Türkiye 2007 seçimlerine giderken asker ve sivil bürokrasinin halk iradesi üzerinde vesayet kurma girişimleri belirgin biçimde hissediliyordu. Siyaset bir taraftan TSK, diğer yandan yargı kaynaklı düzeltme operasyonlarıyla kuşatma altına alınmaya çalışılıyordu. 27 Nisan muhtırası, 367 garabeti, Cumhuriyet mitingleri organizasyonu ve benzeri girişimler bu çabanın açık tezahürleriydi. Ama süreç bürokratik oligarşinin değil, halkın lehine işledi. Hükümetin dayatma karşısında sinmemesi ve halkın tercihini sandığa net biçimde yansıtması karşısında mevzi kaybettiler, geri çekilmek zorunda kaldılar.
Dört yıl aradan sonra Türkiye yeni bir seçime doğru giderken oligarşik yapı süngüsü düşmüş vaziyette halkın karşısında. Ergenekon-Balyoz sanıkları iktidara gelmek için cunta örgütleme faaliyetlerinden çakmış ve artık dışarı çıkabilmek için seçimlere girme aşamasına geçmiş bulunuyorlar. Militarizmin yılmaz müdafii CHP bedelli askerlik teklifi verebiliyor, Genelkurmay’ın Balyoz davasıyla ilgili açıklamasını eleştirebiliyor. Her ne kadar çok seviyesiz bir düzleme oturtmakla birlikte, artık muhalefetini geniş halk kitlelerini ikna temelinde yapma zorunluluğu hissediyor.
Askeri, darbeye kışkırtmak yerine YGS talihsizliği üzerinden öğrencileri harekete geçirmeye çalışmak ya da yargı oligarşisine sırtını dayamak yerine aile sigortası, ucuz mazot vb. vaatlere sarılmanın daha tercih edilebilir çabalar olduğuna kuşku yok. Bunlar görece iyi gelişmeler. Darbeciliğin geçer akçe olmaktan çıkması sevindirici. Ne var ki, darbeciliği üreten zihniyet ve mekanizma tasfiye edilmediği müddetçe bu neticenin yarım bir sevinç olarak kalmaya mahkûm olduğu da unutulmamalı.
Türkiye Ortadoğu’da isyanlara sahne olan diktatörlüklerden tartışmasız biçimde farklı bir ülke. Halkın tercihlerini serbestçe yansıtabildiği siyaset zemini, muhaliflerin örgütlenme imkânları, iletişim serbestîsi ve benzeri açılardan diğerlerine benzemiyor. Ama ideolojik dayatmacılık noktasında benzerlik görmezden gelinebilecek gibi değil. Örneğin, değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez anayasa maddeleri mantığı ile 30 yıldır, 40 yıldır aynı şahısların yöneticilik yapması arasında ne fark var? İki durumda da halkın tercihleri büyük bir keyfilik ve kutsama ile sınırlandırılmış olmuyor mu? Arap despotizmlerinin Kaddafi’yi, Esed’i, Ali Abdullah Salih’i tartıştırmayan mantığı ile Türkiye’deki “değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkeler” dayatması arasında özde pek büyük bir fark bulunmuyor. Dogmatizm, kula kulluk düzeni, şahıs putlaştırması aynı. Hatta Türkiye açısından daha talihsiz bir durumdan dahi söz edilebilir, şöyle ki burası mezardan yönetilen bir ülke görünümünde!
Seçimlerin bu taşlaşmış yapıyı değiştirme ihtimali var mı? Hayır! Zaten böyle bir niyet de söz konusu değil. Doğuracağı sonuçların bu yüzden en temel ihtiyaca cevap vermeyeceği görülüyor. Öyleyse ilkeli ve ısrarlı bir tarzda düzenin işleyişindeki çarpıklığı, zorbalığı ortaya koymaya, taleplerimizi yükseltmeye devam etmek durumundayız. Tam bu noktada bir müddettir gündemde olan model tartışmasını yeniden değerlendirmekte yarar var.
Ortadoğu’nun dört bir yanında kurşunlara, işkencelere rağmen bedel ödemekten kaçınmayarak hakkı, adaleti haykıran, özgürlük ve onuruna sahip çıkan kardeşlerimizin canları pahasına ortaya koydukları pratikten ders çıkarmalıyız. Bu manzara bizlerde kimliğimize ve taleplerimize daha sıkı sarılma kararlılığını geliştirmeli. Ve gerçek manada özgürleşmenin ancak kimliğimize sahip çıktığımız oranda gerçekleşecek bir süreç olduğunu akıldan çıkartmamalıyız.