımlar sergilemek tebliğ etmek değildir.
Yine muhatabına gereken saygıyı göstermeyen; onun kişiliğine değer vermeyen; sıcak ve dostane yaklaşım yerine küçümseyen, samimiyetten ve içtenlikten uzak davranışlarla da tebliğ yapılmaz; bu şekilde yapılan şey de tebliğ olmaz. Yumuşak ve kazanıcı bir üslup yerine sert, haşin ve dışlayıcı yaklaşım en mükemmel mesajın dahi muhatap tarafından anlaşılmamasını ve daha baştan reddedilmesini getirir.
Özellikle dikkat edilmesi gereken hususlardan biri de kendini beğenmiş ve alaycı üsluptan kaçınmaktır. Unutmamalıyız ki sıradan, basit bir hediye bile güzel bir ambalaj içinde gayet sevimli görülebilirken; kötü ve tiksindirici bir şekilde paketlenmiş en nadide bir hediye dahi kerih karşılanacaktır.
Muhatabımız, muhataplarımız insandır. İnsanlar ise sadece et ve kemikten olmadığı gibi, sadece akıldan da ibaret değildir. Duygular da insanların kararlarını, düşüncelerini etkiler. Hatta hayatlarının yönlendirilmesinde belirleyici rol oynar. Bu yüzden insanların sadece akıllarına değil, duygularına da hitap edebilmeliyiz. Dışlayan, yok sayan, kırıcı ve alaycı üslup Müslümanların üslubu değildir. Bu üslupla İslam'ın doğruları anlatılamaz.
Marufu Emretme Vazifesi Nasıl Yapılır?
Muhataplarımız çeşit çeşittir. Günlük hayatın değişik ortamlarında ve değişik irtibat alanlarında insanlarla karşılaşır ve ilişkiler kurarız. Bunlar iş ilişkisi olabilir; arkadaşlık, komşuluk, akrabalık ilişkisi olabilir; tesadüfî durumlar sonucunda ortaya çıkan ilişkiler olabilir. Her halükarda bizim sorumluluğumuz bellidir: Yapmamız gereken şey İslami kimliğimizin gerektirdiği ölçüler içinde düşünce ve tavırlar sergilemektir. Yine muhataplarımıza anlayacakları dille doğruları aktarmak, yanlışları varsa uygun üslupla uyarmak ve Kuran'ın lisanıyla marufu emretmek vazifemizdir.
Peki, marufun emredilmesi nasıl olur?
Maruf olanın başka insanlara aktarılması, onların bu hususta uyarılmaları ve yanlışlarının tashih edilmesi her şeyden önce güzel örneklikle mümkündür. Elbette söz önemlidir ama amelle desteklenmemiş, amelle sergilenmemiş bir söz, muhataplar üzerinde kalıcı ve dönüştürücü bir etki sağlayamaz.
Kalıcı etki sağlayabilmek ve dönüştürücü olabilmek güzel, sahih ve inandırıcı örneklik gerektirir. Bu örnekliğin oluşturulabilmesi ise birçok şartı gerektirmektedir. En başta birbirleriyle kardeşçe kenetlenmiş bir topluluk oluşturmak veya en azından bu doğrultuda gayret göstermek elzemdir. Ayrıca bunun yanında bilgi, birikim, çaba, cesaret, fedakârlık ve benzeri daha pek çok vasıflara ihtiyaç vardır. Ama öncelikle sağlanması gereken vasıflardan biri iç ilişkilerde sağlıklı, etkili, başkalarının dudak bükmeyeceği bir ilişki tarzına sahip olmaktır.
Yani kısacası, topluma vermeye çalıştığımız şeklin küçük bir örneğini, bir minyatürünü kendi içimizde sergileyebilmektir. İç ilişkilerinde saygı ve sevginin hâkim olmadığı; insanların birbirlerine soğuk, kırıcı, seviyesizce ya da laubali tarzda davrandıkları; belirli bir düzen ve disiplinin görülmediği ilişki tarzlarının görüldüğü topluluklar kimseye örneklik oluşturamazlar. En güzel sözleri, en parlak fikirleri de dile getirseler muhatapları etkileyemez, onlarda bir değişim ya da dönüşüme yol açamazlar.
Şimdi bu tespitten yola çıkarak kendimizi bir kere daha değerlendirelim. Bir nevi özeleştiri ve muhasebe yapalım. Kendimizden kaynaklanan eksikler, zaaflar varsa bunları gidermeye çalışalım. Müslümanlar olarak ilişkilerimizin bütününe teşmil edilebilecek yanlışlar mevcutsa elbirliğiyle bunların nasıl giderilebileceğinin, hangi tedbirleri almamız gerektiğinin üzerinde kafa yoralım. Oturup kalkmamızdan, birbirimize hitap etmeye, birbirimizin sözlerini dinlemeye, onlara değer vermeye kadar ilk bakışta küçük görünen, ayrıntı sanılan hususlara kadar zaman zaman nerelerde ne gibi toyluklar, kabalıklar yapabildiğimizi hatırlayalım.
Yine insan ilişkilerinde öne çıkan eksikliklerden biri olarak iş ve görev paylaşımında ne ölçüde fedakârlık gösterebildiğimizi ve ne ölçüde de bencil ve bireyci davranışlardan kurtulamadığımızı değerlendirelim. Yaptığımız iyi işleri geliştirir, daha tutarlı ve kalıcı bir hale dönüştürmeye çalışırken; bir yandan da kendimizden, nefsimizden başlayarak aksayan hususları düzetmeye, yanlışlarımızı gidermeye çalışalım.
Bakara suresi 44. ayette Rabbimizin "Siz Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" şeklinde uyardıklarından, kınadıklarından olmamak için çok çaba sarf edelim.
Kardeşlerimizle İlişkilerimizde Üslubumuza Özen Gösteriyor muyuz?
İnsan ilişkilerinde her düzeyde çok belirleyici bir nitelik arz eden ve usulüne uygun hareket edilmediğinde çeşitli kırgınlıklara, uzaklaşmalara, hatta kavgalara yol açabilen üslup bozuklukları sadece dışarıya karşı tebliğ vazifesini yerine getirirken önemsenmesi gereken bir konu olmayıp, iç ilişkiler bağlamında da dikkat edilmesi gerekli bir husustur.
Hatta Müslümanların kendi aralarındaki irtibat ve ilişkinin boyutları düşünüldüğünde bu olay çok daha büyük önem arz eder. Şöyle ki, Müslümanlar ve bilhassa da İslam'ın toplumsal hayata hâkim olmadığı coğrafyalarda yaşayan Müslümanlar, ağır bir sorumluluk altındadırlar. Nedir bu sorumluluk? Her türlü zorluğa ve imkânsızlığa karşı İslam'ı yaşamak ve toplumsal temelde yaşanması için gerekli zeminleri oluşturmak; bunun için gerektiğinde malını, canını seve seve feda edebilmek.
Peki, bu nasıl yapılır? Elbette birliktelikle! Tek başına ne kadar fazla güç ve imkâna sahip olunsa da bu vazifenin hakkıyla gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Bu yüzden Müslümanlar birlikte olmakla, cemaat oluşturmakla yükümlüdürler. Bu cemaatin içyapısı ve dayanışmasının nasıl olması gerektiğini de Saf suresindeki "innallahe yuhibbullezine yukatilune fi sebilillahi saffen keennehum bünyanun mersus" ayetinden anlamaktayız. Yani burada buyrulmaktadır ki: "Allah kendi yolunda kaynatılmış binalar gibi saf tutmuş halde çarpışanları sever."
Safların bu şekilde adeta kurşunla kaynatılmışçasına içiçeliğinin nasıl sağlanacağı elbette çeşitli boyutlar içermektedir. Bunun için çeşitli vasıflar, nitelikler gerekir. Bununla birlikte en azından konumuzla ilgili olarak altını çizmemiz gereken bir husus; Müslümanların kendi aralarında ve birbirleriyle olan ilişkilerinde gözetmeleri gereken güzel, kardeşane ve sıcak üslubun bu içiçeliğin sağlanmasında belirleyici hususlardan biri olduğudur. Birbirleriyle selamlaşmalarından oturup sohbet etmelerine, bir faaliyeti birlikte yürütmeye, birbirlerinin fikirlerini dinlemeye, anlamaya ve değer vermeye; bir yanlış söz konusuysa onu da en güzel biçimde ve mutlaka saygı ve içtenlikle dile getirip, uyarmaya Müslümanlar mecburdurlar.
Hatta burada şunun da görülmesi gerekir ki Müslümanlar arasındaki ilişkiler sıradan insani ilişkilerle kıyaslanmamalıdır. Örneğin sıradan insani ilişkilerde karşılıklılık esası hâkimdir. Biri size bir haksızlık yaptıysa siz ister affeder, isterseniz de misliyle cevap verebilirsiniz. Affetmek daha üstün olsa da karşılık vermek de hakkınızdır. Ama Müslümanlar arasındaki ilişkilerde de bu böyle midir? Ya da böyle mi olmalıdır? Hiç sanmıyoruz!
Birbirlerine kardeşlik bağı ile bağlanmış insanlar olarak Müslümanlar birbirlerinin din hususunda olmayan hatalarını, kusurlarını velev ki bunlar direkt kendilerini incitmiş şeyler de olsa, görmezden gelmek durumundadırlar. Yani fedakârlık asıldır. İç ilişkilerde "incinsen de incitme!" ilkesi geçerli kılınmalıdır. Bu şekilde hem fedakârlıkta bulunan kişi yücelir, hem de muhatap yanlışından daha kolay vazgeçer. Kişisel kırgınlıklara, dargınlıklara ya da güvensizliklere açılan kapılar baştan kapatılmış olur. Kişiler karşılıklı ilişkilerde birbirlerini kendilerine karşı önlem almak, pür dikkat kesilmek zorunda olan insanlar olarak değil; bilakis rahatlıkla güvenilebilecek, sırt sırta omuz omuza verilebilecek şahsiyetler olarak algılarlar. Ve ancak bu şekilde kaynatılmış binalar gibi sağlam saflar oluşur.
Kısacası, birbirimizle münasebetlerimizde üslubumuza dikkat etmek zorundayız. Basit gibi görünen ama biriktiğinde insanları farklı düşüncelere sevk edebilecek üslup bozukluklarından kaçınmalıyız. Birbirimize hitap şeklinden; söz almak için karşımızdaki insanın konuşmasını bitirmesini sabırla beklemeye; ifade edilen görüşleri benimsemediğimiz durumlarda bile bunu en güzel biçimde dile getirmeye ve mutlaka karşımızdakinin ne demek istediğini ve bu şekilde düşünmesinin haklı olup olamayacağının tartılmasına; yüz ifadelerimizden oturma biçimimize kadar ilk planda önemsiz görülen, ayrıntı sayılan pek çok hususa özen göstermeliyiz.
Cemaat olmak her şeyden önce fedakârlık demektir. Fedakârlık gösteremeyen, kendi nefsinden, alışkanlıklarından, hatta gerektiğinde düşünce ve anlayışlarından fedakârlıkta bulunamayan insanlar bencil ve çıkarcı kişilerdir. Bencillik ve çıkarcılık ise İslami cemaat ruhunu tahrip eder, öldürür.