Kanlı Nevruz olayları ile birlikte TC Bahar Harekatı/Taarruzu senaryolarının ilk perdesini sahneye koymuş görünüyor. Hatırlanacağı üzere ilk olarak bu senaryolar 21 Ocak'ta İçişleri Bakanı'nın basına açıklamalarıyla kamuoyunun gündemine sokulmuştu. Ardından Özal'ın, İdil'den gelen ziyaretçi heyeti kabulünde "ayağınızı denk alın, ezeriz" yollu tehditvari konuşması konunun kamuoyunda daha yoğun tartışılmasını getirmişti. Basının, tedirginliği had safhaya çıkartan yayınları, PKK'nın ve Apo'nun çelişkili ve psikopatik açıklamaları ile de birleşince, 21 Mart'a gelindiğinde zemin tümüyle hazırlanmıştı.
Kürt kökenli halk hariç tutulduğunda genel kamuoyu adeta, basın yayın araçları ve iktidarın çabalarıyla bir Kürt katliamının meşruiyetine -ve hatta gerekliliğine- şartlandırılmıştı. Hem devlet, hem de PKK tarafından sanki bir pilot bölge olarak seçildiği izlenimi veren Cizre'de yaşananlar bu açıdan dikkat çekiciydi. Nevruz gecesi PKK'nın "kaleşnikof gösterisi"nin Türkiye kamuoyunda yarattığı yüksek gerilim, Nevruz sabahı polis panzerlerinden yükselen mehter marşlarının bir nevi izahını ve gerekçesini sağlıyordu. İşte böyle bir atmosfer içinde, Cizre'de, Şırnak'ta, Nusaybin'de ve daha birçok yerde onlarca kişinin öldürülmesi olayının üstü çoktan bir doğallık örtüsü ile örtülüvermişti.
100'e yakın insanın ölümüyle sonuçlanan olaylar ne yazık ki genel planda Türkiye kamuoyunu pek o kadar rahatsız etmişe benzemiyor. "Gösteri yapan topluluğun içinden güvenlik güçlerine ateş edilmesi sonucu çıkan çatışmalarda..." diye devam eden resmi açıklamaların genelde halk arasında neredeyse hiç sorgulanmaksızın benimsendiği görülüyor. Nasıl olup da tek bir asker veya polisin dahi açılan bu ateşler sonucunda ölmemiş olması, anlaşılan kamuoyunun vicdanında bir soru uyandırmaya yetmemiştir.
İlginçtir; özellikle sağcı-muhafazakar basın başta olmak üzere iktidar çevrelerinden yürütülen propagandaların etkisiyle, kamuoyunda insanların niçin ve nasıl öldürüldüğü es geçilirken, öldürülenlerin sünnetli veya sünnetsiz olmaları yoğun bir ilgi odağı olmuştur. TC'nin ulusçu, laik ve despotik ideolojisi ve uygulamalarını görmezden gelerek; Kürt sorununu ABD-Almanya rekabetine, Batılı güçlerin Türkiye'yi destabilize etme programlarına, komşu ülkelerin, Ermenilerin veya Siyonistlerin sinsi emellerine hapsederek izah etmeye çalışan anlayışın içinde bulunduğu genel körlük ve körleştirme siyaseti Nevruz olaylarının değerlendirilmesinde de aynen yansımış ve yoğunlaşmıştır.
Şırnak'ta olayların, alana girmeye çalışan gösterici topluluk içindeki kadınların üzerinin ısrarla aranmak istenmesiyle başlamış olması; Cizre'de tepelerde mevzilenen tanklardan evlerin üzerine rastgele ateş edilmesi, Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer'in polis panzerinden, olayları izlemeye çalışan gazetecileri hedef alarak açılan ateş sonucu öldürülmesi; Kürt halkının halet-i ruhiyesini anlayamayacak kadar bir basiretsizlik içindeki İçişleri Bakanı'nın Nevruz günü yaptığı açıklama ile göz göre göre Nusaybinlileri tahrik etmesi ve birçok kişinin ölümüne yol açması; iktidarın, PKK terörünü ve PKK'lı teröristleri eziyoruz adı altında açıkça Kürt halkını sindirmeye yönelik operasyonları ve benzeri birçok konunun kamuoyunda cılız bir biçimde dahi tartışılmaması, hatta gündeme dahi gelmemesi çok düşündürücü ve tehlikeli bir olgudur.
Kamuoyunda görülen bu duyarsızlık ve güvenlik güçlerinin cinayetlerinin haklı görülmesi ve hatta yer yer katliamın yetersiz görülüp, daha sert ve şiddetli olunmasının gerekliliğinin ileri sürülmesi, ürkütücü bir tablo sunmaktadır. Şimdiden stadyumlara kadar taşınan tepkilerin önümüzdeki günlerde halklar arasında düşmanlık oluşturma yönünde ileri boyutlar kazanması tehlikesi daha da artmıştır. Bir yandan resmi ideolojinin, öte yandan buna tepki olarak gelişen Kürt ulusalcılığının Türkiye toplumunda oluşturduğu "açı", yaşanan bu gelişmelerle biraz daha genişlemiş, adeta bir uçuruma dönüşmeye başlamıştır.
Son gelişmelerin altını çizdiği bir gerçek de, yeni hükümetin iş başına geldikten sonra var olan bu "açı"yı kapatmaya dair bir sürü vaatlerinin fos çıkmış olmasıdır. Rejim Kürt sorununda bir arpa boyu mesafe bile katetmemiştir. "Kürt realitesini tanıyoruz" şiarını dilinden düşürmeyen iktidarın atasının izinden bir milim bile ayrılmadığı -ve de ayrılmayacağı- son gelişmelerle açıkça ortaya çıkmıştır.
Her şey bir yana, rejimin yalnızca Nevruz'a yaklaşımı ve halka sunuşu dahi ırkçı, asimilasyoncu karakterini sergilemeye yetmektedir. Rejimin Nevruz'a ilişkin belirlediği söylem "madem engelleyemiyoruz, öyleyse Türkleştirerek kabullenelim" şeklinde olmuştur. Öyle ya bu memlekette Nevruz kutlanacaksan, onu da ancak onlar yapmalı değil mi?
Düşündürücüdür. Binlerce yıllık bir geleneğini dahi Kürt'e reva görmeyerek, hatta ortak bir gelenek olarak sunup paylaşmaya da razı olmayarak, -her şeyi inhisarına aldığı gibi- "Türklere aittir, Türkler kutlamıştır, Türklere özgüdür" gibi yaklaşımlarla Nevruz gününü dahi ipoteğine almaya çalışan bu rejimin samimiyetine kim niye inansın?*
Bu rejim iflah olmaz bir ırkçılık abidesi olarak tesis edilmiştir ve zaman zaman farklı görüntüler içine girse de, temel çerçevesi aynen korunmaktadır. Bu itibarla sorunu şu hükümet, bu hükümet; şu şahıs, bu şahıs temelinde değerlendirmeye çalışmak aydınlatıcı olmaz. Laik-Kemalist rejimin iliklerine kadar işleyen ırkçı, şoven ideoloji, rejimin temel ve vazgeçilmez dinamiklerinden birini oluşturmaktadır. Dolayısıyla rejimin çerçevesini zorlayarak, onu eğip bükerek girilecek bir çözüm arayışı da güdük kalmaya mahkum olacaktır.
Bu meyanda PKK -ve onun şahsında Kürt ulusalcılığı- kendisini rejimin çözümsüzlüğü noktasında radikal bir alternatif olarak sunmaktadır. Gerçekte ise Kürt ulusalcılığı bir alternatif çözüm sunmaktan ziyade, rejimin çözümsüzlüğünü karşıt noktadan yeniden üretmektedir. Her şeyden evvel PKK hareketinin insana, topluma ve tarihe ilişkin temel kabulleri, kendisine karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı rejimin temel kabulleri ile çakışmaktadır.
Ve PKK da TC kadar samimiyetsizdir. Nasıl ki yıllardır sürdürdüğü "milletin bölünmezliği" edebiyatına karşın, TC en büyük bölücü unsur olarak hareket etmişse, PKK da "halkların kardeşliği" adına halklar arasında düşmanlığı geliştirme yolunda her geçen gün önemli adımlar atmaktadır. Dağlara, taşlara varıncaya dek her yere "Ne mutlu Türküm diyene!" yazarak milletin bölünmezliğini, birliğini savunmak ne kadar inandırıcı olabilirse; bombalarla, kurşunlarla halkların kardeşliğini vurgulamak da ancak o kadar inandırıcı olabilir. Israrla etnik kimliğin ayırıcı bir biçimde öne çıkarılmasının farklı kimliklere sevgi ve muhabbet duymayı getireceği iddiası ise koca bir yalandır. Zaten ulusçuluğun bizatihi tanımı "farklı" olana karşı bir karşıtlık, bir düşmanlık içermez mi? Ulusçuluğun gözü kördür. Öyle olmasa "Kapalıçarşı'ya gir ve tara emri" vermek gündeme gelebilir mi? Bu noktada, "milletin bölünmezliği ve halkların kardeşliği" edebiyatları sürekli çalan aynı plağın iki yüzü olmaktan öteye gidememektedir.
Rejimin "Nevruz İsyanı" bahanesiyle, Türkiye kamuoyunun da desteğini ardına alarak Kürt halkına yönelik giriştiği katliamın, sıcak geçmesi beklenen yaz döneminde bir soykırım noktasına kadar vardırılabileceği artık dünden daha az imkansız gözükmektedir. Hatta böyle bir gelişmenin sorunu uluslararasılaştırabileceği ihtimalini değerlendirerek PKK da olayların bu yönde gelişmesinden birtakım faydalar devşirmeyi umabilir. Böylesi korkunç bir olaydan zarar görecek olan ise Türk, Kürt ve bu coğrafyada yaşayan her kökenden Müslüman halk olacaktır. Bunun için İslami kardeşlik gerçeğinin bugün, her zamankinden daha çok öne çıkartılması ve halklar arasında düşmanlık ve kin oluşturmaya yönelik her türlü gelişmenin önüne geçilmesi için yoğun çabaların sarfedilmesi gerekmektedir. Ve bilinmelidir ki bu yöndeki en tutarlı ve ilerletici çaba; halklar arasında düşmanlığın tesis edilmesinde asıl belirleyici olan bu müşrik düzenin çürümüş, kokuşmuş niteliğinin Türkiye halkına en açık biçimde anlatılması olmalıdır.
* Hemen belirtelim ki, İslam dışı bir adet olan Nevruz kutlamasını Müslümanlar olarak biz de Müslüman bir halka reva görmüyoruz; fakat İslami açıdan bu karşı çıkma, rejimin ırkçılığından kaynaklanan yaklaşımından tamamıyla farklı bir bağlamda ele alınmalıdır.