İslam'ın yozlaştırılmasına, Kur'ani değerlerin çarpıtılmasına yönelik gayretlerin bilinçli faaliyetler şeklinde ilk kez radikal batıniliğin köklerine değin uzar.
İslam'ın içeriden tahrip edilmesinde etkili olmuş gayretlerin hemen hepsi Kur'ani değerlerin, Kur'ani kavramların yorumlanmasıyla başlamıştır. Kur'an veya Sünnet yorumlanarak bu tahribat yapılmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki; fıkıh, akaid, tefsir gibi ilimlerin tarihlerinde de görüldüğü gibi bu yorumlar ilhamlarını farklı kaynaklardan almışlardır. Bunlar Sünni ve Şii fıkhında da görülmektedir. Kur'an'ın yorumlanmasında Sünnet ve Rey'in dışında bazı ilham kaynaklarının da maalesef büyük etkisini görüyoruz. Bunların arasında çeşitli felsefeler, ömrünü tüketmiş batıl dinler de vardır. Esasen tasavvuf böyledir. Yani tasavvuf Sünnet ve Rey'in dışında ilham kaynağı olarak eski dinleri ve felsefeleri de alıyor ve onlardan besleniyor.
Bilindiği üzere hicretten 100 yıl sonra İslam dünyasında başlayan hareketlere paralel olarak içtihad ve istidlal sistemleri gelişti. Esasen değerlerimizin şimdiye kadar mahpus kalmasında bu iki müessesenin çok büyük rolü vardır. Bundan dolayı memnun olmalıyız, yoksa bu bilince sahip olamazdık. İçtihad ve istidlalin tek amacı uygarlık boyutları hızla büyüyen sosyal ve toplumsal hayatın Kur'an nizamına entegre olmasını kolaylaştırmak, İslam dışı bir çizgiye kaymasını önlemekti. Bu ise bir bakıma eski dinlerden ruhunu alan çeşitli küfri uygarlık ve kültürlerin İslam'a sızmasını önlemekti. Ama maalesef bu hareketler bir süre sonra tıkanmış ve sekteye uğramıştır ki, bu İslam alemi için çok büyük bir şanssızlık olarak nitelenebilir. Bu sebeple meydana gelen boşluğu, tasavvufi akımlar doldurmuştur. Kur'ani değerlerin yozlaştırılması bu nedenden dolayı ruhunu küfri kaynaklardan almaya yönelmiştir. Yani Kur'an ve Sünnet'in eski din ve felsefelere ait kavramlarla sen-tezlenmesi şeklinde bir yol izlenmiştir. Tasavvuf ve tarikatlarda görülen kavram, görüş ve akımlar İslam'a bu kaynaklardan aktarılmıştır. Bunların İslam'la alakası yoktur. Tek ilginç tarafı, dekor bakınımdan İslami bir ambalaj içerisinde sunulmuş olmasıdır. Bu terim, anlayış ve kavramların hiçbiri ne Asr-ı Saadet, ne sahabe, ne de tabiin dönemlerinde vardır. Bunların esas itibariyle kaynağı Kur'an ve Sünnet değil; Şamanizm, gnostisizm ve Budizmin çeşitli felsefeleridir. Sankara felsefesidir, patankalizmdir.
Tasavvuf ve tasavvufa ait rabıta vb. gibi pek çok kavramın İslam'ın şemsiyesine nasıl yerleştirildiğinin anlaşılması için Ferid Aydın, şu soruların ısrarla sorulmasını istiyordu:
1-Nakşibendilere güre rabıta nedir? Nasıl tanımlanmıştır? Nakşibendi liderlerinin rabıta üzerinde ortak bir görüşleri var mıdır?
1- Rabıta kaynağını nereden almaktadır? Gerçekten Kur'ani midir? Yoksa Hint mistisizminden İslam'a sızdırılmış bir meditasyon sistemi midir?
3- Rabıtadan ilk defa kimler söz etmiştir? Bunlar İslam dünyasının neresinde yaşıyorlardı? Çünkü bunların ilk bulundukları çevre, Nakşilik üzerinde büyük etki yapmıştır.
4- Rabıta neden ilk defa Türkistan'da tasarlandı? Neden Hindistan'da işlendi ve neden Irak'ta bugünkü son şeklini aldı?
5- Rabıta neden transandantal meditasyon sistemlerinden yoga'ya çok benzemektedir?
6- Nakşi şeyhleri bu sorulara cevap verebilecek tarihi ve İslami ihtisaslara sahip midirler?
7- Acaba rabıtanın temsilcileri olarak Nakşilerce tanıtılan ve silsile-i sâdad'ın altın halkaları olarak tanrılaştırılan şahıslardan herhangi biri, İslam alimlerinin cumhuru tarafından bir akademisyen ya da bir mütehassıs alim olarak kabul görmüş müdür? Eğer böyle bir şey yoksa, bu insanların sözlerine itibar edilir mi?
Biz rabıtanın hiçbir Kur'ani esasa dayanmadığını ve en azından İslam'a yabancı bir unsur olduğunu savunuyoruz. Bunu nasıl ispatlayacağız? Birileri çıkıp bunu bize sorabilir. Bunca insanlar, geniş muhitler rabıtaya inanıyorlar da sizin inanmamakta deliliniz nedir? Ya da siz rabıtayı nasıl çürütüyorsunuz diyebilirler. O halde biz de şu cevapları veriyoruz:
- Tarikat çevrelerinde bile en muteber sayılan kaynaklarda bile rabıta bağımsız bir konu olarak işlenmemiş, hatta bu kitapların fihristlerinde rabıta adı altında bir konu yoktur. Mesela "Risale-i Kuşeyriye". İlk teorisyen mutasavvıflarca yazılmış, tasavvufçularca da itibar görmüş kaynaklardandır. Kuşeyri tarafından yazılmıştır, bu risalenin içinde rabıta adı altında bir konu göremezsiniz. Fihristinde tam 100 tasavvufi kavramı açıklamıştır. Bu kavramların içinde de rabıta yoktur.
- Şehabüddin Sühreverdi'nin yazdığı Avarifü'l Maarif de de rabıtayla ilgili bağımsız bir konu bulunmazken, yalnızca 201. Sayfada yalın olarak, bir kez kullanılmıştır. Ama bunun da tasavvuf rabıtasıyla bir ilgisi yoktur.
Nakşibendi cemaatlerinin nazarında en muteber kaynaklardan "Raşahât" (1504)ta da 354 ve 360. sayfalarda çok kısa olarak geçmektedir. Raşahât adlı kitapta bunların dışında hiçbir yerde ne tanımı, ne de fihristte adı geçer.
Yani ilk nakşibendiler rabıtayı bağımsız bir konu olarak ele almamışlardır. Rabıta gibi Nakşibendiliğin içine devamlı sızdırılmış yabancı unsurlar zaman içerisinde belli boyutlara oturtulmuştur. Zaman içinde bunlara belli anlamlar yüklenmiştir.
Rabıtayla ilgili konular, Abdülhakim Arvasi'nin 1923'de yazdığı Rabıta-ı Şerife Risalesi'dir. Müstakil olarak rabıta hakkında yazılmış bir risaledir.
Ayrıca Şeyh Şeyda'nın (ö 1964) yazdığı Et-Tabitatü'r-Rabıta ve Mustafa Fevzi'nin 1324'de (Hicri) yazdığı İsbatü'l-Mesalik adlı risaleciktir. Bunların dışında rabıtaya özel olarak ayrılmış kaynaklar yoktur. Rabıta son 50 yılda şişirilmiş ve günümüzde de zaman zaman kısa aralıklarla empoze edilmektedir.
- Rabıta için yapılan kanıtlamalar ilmilikten uzaktır. Son derece tutarsızdır. Bu kitapların hiçbir bilimsel değeri yoktur. Çünkü ortaya koydukları delillerin hiçbiri rabıtayı çağrıştırmamaktadır. Mesela rabıtaya delil gösterilen 9/119. ve 5/35. ayetlerden hiçbiri Şii, Ehl-i Sünnet ve Mutezile tefsirlerinde böyle yorumlanmamıştır. Onların verdiği anlam verilmemiştir.
Mustafa Fevzi'nin risalesinde de rabıtanın yapılmasının Allah tarafından istenildiği ve 54 farzdan biri olduğu yazılıdır.
Ruhu'l-Furkan adlı kitabın 2, cilt, 64. sayfasında da Rum 21. ayeti rabıtayı emrettiği yazılmıştır.
Tarikatçıların yazdığı meal ve tefsirler dışındaki tüm tefsirlerde de rabıtayı çağrıştıracak hiçbir şey yoktur.
Rabıtanın uygulanış şekli ve şartları toplu ve disiplinli bir anlatımla ortaya konmamıştır. Her birine göre rabıtanın başka bir tanımı vardır. Her şeyhe göre bir rabıta uygulanış şekli vardır.
Rabıtanın tanımı: Rabıtadan ilk defa ağırlıklı olarak bahseden kişi, Halit Bağdadi'dir (Risaletü'n fi Tehkiki'r-Rabıta). Buna göre tanım: Müridin şeyhinin ruhundan istimdad ederek onun şeklini zihninde canlandırmasıdır. (Şeyhten feyz alabilmek için)
Abdülhakim Arvasi'ye göre de rabıta: 1- Tarikat öğrencisi tarafından şeyhin suretinin tasavvur edilip, iki kaşı arasına bakılması. 2-Tarikat öğrencisinin kendisini şeyhinin kılığında görmesi.
Bu kitaplarda da rabıtanın tarifi detaylı olarak anlatılmamış, bazı kitaplara serpiştirilmiştir. Ama nakşilere sorarsanız rabıta, nakşiliğin en önemli kurallarından biridir.
Nakşiler rabıtanın bir ibadet olduğunu öne sürmekten çekinmişlerdir. Peki ibadet değilse, niçin ayet ve hadislerle delil getiriyorsunuz?
Biz, bir insanın zihnimizde belirmesine (tahayyül edilmesine) şirk demiyoruz. Beyin her zaman düşünür. Ama bunun adı rabıta değildir.
Rabıta nakşilikte zikrin bir şeklidir. "Zikir, tek başına erdirici değildir ama, rabıta tek başına erdiricidir" diyorlar.
Evet, zikrin bir türü olan rabıtanın şekli nedir? Mürid oturur, şeyhinin suretini gözünün gönüne getirir. Bundan başka ne gibi şartları vardır? Mesela biz namaza dururken, abdest alırız, niyet ederiz, kıbleye yöneliriz vs. Oniki şartı vardır. Rabıtanın şartları nelerdir acaba? Bunu tesbit edebilmek için çeşitli risaleleri toplayarak rabıtanın 9 şartını buldum.
Rabıtanın birinci şartı abdestli olmaktır. Neden abdest aldırıyor? Yogadan farklı olsun diye. Rabıta ile yogayı karşılaştırdığımızda birbirlerine ne kadar benzediklerini gözlemlemekteyiz.
İkinci şartı, inabeli olmaktır. Sıradan bir insan iseniz rabıta yapamazsınız. İlla ki, bir nakşi şeyhinin eline yapışacaksınız. (Artık o sizi devamlı takip ediyor, dizginleriniz onun elinde oluyor).
Şeyhlerden kimisi, kendisine bağlı olmayan müridi (Nakşı dahi olsa) halkasına almayabilir. Mürid başka bir şeyhin halkasında olsa dahi, kendi şeyhine rabıta yapar. Bazı şeyhler var ki, yerine kendisinden sonra geçecek bir halife seçer. Yeni halife, bazen kendisine rabıta edilmesini de isteyebilir.
Tarikattan tard edilen kişinin (onlara göre) cennete girme şansı yoktur. "O artık cehennemde kara bir odundur". Artık ipi kopmuştur. Bu afaroz etmeye benzer bir şeydir.
Rabıtanın üçüncü şartı kapıyı kilitlemektir. Mürid tek başına rabıta yapacaksa, sakin bir tarafa çekilip başına örtü örterek rabıta yapması gerekir.
Dördüncü şart, ışık söndürmektir. Bir çeşit ortamı karanlıklaştırmadır.
Beşincisi teverruk oturuşuyla oturmaktır. Namazdaki oturuştan farklı olarak sol ayak dik tutulur, sağ ayağın parmak uçları, köprü yapılan bacağın altından çıkartılır. Sağ ayağın baldın yere yapışık ve vücut sol tarafa meyillidir. Bunun sebebi de şudur: "Kulak kalbe yaklaşıyor ve kalbi dinlemek daha kolay oluyor"muş (M. Emin el-Kürdi Tenviru'l-Kulub isimli eserinin 511. sayfasında bundan bahsediyor).
Altıncı kural, gözleri yummaktır. Rabıta yaparken gözler yumuktur. Gerek hatm-i hacegan sırasında (toplu olarak yapılan rabıta), gerekse münferiden yapılan rabıta sırasında gözler yumulur.
Yedinci kural, nefesi kontrol altına almaktır: Rabıta yapılırken dil damağa yapışıktır. Burundan solunur, zihin bir noktada yoğunlaştırılır. Tam (doğal) yoga budur işte (Muhammed Emin el-Kürdi nefes kontrolünü Tenviru'l-Kulub isimli kitabının 514. sayfasında zikrediyor).
Sekizinci kural, sabit ve hareketsiz durmaktır. Yani anlattığımız oturuş şekliyle sabit durmaktır, hareket etmemektir. Yalnız sağ el, sol elin üzerinde ve sol baldırın üzerindedir.
Dokuzuncu kural ise, müridin mürşidinin suretini tahayyül etmesidir. Artık buna daha yeni bir içerik kazandırmışlardır. Süleymancılar ve Menzilciler şeyhin resmine bakarak rabıta yapmaktadırlar. Bu yeni bir gelişmedir.
İlk nakşi şeyhleri, ruhanileri Türkistan'da Maveraünnehir'de, Buhara'da, Hindistan'da yetişmişlerdir (Mesela Ahmet Faruki, Seyfettin Bedevani gibi şahıslar Hintlidir). Bu zatlar, (herhalde) ilimlerinin de sathiliğinden olsa gerek, çevrelerinde bir takım uygulamaları gördüler, yakınlık duyup, duygusal olarak bunları İslam'a adapte ettiler. İslami ambalaj ile sundular diye bir tespitimiz var. Neden bunu söylüyoruz? Çünkü rabıtadan hareket ederek yogayı araştırdığımızda benzerlikler görüyoruz. Bakın, yoga kitabının yazarı ne diyor: "Yogaya gelince, çok müthiş bir tarikattır, yoldur. Sabrı kazanmayı bize öğretiyor ve zati murakabeyi sağlayan bir sistemdir, meditasyondur" diyor ve yogayı tarif ediyor. Yoganın tarifinde de bir mistik anlayış var: Yoga bir zihin sistemi değildir. "Bedeni ve zihni bir spordur" diyor yazar. Ve ekliyor: "Hem bilinçli hareketlerini, hem de bilinçaltı hareketlerini kontrol etme, sinirlerine ve iradesine hakim olma. Bu vasıtayla rabbin ruhu ile birleşmiş olur. Kainatın yaratıcısı ile insanoğlu bu şekilde ruhunu birleştirmiş olur". İşte rabıta budur. Nitekim Ruhu'l-Furkan isimli eserin 63. sayfasından 93. sayfasına kadar mütalaa ediniz. Orada fena ve beka kavramları işlenmiştir. Orada müellifler diyorlar ki: "Tasavvuf öyle bir yol, çaba, gayrettir ki, kişi bu yolu takip ederken, öyle bir noktaya varır ki, orada Allah'ın içinde erir".
Ondan sonra da enterasan kayıtlar var: Burada diyor ki, "fikrimi muayyen bir noktada toplamaktır". Bu konuda ben de çeşitli pratiklerde bulundum. Vücuttaki bir sancıyı dindirmek için, yoganın faydasının olabileceğine kanaat getirdim. Diş ağrısı olurdu, yoga yapınca geçerdi. Bunu bir tedavi sistemi olarak uygulayabilirsiniz. Ama bunu (yogayı) İslam dini içine monte edemezsiniz.
Tarihin her döneminde müslümanlar Kur'an'ı aslına ve amaçlarına göre daima anlayabilmişlerdir. Tarihin en karanlık zamanlarında bile müslümanlar arayış içerisinde olmuşlardır. Öteden beri rabıta, İslam'a uygun idiyse, müslümanlar Kur'an ve Sünnet'ten onu bulup çıkartabileceklerdi. Halbuki belli çevrelerin dışında bir sürü insan rabıta yapmamaktadır. Hem de bunlara göre rabıta yapmayanlar dalalet içindedirler. Bize düşen, bu yanlışlıklarla mücadele edip, İslam'ı dosdoğru şekilde insanlara götürebilmektir.