TC Yetmiş Yıldır Legalleşemedi

Burhan Kavuncu

"Mesut Yılmaz'ı görünce millî duygularım kabardı ve üzerine yürüdüm"... Böyle diyordu, ANAP liderinin burnunu kıran ülkücü genç. Bu anlamlı sözlere karşı anlamlı bir demeç de Başbakan yardımcısı T. Çiller'den geliyordu: "Devlet için kurşun sıkan da, kurşun yiyen de şereflidir, kahramandır".

'Vatan-milletseverliğin' karikatürize bir şekilde yansıtıldığı bu olayı bir tarafa bıraksak bile, Türkiye'de, "birlik beraberlik", "ülkenin yüce menfaatleri ", "devletin bekası" gibi söylemlerle harekete geçirilen insanların hangi amaçlar için kullanıldıkları artık birçok kesim tarafından fark edilmeye başlandı. Kullanılma vakıasını farkedenlerden birisi de, BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu. Yazıcıoğlu son zamanlarda yaptığı konuşmalarda, ülkücü ve solcu gençlerin geçmişte devlet tarafından "değerlendirilmiş" olmasını sorguluyor. (Kullanılma ifadesini hoş bulmadığı için "değerlendirmedi tercih ettiğini söylese de, ağzından "kullanılma" kelimelerinin dökülmesine engel olamıyor). Yazıcıoğlu'nun açıklamalarında geçen bir diğer çarpıcı ifade de, 12 Eylül zindanlarında yatanların genellikle halkın alt kesimlerinden insanlar olmasıydı. Halen "ezan susmaz- vatan bölünmez" haykırışlarıyla sürdürülen kirli savaşa, müstekbir takımının kendi çocuklarını göndermediğini düşünürsek, BBP liderine hak vermemek mümkün değil.

Burada dikkat çeken nokta, Muhsin Yazıcıoğlu'nun eleştirdiği hususun, MİT veya devletin hukuk dışı operasyonlar yapması değil, bu operasyonlarda kendi yetiştirdiği elemanlar yerine ülkücü gençleri "değerlendirmiş" olmasıydı. Aslında bu, teknik düzeyde bir eleştiri ve tutarlı da değil. "Devletin bekası" için oluşturulmuş sivil bir eylemci grup olan ülkücü gençliğin, kendisini, resmi olarak yetiştirilmiş elemanlardan ayrı görmemesi gerekirdi. Yazıcıoğlu'nun "kendi yetiştirdikleri elemanlarla bu işi yapmalılardı" biçimindeki sözleri samimiyetten uzak görünüyor.

Bu özeleştiri çabalarının arkasında, Yazıcıoğlu, BBP camiası ve birçok eski ülkücünün devlet tarafından kullanılmış olmaktan duydukları vicdani huzursuzluğun bulunduğunu tahmin edebiliriz. Ülkücü hareket eskiden de, MİT'le-polisle (devletle değil!) iş birlikçilik yapmayı pek onurlu bir iş saymazdı. Hatta "devletin çıkarlarını" kendilerinin daha iyi kolladığını, bu tip kurumların ise yetersiz ve siyasi iktidarlar tarafından yozlaştırılmış olduğunu zannederdi. Şimdi geldiğimiz noktadan baktığımızda, bu en fazla devletçi grubun, yine devlet tarafından gerektiğinde kullanılmak ve işi bitince de buruşturup atılmak üzere oluşturulduğunu anlamamak mümkün değil. 12 Eylül döneminde büyük bir kısmı mağdur edilirken, daha sonra ülkücü harekete ve önde gelenlerine itibarları iade edilmedi mi? Şurası açık ki, devletin onlara ihtiyacı henüz bitmemiştir. Hatta, PKK ve benzeri sorunların çözümüne yine onların "cansiperane gayretleri" katkı sağlamaktadır.

Dünya emperyalist sisteminin, ulusal kimlik duygularıyla sentez yaparak oluşturduğu TC ulusal devleti, kurulduğundan bu yana bir legalleşme sorunu yaşamaktadır. Devlet bir taraftan, ülkede yaşayan halkın gözünde meşruiyet kazanmak ve kendi hukukunu oluşturmak İstemekte, diğer taraftan Lozan'da akdedilen muvazaa anlaşmalarının gereklerini yerine getirmekte, bütün bunların üzerinde de kendi egemenliğini sağlama almak için bir çete mantığı ile muhaliflerini temizlemek amacı gütmektedir. Zorba bir aygıt olarak hukuki bir görünüm kazanmanın çelişkisi hiç bir zaman aşılamamıştır.

İstiklal mahkemeleri, Takrir-i Sükun yasaları, dönemler değiştikçe askeri darbeler, sıkıyönetimler, DGM'ler ve MGK'lar, devletin vazgeçilmez 'hukuki' dayanaklarını teşkil etmektedir. Bütün bu olağan dışı yapılanmalar yetersiz kaldığı için, gizli operasyon ve örgütlenmeler her zaman rejimin başvurmakta tereddüt etmediği yöntemlerdir.

Devletin temel ilkeleri olan kemalist laik inkilaplar, her zaman zorba askeri usullerle ikame olunmuştur. Ülkenin ekonomik varlığı, yönetimde bulunan iktidarlar tarafından, işbirlikçi sınıfların ve emperyalist kredi mekanizmalarının tasarruflarına sunularak talan edilmiştir. Halkın alt tabakaları ve sabit gelirli yoksul sınıflar, istikrar paketleri ve sürekli enflasyon yoluyla zayıflatılmış, siyasi ve ekonomik iktidar güçleri tarafından güdülen sürüler haline getirilmiştir.

Bir kısım eski ülkücünün ve ANAP lideri Mesut Yılmaz'ın beyanları, sadece, kendilerinin de içinde bulunduğu devleti legalleştirme çabalarının başarısızlıkla sonuçlandığının itirafı anlamına gelmektedir. Mesul Yılmaz "temiz toplum" kampanyalarıyla, sistemin kirliliğini ilan etmektedir. Peki kendisi bu pisliğin neresindedir? T. Çiller'in ilk başbakanlığı sırasında, Kürt meselesine çözüm için girişimde bulunduğu zaman bahsettiği "kırmızı kitap" ne olmuştur? Kontrgerilla denilen resmi suç şebekeleri yeni mi ortaya çıkmıştır? Yoksa Mesut Yılmaz, kontrgerillanın bir kanadının diğerini tasfiye operasyonlarında figüranlık mı yapmaktadır? Bir diğer sahte kahraman da, kemalist solcu Doğu Perinçek... MİT'in bir kanadının kuryeliğini yapmakta olan bu şahıs, her zaman, önce öne sürülüp ardından kulağının çekilmesiyle, Türk solunun resmi ideolojiye hizmete amade olduğunu ispatlamaktadır. MİT'in başkasına yaptıramadığı ifşaatları sadece kendisinin yaptığını açıklayarak "şecaat arzederken merdi kipti sirkatin söyler" deyişine numune oluşturuyor.

Eski ülkücü Haluk Kırcı'da, "beni konuşturmayın" diye başladığı cümlelerinde, devlet çetelerinin yaptıklarını anlatıyor. Devlete nasıl hizmetler sunduklarını, ANAP kongresinde iki tarafta da yer aldıklarını ve bir tarafı seçtirdiklerini, buna karşılık toplu konut ihaleleri ve daha nice menfaatler gördüklerini saydıktan sonra, "biz bütün bunları devlet için yaptık, haysiyetli ve şerefli insanlarız" diye ilave etmeyi de unutmuyor.

Çocuklarının geleceğini ABD'de mülk edinmekte gören Çillerin vatanseverliği ile, bünyesinde başörtüsüne ve İslami hayatın hiç bir unsuruna hak tanımayan, buna karşılık İsrail'le askeri işbirliği anlaşmaları imzalayan generallerin vatanseverliği, devletin bütçesini hortumlamakta sakınca görmeyen Engin Civanların, Kemal Horzumların, Göknellerin ANAP ve CHP'nin vatanseverliği ve bütün bunlara memuriyet makamındaki koltuğuna kavuşmakla mutlu görünen Erbakan'ın vatanseverliği, TC içindeki çeteler savaşının ve menfaat kavgalarının geldiği nokta, devletin ne kadar meşru ve legal olabildiğini ortaya sermektedir.

Burada üzerinde durulması gereken Haluk Kırcı'ya ait olduğu söylenen bir ifade daha var ki, devletin meşruiyetinin hangi durumda olduğunu göstermesi açısından ilginç. Askerliğini niçin hala yapmadığı hususunda, "bu sisteme askerlik yapılmaz" diyor Haluk Kırcı. "Devlet" için canını feda etmeye hazır bir ülkücünün bu tavrı, halk içinden gelen bir duygunun ifadesi mi acaba?