Hiçbir konuda uyuşamıyoruz... İçtiğimiz çayın rengi bile farklı. Ben açık Seylan çayını seviyorum; kocam acımsı buruk kamelyayı. Evlenmeden önce ne zaman bir araya gelsek, bir çay bahçesinde ya da okul kantininde ben ne yersem onu yer, ne içersem onu içerdi halbuki. Şimdi de öyle yapsın demiyorum ama sanki o inadına benim yaptığım işlerin tersini yapmaya can atıyor, cedelleşmek için fırsat kolluyor. Oysa evliliğimizin on ikinci yılını doldurduğumuz şu günlerde birbirimizin huyuna suyuna gitmemiz gerekmez mi? Fazla mı karamsarım? İyimser olmak için çevremdeki iyi gitmeyen evliliklere bakıp duruyorum yıllardır. Üst katımdan gelen karı-koca kavgası bana çoğu zaman tuhaf bir sükunet yaşatıyor nedense. Onların birbirlerini acımasızca kıran sözleri, itişip kakışmaları, bağırıp çağırmaları iç yangınımı söndürüyor. Her kavga sonrası çok şükür diyorum; çok şükür biz daha bu kadar ilerletmedik işi. Fakat başkalarının mutluluk ya da mutsuzluklarıyla nereye kadar avunabilir ki insan... Birbirleriyle uyumlu çiftleri görünce de ben nerede hata yaptım diye soruyorum doğal olarak; nerede hata yaptım?
Üniversitelerde hangi dönem başörtüsü sorunu yaşanmamıştır ki! Öyle yasaklı bir dönemde fakültenin önünde başörtümüzle varolabilmek için yaptığımız bir direniş sırasında; polisten mi kaçıyorduk, ayağım kaldırıma mı takılmıştı, bayan polislerden biri başörtüme mi asılmıştı işte öyle bir hengamede yere saçılan çantamı toplamaya çalışırken gördüm onu. Kanayan yüzümü silmem için kâğıt bir mendil uzatmış ve gözden kayboluncaya kadar koşmama yardım etmişti. Etmese miydi? Yüzüm oluk oluk kanasaydı da almasa mıydım uzattığı mendili? Bilmiyorum! Gittikçe kaybediyorum sağlıklı düşünme mefhumumu. Hergün aynaya bakıp bakıp bu ben miyim, diye dertlenip durmak, herşeyden önemlisi çocuklarıma iyi örnek olamamak derinden yaralıyor yüreğimi.
O günden sonra birkaç kez görüştük. Açık yürekli, açık sözlü mert bir delikanlı, ilk anda sevmiş ısınmış, niyeti ciddiymiş... Evet demem yeterliymiş ailesini bizimkilere göndermesi için. Bu acelecilik sanki pazardan ayna tarak, basma çorap beğenir gibi bir ironiyi çağrıştırmıştı bende. Bunu ona hissettirdim. Şiddetle karşı çıktı. Onun deyimiyle herkesten farklı bir mazbutluğum, acılı denizlere benzeyen gözlerim varmış. Yaşamı boyunca ruh birlikteliği edemeyeceği biriyle evlenmekten korkarmış hep. Fakat bendeki ışık, mücadeleci kimlik silmiş bütün tasalarını. Nişanlandığımızda birbirimizi tanıyalı dört ay olmamıştı bile... Belki de üç. Zamanı önemseyen kim! En çok kendimizi bulduğumuz o eylemlerde gözlemlemeyi severdim onu. Başörtümüzden dolayı derslere giremediğimizde arkadaşlarını aktive ederek Beyazıt'ın bir köşesinde yer alması, kalabalığın neredeyse iniltiye dönüştüğü saatlerde elini kaldırarak işaret vermesi ve ortalığı gür sloganların çınlatması uçsuz bucaksız deryalara sürüklerdi beni. Hep biz okullu genç kızların üzerine yıkılan tesettür sorumluluğunu yaşamımı birleştireceğim insanda böylesine coşkulu görmek yalnızlığımı aralardı sanki. Ben aradığımı bulmuştum. Gençlik dinamizmimi hayatım boyunca dipdiri ayakta tutabileceğim hayat arkadaşımdı o benim.
Okul bitince tayini Güneydoğu'ya çıkmıştı. Ben hâlâ başörtüsü nedeniyle giremediğim vize ve finallerin ardında koşturup duruyordum. Çemberimiz hergün biraz daha daralıyordu. Önceleri pekçok ders hocası yasağı kaale almazken son zamanlar kampüse girişimiz bile engellenir olmuştu. Hergün saatlerce oturma eylemi yapıyor, elele mitingleri düzenliyor, bir yığın kurum kuruluş ziyaret ediyor. İmza kampanyaları başlatıyorduk ama kimseye anlatamıyorduk derdimizi. Üçüncü sınıfın finalleri geçit vermez dağlar gibi yığılmıştı önüme. Ve ben hâlâ biyolog çıkamayacağımı düşünmek bile istemiyordum,
Ona yaşadığımız sıkıntıları yazıyordum. Her mektubum gittikçe azalan umudumun ve bedbinleşen ruhumun sönük ışığını yansıtıyor olmalı ki: 'Bırak okulu gel' diyordu. Bütün kararlılığımla karşı çıkıyordum ben de: 'Sen, ben, o bırakıp gidersek, kim sürdürecek bu direnişi?' Sonraları okuldaki olaylar iyice arttığından ve hergün televizyon ve gazetelerde boy boy görüntülerimiz yayınlandığından iyice huzuru kaçtı. Ben okulu bırakmamakta inat ettikçe, zehir zemberek satırlara dönüşüyordu iç yangını... 'Birgün kim vurduya gideceksin!' diyordu. 'Bunların şakası yok! Ben bir biyologla evlenmek istemiyorum üstelik. Sen benim yaşama tutunuş umudumsun... Diploma dediğin nedir ki birinci hamura öylesine sıralanmış birkaç yaldızlı harf!..' İki kez gözaltına alınmış, fakat ona yazmamıştım. Duymuş... Bana söz geçiremeyeceğini bildiği için aileme şikâyet etmiş. Bizimkiler hapis lafını duyunca soluğu yanımda aldılar... Bir şey yok dedimse de inandıramadım. Kızlarının polis gölgesinde yaşaması ağırlarına gitmişti. Lafı döndürüp dolaştırıp doktor damatlarına getirdiler. Benim ütopyalarım yüzünden onu gurbet ellerinde yalnız bırakamazlarmış. Onun ailesi de bu karışıklıkta "müstakbel gelinimizi oğlumuzun yanında görmek isteriz" diye diretince kendimi bir oldu bittinin içinde buldum. Derdes evlenip çoluk çocuğa karışmak eskiden beri fobimdi halbuki. Geleneğe direnmek!.. Önce okulumu bitirmek, gönlümce bir iş bulmak, en az üç-beş yıl entellektüel birikimimi arttırıp yaşama baktığım pencereyi netleştirmek istiyordum. Fakat kimseye anlatamadım ki. Ben sonuna kadar bu yasağı delmek için mücadelede ısrar ettikçe, sanki oku da bana benzeme diyen o değilmiş gibi evlen de mürüvvetini göreyim deyip duruyordu annem. Babam eskiden beri bir lokma, bir hırka düşüncesinde olduğundan benim gayretlerimi yalnızca maaşa bağlanma sevdası olarak algılıyor, biran önce nikâhlanmamı ve yaşamımı güvenceye almamı öğütlüyordu. Böylece kız evlâdının omuz çökerten o büyük sorumluluğundan kurtulacaktı sanki. Bütün bunlar mazeret mi? Onunla evlenince hergün içimde devinip duran isyanlarımı paylaşacağımı mı umuyordum gerçekten. Belki lüzumundan fazla agresiftim. Eylemden eyleme koşmaktan ve hiçbir netice elde edememekten kendimi dolap beygirlerine benzetir olmuştum. Ne bileyim işte, birazda kendi işime gelmişti; herşeyi yüzüstü bırakıp akıntıya teslim olmak. Direnişi bırakıp her evlenen vatan haini sayılmazdı ya... Bu da bir yöntem olamaz mıydı?
İşte o gün bugündür (çok demode bir tabir olacak ama) rüzgârın önündeki bir yaprak misali savrulup duruyorum oradan oraya.. Kocam rüzgâr, ben yaprak... Aslında sevgisizlik değil problemimiz. Üç çocuğumun babası, gençlik yıllarımda yüreğime düşen ilk cemre o benim. Hâlâ sıcaklığını koruyorum içimde, fakat düşlediğimin öyle ötesinde gelişti ki herşey. Eskiden beri emir almak yaralamıştır beni. Fakat on iki yıldır yaşamımı onunkine endeksleyip durmaktan başka yaptığım birşey yok... Evlenmeden önce herşeyi birlikte plânlardık halbuki. Okunacak kitaplar, abonelikler, korumaya özen gösterilecek dostluklar, tüketim markaları, düğün tarihi, çıkılacak ilk seyahat... Ya şimdi?! Evliliğimizin ilk yıllarında başladı kariyer tutkusu. Ya da içinde hep vardı da ben yeni farkediyordum. TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı)'u kazanabilmesi için evde yıllarca adeta köşe kapmaca oynadık birbirimizle. Geri sarılmış bir film tekdüzeliğindeydi hayatımız. O her gün yorgun argın sağlık ocağındaki işinden gelir, yemeğini yer, canı isterse hal-hatır sorar, istemezse odasına çekilir ve kalın ciltli tıp kitapları arasında kaybolurdu. Ben de diğer odada kızımla birlikte sessiz sakin otururdum. Evde gürültü olmasın diye televizyonu kutusuna kaldırıp kömürlüğe indirmişti. Çok sıkılırsam kısık sesle radyo dinleyebilirdim en fazla. Eğer kızım yanlışlıkla babasının odasına girecek olursa kızılca kıyamet kopardı evde. Efendim; böyle ikide bir kapı açılırsa nasıl konsantre olabilirmiş. Bir çocuğa sahip çıkamıyormuşum! Kaç sefer söylemiş onu gündüzleri uyutmama mı ama ben inadına uyutuyormuşum. Çocuk da karanlık basınca gece kuşu kesiliyormuş! Bu gidişle üç kuruşluk pratisyen maaşına talim edecekmişiz. Herşeyden de önemlisi: 'Yine mi kazanamadın?' diyen ele güne ne cevap verecekmiş. Babası her telefonda soruyormuş. Annesinin romatizmaları iyice azıtmış. Olursa dahiliye uzmanı olmalı, iyice yaşlanan annesine ve babasına faydası dokunmalıymış. Ama o ne yapıyormuş? Bikırıcık ders çalışabilmek için evde bizimle bir boğuşmadığı kalıyormuş. Bu gidişle çalışmak için yeni bir ev araması gerekecekmiş kendine. İçinde başka bir hatun da olabilirmiş! Sandığım gibi değilmiş canım. Şöyle onbeş-yirmi yaşlarında ihtiyar bir hizmetçi! (Bunu alaylı bir gülümsemeyle söylerdi). Ben de o zaman bangır bangır bağırtarak dinleyip-izleyebilirmişim istediğim şarkıyı, ezgiyi, marşı, bilmem hangi filmi. Ah ah kime anlatıyormuş ki bunları...
İlk yıllar tuhaf bir küskünlükle herşeyi içime atar, karşılık vermemeye özen gösterirdim. Onun tahammülsüzlüklerini fazla çalışıp yorulduğuna yorardım. Ben akşama kadar evdeydim. Karışanım girişenim yoktu, iki çocuğa bakmaktan ve ev işlerini yapmaktan başka hiçbir işim de... O ise sevimsiz tıp kitaplarındaki binlerce terimi; Diabetüs Mellitusları, Progresif Buber Paralizi'ni, Sisternal Ponksiyo'nu, Anjiografi'yi, Lateral Ventrikül Koraid Pleksusu'nu ve daha nicelerini bilmek, beyninin kıvrımları arasına hiç unutmamacasına yerleştirmek ve yılda iki kez girdiği TUS'ta doğru seçenekleri işaretlemek zorundaydı. Kolay şey miydi bu? Bir de gün boyu dil tikir anlamaz hastalarla uğraşıyordu üstelik. Ne kadar kırıcı olursa olsun ona saygımı asla bozmuyordum. "TUS kabusu" tam yedi sene sürdü evimizde.. Farklı odalarda ben çocukların ortasında o, dev ciltler arasında iki yılda yeni bir çocuk sahibi olarak geçen koca yedi sene...
Annesinin ve babasının istediği gibi dahiliyeci olma fırsatını yakalayamamıştı ama Ege'nin incisi İzmir'de Çocuk Gelişimi ve Hastalıkları Asistanlığını kazandığına da hiç üzülmedi. Bu duruma belki de en çok sevinen bendim. Kariyerinde ilerlemek onu biraz olsun durultur sanıyordum... Durultacak! Meğer her şey yeni başlamış! İki günde bir nöbet, kırk saati aşan uykusuzluklar, evde binbir çabayla hazırlanan bilimsel tezler, bölüm profesöründen her seferinde geri dönen araştırma dosyaları, ast-üst polemikleri, hasta yakınlarının kaprisleri, hastanenin gergin atmosferi, tantana, curcuna, disiplinsizlik... Güneydoğu'nun sade-sessiz iklimini aratır olmuştu bize. Ondan çok ben yoruluyordum sanki. 'Bana yeterince yardıma olmuyorsun' diye sızlanıyordu. 'Hiç değilse şu araştırma dosyalarım gözden geçirsen'... Şaşkın şaşkın yüzüne bakıyordum. Biyoloji üçten terkeden biri ne anlar bu tezlerden der gibi... Öyle bunalıyordu ki, kendi başarısızlıklarını benim bilgisizliğime yüklemek istercesine kırıyordu beni. 'Biyolojiyi bitirmiş olsaydın eğitim seminerlerime bir faydan dokunurdu' dedi birgün... Ben de hiç vakit kaybetmeden, yıllardır içimde yaşattığım fakat kendimden bile gizlediğim buruklukla: 'Okulumu senin yüzünden bıraktım' diye diklendim... 'Ve kırk yıldır senin şu kahrolası kariyerin peşinde koşup durmaktan artık dizlerim ağrıyor!' Benden böyle sözler duymaya alışık olmadığından ceketini giydiği gibi evden çıktı ve ancak iki gün sonra döndü. Dışarıda geçen iki gece! Yoo şüphe falan değil, anlatmak istediğim. O meydan okuyuş... O taframsı duruş...
İhtisasını bitirip Karadeniz'in bir sahil kentine atandığımızda çocuklar hayli büyümüştü. Dördüncü bir çocuk (Allah'ın izniyle) istemiyordum. Yaşantımız nispeten düzene girmişti. Karadeniz'in büyülü yeşilinden mi, insanın içine garip ürpertiler salan denizinden mi bilmiyorum, gençlik yıllarımdan bir esinti yakalamıştım sanki. Yılların rutinliğini aşmak kendimle buluşma isteği de diyebiliriz buna. Çocukların en küçüğü de okula başlamıştı. Koca birgün evde yapayalnız oturmaktansa öğrenebileceğim işlerin peşine düşmeliydim. Hem sosyalleşmek hem de sosyalleşirken toplumsal dönüşüme yardımcı olmak adına önemli bir adımdı bu. Öyle sıradan dikiş, nakış boyama, makrome gibi uğraşlar değildi istediğim. Çağın nabzını tutan, kültürümü geliştirebileceğim birşeyler olsun istiyordum. Birgün İngilizce, bilgisayar ya da ehliyet kursuna yazılmak istediğimi söyledim ona. Yüzü duymak isteyeceği en son şeyi duymuşçasına asıldı ve: 'Bunlara ne gerek var ki' dedi, bütün inanmışlığıyla, 'İngilizce öğrenip İngiltere'ye mi gideceksin? Ya da bilgisayar öğrenip programcı mı olacaksın. Ee ikinci bir arabaya da ihtiyacımız olmadığına göre neden vaktini ve paranı boşuna harcayasın?' 'Evet İngiltere'ye gitmeyeceğim' diye yükselttim sesimi, 'Programcı da olmayacağım, korkma arabanı da kullanmam... Ben bu kurslardan birine gi-de-ce-ğim.' 'Ne yaparsan yap' dedi. 'Üç çocuğun ve bir kocan olduğunu unutma da...'
Bir hafta oldu kursa başlayalı.
Bilgisayar kursu sandığımdan da güzel geçiyor. Hocamız kırk yaşlarında otoriter duruşlu, kibar bir adam. Hepimizle yakından ilgili... Son teknolojiyle çalışıyoruz. Windows işletim sistemini umduğumdan da çabuk kavrıyorum. Hard-disk, bellek, işlemci, cd rom, anakart, ekran kartı, disket sürücü, cdler, disketler... Her kavram, her obje dimağımda muazzam bir ahenkle yer ediniyor. Hocamız üç çocuk annesi bir bayan olarak bendeki gayretin birçok gence taş çıkarak ölçüde olduğunu gördükçe takdirlerini bildiriyor. 'Böyle giderseniz sizi buraya programcı alabiliriz' diye espri bile yaptı bir keresinde. İlk kez çocuklarımın derslerine ya da kocamın kariyerine katkıda bulunmak yerine kendim için birşeyler öğrenmenin kıvancını duyumsuyorum. Fakat asli görevlerimi de asla ihmal etmiyorum. Çocuklarımı, ev işlerimi, aşçılığımı... Tabii bu benim görüşüm. Yemeklere eskisi gibi özenmiyormuşum oysa... Pilavın şehriyesini fazla kavurmuşum geçen akşam! Ütülediğim gömleklerin kıyısı kırpısı buruşuk kalıyormuş. Kravat, çorap, mendil çekmeceleri birbirine girmiş. Oğlumun pantolonundaki koskoca lekeyi görmemişim de ıslak bir bezle o silmiş geçen gün. Kendi başörtülerimi hergün ütülemeyi unutmuyormuşum ama! Kaç zamandır onun ailesini arayıp bir kere hal hatır sormamışım. Dolaptaki muzlar çürümüş de haberim olmamış; kilosu kaç liraymış haberim var mıymış? Dün gece küçük kızımız yatağında ağlıyormuş; çünkü söz verdiğim halde ona Güliver'i okumamışım. Bilgisayar öğreneyim derken anneliğimi unutuyormuşum. Yarın bu çocuklar toplum içine sorunlu birer fert olarak katılırsa bunun sorumlusu kimmiş ha kimmiş?
Vallahi ne yalan söyleyeyim bunlara yalnızca gülmek geliyor içimden. Hiçbir şey yıllar sonra kendimle kurduğum dostluğun arasına girmeyi başaramayacak. Ben son yüzyılın şu revaçtaki aygıtını herşeyiyle öğrenmeye kararlıyım. Madem öğrenimimi tamamlayıp bir biyolog çıkamadım, iyi bir bilgisayarcı olamaz mıyım? Eğer bu kurs bana istediğim herşeyi veremezse başka bir kursa yazılacağım. Bilgisayar dergilerinden ikisine abone oldum mutfak masrafından arttırdığım harçlıklarla. Eğer istediğim noktaya gelebilirsem evde vaktimi değerlendirebileceğim bir işim oldu bile. Fakat kocam şimdi de garip bir kıskançlık krizinin eşinde. Geçen gün geçiyordum uğradım diyerek baskın yaparcasına kurstaydı. Bilgisayar hocası o sırada benim oturduğum sıranın çok yakınında anlamakta zorlandığım bir işlemi açıklıyordu. İşte o mesafe yakınlığı bütün mesele... Neden anlatacağını on adım geriden anlatmıyormuş da, araya bir dirsek payı mesafe koyuyormuş! Ya mausa ellerimiz aynı anda uzanıp birbirine değseymiş. Orada herkes meseleyi kavramış da bir ben mi anlayamamışım, gelip bana anlatmış... Hem neden anlayamamışım ki? Harddiski ikiye bölmekte ne varmış. Önce Başlangıç disketini sürücüye takacak, bilgisayarı açacakmışım; komut satırına fdisk yazıp enter'e basacakmışım... Bari bana o ders verseymiş, Hiç değilse bedavaya gelirmiş... Üstelik kaç aydır yemediği yaprak sarmasını ta annesinden kargoyla istemekten de vazgeçermiş böylece...
Bir iş çıkışı ben de yolum düştü dercesine uğruyorum hastaneye. Beyefendi iki hemşireyle karşılıklı yorgunluk çayı içiyorlar. Hemşirenin biri sarışın, mavi gözlü ve oldukça bakımlı; diğeri esmer ve ötekine göre sönük ve soluk. Beni görünce tuhaf bir gülümsemeyle yerinde doğruluyor kocam. Bütün kibarlığıyla: 'hoşgeldin' diyor, kolumdan hafifçe tutarak odasına götürüyor... Hemşireler aramızdaki yapaylığın farkına vardılar mı acaba diye düşünüyorum ister istemez, Apar topar odaya götürmek kadınlık gururumu incitiyor biraz. O öfkeyle, kapı kapanır kapanmaz: 'Çaylarınızı niye on adım öteden içmiyorsunuz!' diye çıkışıyorum. 'Ne var karşılıklı çay içecek! Birbirinize sırtınızı dönerek içemez misiniz? Hem ben her gece kamelya demlemiyor muyum evde? Üstelik bardağı daha ucuza geliyor...' Ne demek istediğimi anlamak yerine: 'Şu sıralar denetimlerin ne kadar sıvaştığından haberin var mı senin?' diye söyleniyor, 'Ben namazlarımı gizli saklı kılmanın derdindeyken sen tesettürlü olduğunu herkese ilân etme gayretinde misin canım?' 'Beni başörtüm için yaptığım eylemlerde görüp beğenen sen misin bunu söyleyen?' diye haykırıyorum. 'Öğrencilik günlerimizde örtüye ve inanca dair yazılar yazan, bendeki takva ve azmi kendine ilham edinen sen! Neden göremedim ki okulu bırak da gel dediğinde sendeki tükenmişliği! Herşey atanana kadar mıydı? Ah ne hoş! Fantastik öğrencilik yılları... Sonuna kadar diren demen gerekmez miydi? Hah bekleyemezmiş, bek-le-ye-mez-miş!..'
Gözlerini uzaklarda çağıldayan bir şelaleye diker gibi yüzüme dikiyor. 'Benimle bunları tartışmak için mi geldin buraya?' diyor. 'Evimizin suyu mu çıktı? Evet başörtüne hayranım. Seni böyle seviyorum fakat radikal çıkışlar bize ne kazandırdı ki? Tam kariyerimde önemli bir noktaya gelmişken, doktora tezlerimin kabul aşamasında senin böyle bir bayrak gibi hastane koridorlarını arşınlaman hiç hoşuma gitmiyor. Neler oluyor söyler misin? Sanki karım değil, rakibim gibisin... O bilgisayar kursunda mı öğreniyorsun bütün bunları? 'Karizma, kariyer, prestij!' diye bağırıyorum ellerimi havaya kaldırarak (bu ben miyim). Ne zaman bitecek bu gidişat? Doçent, profesör, ordinaryüs,.. Ya ben, ya biz? İnandıklarımız!' Üniversite yıllarında gönlünü bir havacı teğmene kaptıran ve onunla evlenen tesettürlü arkadaşıma intihar bu diye boşuna acımışım. Benim kocamın çalıştığı kurumun kışladan ne farkı kalmış...
Hâlâ inat ediyor gözlerimdeki acıyı anlamamakta. 'Tüm bunları kendim için yaptığımı mı düşünüyorsun?' diyor. 'Bukalemun gibi yaşamak benim çok mu hoşuma gidiyor sanki! Madem senin için kariyer hiç mühim değildi neden bir simitçiyle evlenmedin ha! Ya da bir çöpçüyle! Sütçü ya da kapıcı dediğimi de farzet!...' Dolukan gözlerimle pencerenin önüne sığınıyorum. Az önce sayılan meslek gurupları değil gururumu inciten; bir kariyer avcısı olarak değerlendirilmek! Ah ben bu muyum gerçekten? Şimdi ben senin yüreğine aşık olmuştum desem anlar mı beni! Direngenliğine, tavizsizliğine, havaya savrulan yumruğuna, işaret parmağına, ruhunun güzelliğine diye sıralasam. Onu sarsılmaz bir liman gibi gözümde büyüttüğümü, okul yıllarını, direnişimizi, kantindeki tebliğ günlerini, binbir aşkla çıkarılan gazete ve dergileri, ölümüne dostlukları, evlilik kurumuna duyduğumuz saygı ve inancı, mücahit ve mücahide yetiştirmeye yönelik ebeveynce duygularımızı, parasızlıktan simitle geçiştirilen öğle akşam öğünlerimizi hatırlatsam... Beni mazi takıntısıyla suçlayacak olsa olsa... İslamoğlu'nun o pişkin orta yaşlılarından olmadığını da söyleyecek bütün inatçılığıyla... En iyisi çıkıp gitmek. Ve unutabildiğimce unutmak herşeyi...
Kapıya doğru yürüyorum. İçimde kopan fırtınadan habersiz; şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor. Çehremdeki yıkılmışlık bütün çıplaklığıyla okunuyor olmalı ki, birden asık yüzü yumuşuyor, ellerimden tutuyor merhametle: 'Boş yere birbirimizi kırıyoruz' diyor. 'Belki de sizi fazla ihmal ediyorum. Ama sen de şu bilgisayar işini gözünde fazla büyüttün. Tamam en yakın zamanda bir yerlere gidelim. Üç-beş gün kafa dinleyelim. Doktorama bir hafta kala döneriz geriye.' Gülünç! Çocuk kandırır gibi sözleri. Tıpkı romantik aşk filmlerinde geçen o budalaca kart koca kavgalarının ardından erkeğin hep karısına teklif ettiği komedi: -Ta-ti-le çıkalım ha-ya-tım! Hangi seyahat geri getirebilir ki hergün sistemin potasında eriyip giden kişiliğimizi? Hangi otobüs, uçak, otel, rezervasyon, kumsal, dağ havası, kuşlar, böcekler, çiçekler... Tefekkür ettikçe kulluğumu dengi dengine yapamadığımı hatırlatmaktan başka neye yarar tüm bunlar...
Ah niçin anlamak istemiyor ki beni. Bir insan nasıl bu kadar değişebilir? Kapıyı açıp eski kocamı istiyorum diye basbas bağırmak istiyorum hastane koridorlarına. Az önceki sarışın hemşirenin boyalı yüzündeki şaşkınlığı tahayyül edince belli belirsiz gülümsüyorum... Kocam tatil fikrine gülümsediğimi sanıyor. Büyük kasırga kopmadan, esen hafif bir rüzgar yuvayı yıkamamış, çatıdan birkaç kiremit uçurmuştur o kadar... Tatil dönüşü o kiremitler de yerli yerine konursa no problem! Başımı önüme eğiyor ve bütün yıkılmışlığımı sürdürerek koridorları geçiyorum. Bahçeye kadar yanımda yürüyor fakat duyduğu rahatsızlık her halinden belli. 'İstersen eve kadar bırakayım' diyor, arabamızı işaret ederek. Kederli gözlerimi yüzüne dikip birkaç saniye oyalanıyorum. Gözlerinde eski sevdiğimden bir iz bulabilmek için. Yok!.. Dolaptaki çürük muzları, ya da akşam ne yemek yapacağımı düşünüyor olmalı. Yazık!.. Belki de başhekim bizi odasından görüyor mudur diye telaşlanıyor içten içe... 'Bu biz miyiz' derken gözyaşlarımla sular seller gibi yıkanıyor yanaklarım. Öylece kalakalıyor hastane bahçesinde.
Eve geldiğimden beri sekizinci kez boşaltıyorum bavulumu. Lüzumsuz birkaç giyim eşyasını bir koyuyorum, bir çıkarıyorum. Ne zaman bu son deyip fermuarı çekip elime alsam, çocuklarımın odasına koşuyorum. Kızlarım ve oğlum uykunun en tatlı yerinde masumluklarını haykırır gibi dokunaklılar... Kaçıncı veda öpücüğü bu. Oğlum minik bir adamı andıran çehresiyle tıpkı babasının bir kopyası. Onlara nasıl kıyacağım? Ne yapıyorum ben! Onlarsız yaşayamayacağımı bile bile. Kariyer avcısı olarak değerlendirildim diye mi bunca tafram; ya da şu evin dışından başka hiçbir yere yakıştırmamamdan mı? Yoksa o sarışın hemşire mi? Başıma kakılan ütülü başörtülerim mi? Mausa uzanırken rastgele bir dokunuşla namusu zedelenecek ellerim mi? Binlerce çentik taşıyan yüreğim hangi birine ağlasın. Kim dinler, kin anlar beni... Of! Çivisi çıkmış dünyaya lüks bir dertli...
Elimde bavulum beni kapıda görünce, annemin yüzünün alacağı şekli görür gibi oluyorum. Ona ne anlatacağım? Kaloriferli bir eve ve çürütmeye bile terk edebileceğim muzlara sahip olduğuma göre derdim ne olabilir?' Kimse beni anlamaz... Kimse beni anlamaz... Vicdanımın sesi bile çocuklarımdan yana. Yapamayacağım. Belki de yapmamalıyım. Vakit gece yarısına yaklaştığı halde niçin dönmedi hâlâ eve. Hiç böylesine bekletmezdi. En acil hastaya giderken bile arar bildirirdi. Cep telefonunu çaldırıyorum cevap vermiyor. Muayenehaneyi arıyorum yok! Birkaç tanıdık-dost telefonlarını çeviriyorum ard arda; hiç görmemişler. İçimde bir sıkıntı bir sıkıntı. Pardesümü giyip saati önemsemeden muayenehanenin yolunu tutuyorum. Uzak değil, iki cadde ötede. Merdivenleri aşarken hüzünlü titreşimlerin etkisinde kalbim. İkinci katın kapısını çalıyorum titreyen parmaklarımla... Kısa bir sessizliğin ardından açılıyor kapı... O!
Gözleri kıpkırmızı, AĞLAMIŞ! Sessizce içeri çekiliyor. Yabancı birinin bürosuna girer gibi içeri giriyorum.' Merak ettim' diyorum dil ucuyla. Yüzüne bakmaya korkuyorum. Öyle acımsı, öyle buruk ki çehresi. Bakışlarım masanın üzerindeki kâğıtlara takılıyor. Yoksa bilimsel tezler yine işe yaramadı mı der gibi... Ama hayır hiç mesleki birşeye benzemiyorlar. Öylesine gözatıyorum içeriklerine. On iki yıl öncesinin şiir-deneme-makale çalışmaları değil mi bunlar... Okumuş ve ağlamış... Onları yırtıp attığını sanıyordum. Atmamış! Saklıyormuş!.. İşte benim için yazdığı deneme değil mi şu en üstteki. Kâğıdın üzerinde henüz kurumamış gözyaşları... İçim titriyor ıslak kâğıda uzanırken; gözlerimden iki damla yaş yuvarlanıyor adımın geçtiği satırın üzerine. Pencerenin önünde onun da ağladığını farkediyorum. Sevgi dolu bir yürekle yaklaşıyorum yanına. Sanki hasretle uzanacak dost elimi bekliyor. 'Bana yardım et' diyor dokunaklı bir fısıltıyla 'Sende ki aşk ikimize de yeter biliyorum.' Bütün sevecenliğimle başımı sallıyorum. Alelacele masanın üzerindeki kâğıtları toparlayıp kolumun altına sıkıştırıyorum. Işığı söndürerek çıkıyoruz bürodan. Kentin ıssız caddelerinde yürürken: 'Eve varınca Seylan çayı demle' diyor... 'Çürüyen muzları da unut gitsin... Sahi sizin bilgisayar hocası...'