Son günlerde gündemde tasavvuf ve tarikatlar konusu tartışılıyor, olayın gündeme geliş şeklini nasıl karşılıyorsunuz? Tasavvufu ve tarikatları eleştiren hatta zaman zaman Kur'an vurgusu yapan, tasavvuf sorununun çözülmesi için devlet erkanını göreve çağıran İslamcı yazar lakaplı kişileri ve bunların zulüm, şirk ve ifsadın kaynağı egemen sistemle olan ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Medya tarafından sansasyonel biçimde işlenen olaylara daima ihtiyatla yaklaşmak gerektiği kanaatindeyim. Sebebini sorarsanız, medyanın büyük bir kesiminin, dış güçlere ne kadar destek olduğu, daha doğrusu küfür dünyasının hedeflerine ve câhili amaçlara ne derece alet olduğu noktasında bunun açıklamasını rahatça bulabilirsiniz.
Küreselleşme edebiyatının arkasında her türlü sapıklığı meşrulaştırmaya, gözleri kulakları alıştırmaya bütün gücüyle çabalayan medyanın büyük bir kesimi, İslam'ın lehinde sonuçlar elde etmek amacıyla asla değil, tam tersine mistik örgütlerin rezaletini İslam'a mal etmek amacıyla tarikatları gündeme gelirmiş olabilir. Bu, birçok ihtimalden sadece biridir!
Bir diğer ihtimal ise, İslam Ümmeti'nin yeniden yapılanma gayretleri çerçevesinde dünya müslümanlarının, son birkaç yıldan beridir sürdürdüğü dayanışmayı ve bunun sonuçlandırdığı hissedilir uyanışı sabote etmektir. Tabiatıyla bu, çok daha tehlikeli bir ihtimaldir.
Tasavvufu ve tarikatları eleştiren İslamcı lakaplı yazarların bu tutumuna gelince, TC'nin, pençesine düşmüş bulunduğu kronik kimlik bunalımı ortamında bunu şimdilik sergilenmekte olan çeşitli şovlardan biri sayabiliriz. Çünkü TC, kimlik bunalımından da öte bir namus bunalımı içinde yakasını gladyoya, mafya örgütlerine, tarikat çetelerine ve tefeci holdinglere öylesine kaptırmıştır ki kendisini bu düşkün durumdan kimin kurtarabileceğini artık kestirememektedir. Dolayısıyla bu kargaşanın içinde kimin ne yaptığı da artık belli değildir. Olabilir ki bu belirsizlik içinde birtakım sefil insanlar, bir yandan çökmüş olan sistemin enkazından çöplenmek, diğer yandan da İslam'a ve müslümanlara birtakım komplolar kurmak suretiyle fırsatları değerlendirmek istiyorlardır. Önemli olan, müslümanların bu oyunlara gelmeyecek şekilde tedbirli bulunmalarıdır.
Sizce İslam dünyasında tasavvuf disiplininin teorik ve pratik olarak yer edinmesinin sebepleri nelerdir?
Bu sorunuzun son cümlesinde, sebep yerine sebepler ifadesini kullanıyorsunuz. Bu da söyleyeceklerimi desteklemektedir. Çünkü tasavvufun İslam Dünyası'na yayılması, birden çok sebebe dayanmaktadır. Bunların arasında, öncelikle işaret edilmesi gereken üç önemli sebep vardır:
Birincisi, Hz. Osman'ın, şehit edilmesiyle birlikte patlak veren siyasi gelişmelerin getirdiği kaosa bağlı sonuçlardan biridir. Bunu özetlemek için bile zamanımızın yetebileceğini sanmıyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki: O dönemi yaşayan müslümanlar, üç belirgin kampa ayrılmak durumunda kaldılar. Bunlardan iki kampın, birbirlerine karşı savaştığını biliyoruz.
Ancak toplumun sayıca az da olsa sessiz ve pasif bir kesimi daha vardı ki bunlar, tarafsız olmasalar bile o günün karışık ortamından bıkmış bulunuyor ve kurtuluşu, yarı mistik de diyebileceğimiz bir yaşam biçiminde görüyorlardı.
İşte ilk zâhidler olarak nitelenen bu topluluğun, İslam'ı anlama ve uygulama şekli çok geçmeden onları izleyen kuşakların tasavvufa yönelmesini sonuçlandırdı. Önemli sebeplerden biri budur.
İkincisi, fetih hareketleri ile birlikte yaşanan toplumsal ve kültürel değişimlerdir. Tasavvufun oluşmasına en büyük katkıda bulunan sebep budur. Özellikle ikinci kuşaktan sonra İslam'ı kabul eden, farklı kültürlere sahip halkların geleneksel anlayış ve yorumlarından peydahlanan çeşitli inanış modelleri, zamanla tarikatlar biçiminde ortaya çıkmıştır.
Bu faktörün en belirgin örneği ise Türklerin İslam'a girmesi olayıdır. Çünkü bu olayın gözardı edilemeyecek birkaç yanı vardır. Bunlardan biri, Türklerin çok büyük kalabalıklar halinde İslam'ı kabul etmesidir; bir diğeri de İslam'ı kabul ederken bağımsız bir devlet olarak varlıklarını sürdürmüş olmalarıdır.
Esasen Türklerin İslam'a giriş şekli, başlı başına bir araştırma konusudur. Çünkü son bin yıllık tarihin akışı, o günün şartlarında Türkler'in, İslam'ı Kur'ân'ın çizdiği sınırlardan son derece farklı algılamış ve öylece de yaşamış olduklarını güçlü bir şekilde kanıtlamaktadır. İste bu şekle kısaca tasavvuf diyebiliriz.
Üçüncü Sebep, yani tasavvufun İslam dünyasında teorik ve pratik olarak yer almasının üçüncü sebebi de Abbasi Devleti'nin orta döneminde, Yunan felsefesinin Arapça'ya tercümesiyle birlikte yaşanan entellektüel gelişmelerdir. İslam dünyasının çöküşünü hazırlayan sebepler de bu dönemde belirmeye başlamıştır. Bütün bunlar, tasavvufun hem marjinal içerikler kazanarak gittikçe gelişmesini, hem de ümmetin çöküşünü hızlandırıcı bir faktör olarak son derece yıkıcı bir dönemin başlamasıyla sonuçlanmıştır.
İslam dünyasında tasavvufun doğuşu Kur'ân'ın hangi prensiplerinin yaşanmayışından kaynaklanmıştır? Şayet Kur'an, Rasulullah(s)'ın örnekliğini gösterdiği gibi anlaşılıp hayata aktarılmış olsaydı tasavvuf diye bir şey ortaya çıkar mıydı?
Sanırım önce şunu hatırlatmak gerekir: Kur'ân, elbette ki samimi ve coşkulu bir gönül iklimi ile ancak yaşanabilir. Manevi hazlardan yoksun bir bakış açısıyla ve sırf birtakım emirler-yasaklar kitabı olarak Kur'an'ı görmek son derece yanlıştır. Bununla birlikte Kur'ân'ı, mistik bir din anlayışının kaynağı olarak görmek de en az bunun kadar yanlıştır. Biz bu iki yanlışı tesbit edebildikten sonra çok daha rahat diyebiliriz ki: Kur'ân'a, tüm yaşamı kapsayan prensipleriyle bakılmadığı ve özellikte seküler etkinliklerimizi de yönlendiren ilâhî ve evrensel bir hayat klavuzu olarak uygulanmadığı için tasavvuf veya doğma imkanı bulmuştur. Yani tasavvuf bu boşluğu doldurmuştur. Bu nedenle tasavvufun, demin ifade ettiğim sebeplere bağlı olarak, özellikle Türkler tarafından yapılandırılmış alternatif bir İslam modeli olduğunu söyleyebiliriz.
Sonuç olarak da şunu ekleyebiliriz: Şayet Kur'an Hz. Peygamber gibi anlaşılıp hayata aktarılmış olsaydı, elbette ki tasavvuf diye bir şey ortaya çıkmazdı.
Tasavvuf, felsefe itibariyle hangi kültürlerin etkisindedir ve bu etkileşim nasıl olmuştur?
Tasavvufun temelinde hangi din ve felsefenin etkisi yoktur ki! Bu gerçeği araştırmaya bile gerek bulunduğunu sanmıyorum. Çünkü hangi din ve felsefeyi ele alırsanız alınız, mutlaka onun, tasavvufta bolca malzemelerine rastlayabilirsiniz. Şu var ki tarikatlar şeklinde son derece ayrışmış bulunan çeşitli tasavvufi akımların her biri, esasen değişik bazı din ve felsefelerin ürünüdür.
Örneğin Nakşibendî Tarikatı, önce Zerdüşizm ve Maniheizm'den, daha sonra da Brahmanizm ve Budizmden beslenerek yapılanmıştır. Bu tarikatın kullandığı sembol ve terimlerin kavramsal içeriği, çoğunlukla adını verdiğim bu dinlerden alınmadır. Ancak birer kılıf olarak kullanılan bu sembol ve terimler, dil ve sözlük bazında Arapça'dan alınmıştır Konunun spekülatif yanı da budur. Çünkü Arapça Kur'ân'ın dilidir ve çünkü bu tarikatın İslam'la irtibatlandırılabilmesi ancak bu yolla mümkün olabilmiştir. Akıl, bilgi ve objektif düşünme nimetlerinden (Allah'ın tevfiki ile) biraz nasibi olanlar bu gerçeği anlamakta güçlük çekmezler.
Örneğin Nakşîliğe rabıta adı altında bir meditasyon sistemi yerleştirilmiştir. Şeyhin müridi gözetlemesi ve denetlemesi amacıyla Milâdi 1500'lerde Nakşibendî ruhanîlerinden Türkistanlı Ubeydullah-ı Ahrar, ilk kez bu kelimeyi söylem haline getirmiştir. Fakat 300 yıl sonra Halid Bağdadî adındaki başka bir Nakşı şeyhi, Hindistan'da Patanjalizm'den esinlenerek bu kez müritten şeyhe dönüştürülen bir transandantal meditasyon sistemine bu adı vermiş ve rabıtayı esaslı prensiplere bağlı bir kurum haline getirmiştir. Bilindiği üzere rabıta kelimesi Patanjalizm'in dili olan Sanskritçe değil, Arapça'dır. Dolayısıyla bu kelimeye yüklenmiş olan Patanjalist anlamlar hemen, hiç bir tarikatçıyı ürkütmemektedir.
Tasavvufî birer kurum olan bütün tarikatların kuralları, âyinleri ve söylemleri için de aynı şey söz konusudur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: Tasavvuf, felsefe itibariyle hangi kültürlerin etkisindedir? şeklinde bir soru yerine eğer, tasavvufta İslam'a ait değerler, çeşitli din ve felsefelerden alınan kavram, inanış ve kültler yanında oran olarak ne kadardır? diye sorarsak, sanırım daha tutarlı bir arayış ve araştırma örneğini ortaya koymuş oluruz.
Konuyu günümüzle irtibatlandıracak olursak, bugünün şeyhleri gerçekten İbn Arabi, Hallac-ı Mansur ve Mevlana'nın sahip olduğu felsefi birikim ve teorik arka planı bünyelerinde taşıyor mu?
Bu soruya, hiç de fazla düşünmeye lüzum görmeden, kesinlikle hayır, diyebilirim! Adını verdiğiniz bu şahısların birikimlerine sahip bulunmak şöyle dursun, günümüzün şeyhlerini onlarla herhangi bir şekilde karşılaştırmak, doğrusu çok büyük bir kusur olur. Çünkü bu şahsiyetlerin, esasen imani açıdan sapkınlıklarını bir yana koyacak olursak, onların entellektüalite ve karizma olarak ortaya koydukları son derece çarpıcı düzeylerin yanında bugünün şeyhleri, kelimenin tam anlamıyla karanlıkta ve birer cahildirler!
Çünkü, Hallaç-ı Mansur, Ferîdüddîn-i Attar, Celâlüddîn-i Rûmî ve İbn Arabi gibi tasavvufçular, Allah'a ağız dolusu küfrederlerken bile öyle parlak, öyle edebî bir dil kullanmışlardır ki ortaya koydukları sihirli anlatım üslubu karşısında bugünün; birer idraksizlik numunesi olan tarikat şeyhlerini değil, bilakis aydın ve kültürlü müslümanları hayret içinde bırakmışlardır!.
Şeyh Şamil ve Şeyh Said gibi, İslâmî mücadele örnekleri vermiş tarikat şeyhlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu insanlar, elbette ki İslam'ın, son derece çarpık yorumlanıyor olsa bile varlığını her şeye rağmen hissettirdiği; çok sönük ve sembolik de olsa etkisini sürdürdüğü topraklar üzerinde doğmuş ve büyümüşlerdir. Üstelik Şeyh Said, Şeyh Şamil ve benzerleri gibi Nakşibendî şeyhleri, çürümüş ve kokuşmuş bile olsa dönemin medrese adı altındaki okullarında sözde İslamî eğitim de görmüşlerdir. Bu gerçekleri yok saymak mümkün değildir. Ancak bu gerçeklere dayanıp onları kamil birer İslam mücahidi olarak nitelemeye acaba bizim hakkımız var mıdır ? Doğrusu bu noktada tereddütlüyüm. Çünkü onları, sıradan, pısırık ve yiyici Nakşibendî şeyhleriyle bir tutmak, belki haksızlık olur. Fakat Cihad ruhuna sahip olmak gibi bir meziyeti, İslam'ı içeriden çökertmekte olan bir örgütün kadrolarında yönlendirici mevkide yer alma sıfatıyla birleştirmiş bulunmak da bu şahısları her bakımdan gölgelemektedir!
Şu var ki tarikatın, İslamı dejenere etmeyi hedefleyen ayin ve propagandalarına alet olup olmadıklarını kesin şekilde bilmiyoruz. Onun İçin de durumlarını Allah Teâla'ya havale ediyoruz.
1910'larda İttihat ve Terakki tarafından Vahhabi hareketine karşı "Anadolu İslam"ını güçlendirmek için Mevlâna, Ahmet Yesevi, Yunus Emre gibi kişilerin gündemleştirildiği gibi bugün de devlet, tekke ve zaviyeleri kapattığını ilan ettiği halde neden aynı kişileri sempozyumlarla, çeşitli etkinliklerle gündeme getiriyor ve bu tarikatları alenen, diğerlerini de oy potansiyeli olması hasebiyle zımnen destekliyor?
Bu konuda 1910'lara değil, çok daha gerilere gitmek lazım. Tarikatların serüvenini baştan beri izleme imkanına sahip bulunmayanlar, bu ve benzeri soruların cevabını anlamakta son derece zorluk çekerler.
Başta söylediğim gibi bir kez daha tekrar etmeliyim ki genelde Türk insanının İslamdan anladığı şey tasavvuftur. Bunun en önemli sebebi ise, İslam'ı, Arab'ın anladığı şekilden farklı bir model içinde biçimlendirmek olmuştur. Nitekim İran Milleti de böyle yapmıştır. Dolayısıyladır ki, İslam genellikle Türkler'de tasavvuf, İranlılarda ise Şiilik olarak şekillenmiştir.
Şimdi, takdir edersiniz ki bu meselenin tarihi yönü üzerinde zaman ve yer bakımından durma imkakına sahip değiliz. Ancak şu kadarını kaydetmekte yarar vardır:
Göçebe ve asker oldukları için, İranlılar kadar köklü bir uygarlığa ve özgün kültürel kurumlara sahip bulunamayan Türkler, müslüman olduktan sonra, İranlılar gibi, Abbasî döneminin Arap Sünniliğinden bağımsız bir din anlayışını oluşturamadılar. Ancak tarih boyunca Araplar'a karşı giriştikleri siyasi rekabetin sonuçlarından biri olarak Türkler, kendilerine özgü bir İslam modeli dîye tasavvufu daima ön planda tutmuşlardır. Türkler bu anlayışı bugün de aynen ve ısrarla korumaktadır. Öyle ki laikliğe rağmen, hatta tekke ve zaviyeleri lağveden yasaya rağmen, TC Sistemi'nin temsilcileri şu veya bu bahane ile her münasebette tarikatlara sahip çıkmaktadırlar.
Bunun elbette ki bazı önemli sebepleri daha vardır. Öyle anlaşılıyor ki Türkler, İslamdan önce bağlısı olduktan çok tanrılı dinlerin etkisinden hiç bir zaman tamamen arınamamışlardır. İşte tarikatlar kesimi ile TC'yi yöneten ve yönlendiren laik azınlığın ortak paydası budur. Onun içindir ki İslamın ve müslümanların can düşmanı olan laikler, farklı din ve dünya görüşlerine rağmen hiç bir zaman tarikatçıları gözden çıkarmamışlardır! Tam tersine Türk İslam Sentezi diye empoze ettikleri alternatif din senaryolarının figüranları olarak Ahmet Yesevî ve benzeri Tarikat ruhanilerini tanrılaştırmaya, tevhidi uyanış karşısında tarikatçılarla işbirliği etmeye daima gayret etmişlerdir Bunun en çarpıcı kanıtı ise, TC'nin, şu anki koalisyon hükümetinin ortaklarıdır.
Sizce hidayet kitabı Kur'an ortadayken özellikle Mevlana ve İbn Arabi gibi mutasavvıfların kitaplarının sebebi nedir?
Bakınız, belki farkındasınız, küfür dünyasında izlenen gelişmelerden biri de hümanist-pagan akımlardır. Adını verdiğiniz tasavvufçulara ait kitaplardaki panteist felsefe İle bu akımlar arasında büyük bir paralellik bulunduğu söylenebilir. Onun için batıda ya da Amerika'da zaman zaman gözlenen İslam'a geçiş olayları genellikle, Kur'ânî çizgide gerçekleşen ihtida örnekleri değil, tam tersine, çağdaş hümanist-paganların, bu kitapları, kendi düşünce ve felsefelerine uygun bulmalarının bir sonucudur.
Bazılarınca yapılan sahte şeyh/gerçek şeyh, sahte tasavvuf/gerçek tasavvuf ayrımını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce yapıcı, ıslah edici tasavvuf eleştirisi nasıl olmalı?
Kanaatimce bu ayırımı yapanlar, Ku'rân'daki İslam'ı bilmeyenler, ya da esasen O'nu tanımak istemeyenlerdir. Çünkü yaklaşık 1300 yıldır -bilerek veya bilmeyerek- gittikçe Kurânî çizgiden saptırılmak suretiyle bugünkü duruma getirilmiş olan din anlayışıyla eğer tasavvufa bakarsanız. İşte o zaman bu ayırımı yapmak isteyebilirsiniz. Yoksa temelde sahte tasavvuf, ya da gerçek tasavvuf diye bir şey olamaz. Çünkü İslam'ın dışında kalan hiç bir düşünce ve felsefenin bir bütün olarak geçerliliği söz konusu değildir.
Tasavvufun nasıl eleştirilmesi gerektiğine ilişkin sorunuza gelince şunu söyleyebilirim:
İslam'ın tasavvufla irtibatlı hiç bir yanı bulunmadığına göre onu eleştirmek değil, aslında tasavvufa ait ne varsa onları ayıklamak ve temizlemek suretiyle İslam'ı Kur'an'daki arı, yüce ve saygın nitelikleriyle ortaya çıkarmak gerekir.
Teşekkür ederiz.