Eleştirmek, emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker görevini yapmaktır. Bugün en çok eksikliğini duyduğumuz şeylerden biridir. Kur'an-ı Kerim'e baktığımız zaman, Hz. Adem'in yaratılışından indiği zamana kadar geçen inanç ve anlayışların ana hatlarıyla eleştirisini yaptığı ve yanlışlarını gözler önüne sererek doğruları ikâme ettiğini görüyoruz.
"Tasavvuf ve İslam" adlı kitabımın bilimsel olarak eleştirilmesinden hoşnutluk duyduğumu belirtmek isterim. Eleştirilerin bilimsel ölçü sınırlarını asarak hakaret ve İslam ahlakına yakışmayan üslupla yapılmaması dileğimdir. Bir iş Allah'ın rızası gözetilerek yapılıyorsa, ona Allah'ın tasvip etmediği şeyler bulaşmamalıdır.
Yapılan eleştirilere kısaca değinmeye geçmeden önce, tasavvufla ilgili düşüncelerimizi kısaca bir daha belirtmekte yarar vardır:
Tasavvufun İki Boyutu
Tasavvuf kültürü, hak ile batılın karışımı olduğu için doğduğu günden itibaren gerek mensupları, gerekse muhalifleri tarafından eleştirilmiştir. Çünkü tasavvuf seçmeci (eklektik) bir sistemdir. İslam'dan aldığı ibadetler, takva, vera, ihsan, dua, teşbih, rıza, ihlas gibi unsurların yanında teorik ve pratik alanda denilebilir ki, üçte ikisi yabancı unsurlardan oluşmaktadır.
Kısaca tasavvuf biri İslam, diğeri İslam dışı iki unsurdan ibarettir. Birincisi, İslam'dan aldığı motiflerdir. Bunlar ibadetler, takva, ahlak, edep, ihlas, vera, tevbe, istiğfar, ihsan, ahireti dünyaya tercih etme, haramlardan sakınma, edep ve güzel ahlak gibi motifler.
İkincisi, İslam'dan aldığı bu motifleri yerine getirirken, içine düştüğü sapmalar ve felsefi tasavvuf tezleridir. Sapmaların başında Kur'an ayetlerini batıni bir metodla tevil etmesi ve anlamlarını saptırması gelmektedir. Tasavvufi tefsir ve kitapların pek çoğunda bu özellik vardır. Sonra, istiğase, ölülerden yardım isteme, rabıta, gaybı bildiğini ve kalbleri okuduğunu söylemesi, ibadetlerde aşırılık, sazlı sözlü ve danslı zikir törenleri, Hint dinlerindeki gibi bir zühd anlayışı, halvet ve uzlet, mal ve çoluk çocuktan nefret, dünya hayatına pesimist ve negatif bakış gibi konular sıralanabilir.
Felsefi tasavvufun tezleri ise, vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, insan-ı kâmil, makamlar ve rütbeler, ricâlul-gayb, hakikat-ı muhammediye, nur-u muhammedi, tasavvufun divanı, sırlar ve semboller, şeyhlerin olağanüstü konumları ve müridlerin aşağılık durumları, şeriat, tarikat, marifet, hakikat ayrımı, keramet üretimi, aşk ve şarap edebiyatı, hurafe ve dindışı şeylerle dolu menkıbe (mitoloji) kültürü gibi şeylerden oluşan İslam'a yabancı unsurlar olarak sıralanabilir.
Tasavvuf, haklı olarak gerek mensupları, gerekse muhalifleri tarafından her devirde eleştirilmiş ve bundan sonra da eleştirilecektir. Adı, kaynağı, geliş yolu, teorik ve pratik kültür yapısı müslüman ve gayrı müslimler tarafından hep eleştirile gelmiştir. Hatta son yüzyılda kendi din ve inançlarına, felsefe ve düşüncelerine daha yakın bulunan oryantalistler tarafından daha çok eleştirilmiştir denilebilir.
Müslüman ve gayrı müslim tarafından neredeyse eleştirilmeyen tarafı kalmayan tasavvufun bu yapısı elbette savunanlarına bir şeyler hatırlatması gerekir. İslam, Hinduizm ve Şamanizmden hristiyanlığa, Hermes dininden Mani dinine kadar neredeyse hissesi bulunmayan bir inançlar ve kültürler şirketi olan tasavvufun bu yapısı üzerinde sevenlerinin biraz düşünmesi iyi olur.
Eleştiren insanları şu veya bu şekilde karalayarak, itham ederek, hatta hakarete varan ifadelerle kötüleyerek cephe almadan önce, taklit yolu ile savuna geldikleri bu kültürü Kur'an ve Sünnet'in söyledikleriyle karşılaştırsalar, onlara aykırı düşen yönleri dışlayarak uygun olan yerleri savunsalar daha iyi olmaz mı?
Kur'an ve Sünnet'e uygun şeylere karşı çıkan kişileri eleştirmek, hatta dinin sahih ve sarih bir nassına aykırı inanç ve düşünce besleyenlere layık oldukları hükmü vermekte onlarla beraber olduğumuzu belirtmek isteriz. Ama "Şüphesiz biz atalarımızı bir din üzerinde bulduk ve onların yolundan gitmeye devam ediyoruz"1 mantığının İslam değil, cahiliyye mantığı olduğunu da unutmamak gerekir.
Tasavvufun bu kadar yabancı unsuruna bağrını açanlar ve savunanlar bu eleştirilere de muhatap olmaya devam edeceklerdir. Onun için savuna geldikleri ve yer yer İslam'ın sınırlarını aşan hoşgörü ve sevgi dinine uyarak eleştirilere karşı daha sabırlı ve toleranslı olmaları hem kendileri, hem de bütün ümmetin fertleri için daha iyi olacaktır. Eleştirilerden rahatsız olup müslümanları suçlamak ve karalamak ne tasavvufu kurtarır, ne de başkalarına yarar sağlar. Bir Arap atasözünde denildiği gibi, deve barındıranlar kapılarını yüksek yaparlar.
Eleştiri Tutarlı Olmalıdır
Tasavvuf ve İslam kitabına yönelik Yüzüncü Yıl Ün. İlahiyat Fakültesi Araştırma görevlilerinden Ahmet Öğke tarafından İlim ve Sanat2 dergisinde bir eleştiri yazısı yayınlandı. Belirttiğim gibi, kitabımın ilgili kişiler tarafından eleştirilmesinden hiç bir şekilde rahatsızlık duymam. Aksine, emri bil maruf ve nehyi anil münker görevinin yerine getirilmesini görerek hoşnutluk duyarım.
Ancak Ahmet Bey kardeşimizin eleştiri metoduna katılmadığımı belirtmek isterim. Kitapta tasavvufçuların düşünce ve uygulamalarından yapılan alıntılarda bir yanlışlığın olup olmadığı, alıntılarda belirtilen inanç ve düşüncelerin yahut uygulamaların ölçü kabul ettiğimiz Kur'an ve sahih sünnete uygun olup olmadığını araştırıp yargılamaya gitmek yerine, tasavvuf mensuplarının söylediklerini "şıracının şahidi bozacıdır" türünden dikkate alıyorum. Ancak bir şeyin İslami olup olmadığını Ahmet, Mehmet, Ali, Veli'nin söyledikleriyle değil, Kur'an ve Sahih Sünnet'e uygun olup olmamasıyla ölçmemiz yahut değerlendirmemiz gerekir.
Beklerdim ki, Ahmet Bey, kitapta söz konusu edilen inanç ve düşüncelerden, uygulama ve davranışlardan Kur'an ve Sünnet'e aykırı olanları belirtsin ve hem benim, hem de okuyucuların varsa yanlışlarını düzeltmesinde katkısı olsun. Fakat ne yazık ki iş A takımı, B takımı mantığıyla tasavvufu kabul edenler ve etmeyenler perspektifinden ele alınmış, müslümanların inanç ve ibadetlerinde bulunan kimi yanlışlarını tashih etmesine katkıdan çok, polemik nitelikli olmuştur. Şüphesiz bâtılın gitmesi için öncelikle hakkın ortaya çıkması gerekir. Onun için eleştirilerin, düşüncelerini beğenmediğimiz muhataplarımızı dışlamak yahut karalamak amacı yerine, gerçeğin açığa çıkması ve yanlışın düzeltilmesi amacına yönelik olması gerekir.
Beklerdim ki, kitabın eksiklik veya yanlışlıklarını eleştirmenin yanında İslam'ın inançlarından olmayan bir dizi tasavvuf doktrininden hiç olmazsa bazılarının İslam olmadığını da belirtsin ve partizanlık yapmak gibi oklar hep karşı tarafa yöneltilmesin, Allah için söyleyiniz; tasavvufun doktrinlerinden vahdet-i vücud, vahdet-i şuhud, ricâlu'l-gayb3, hakikati muhammediyye, insani kamil, hatemu'l evliya, rabıta, cehennemin kafirlere zevk vermesi, her şeyin Allanın görünümü olması ve kim neye taparsa tapsın Allaha tapmış olacağı gibi burada sayamayacağımız konuların İslam'la ne ilgisi vardır? Kur'an'ın veya sahih sünnetin neresinde geçmekte veya işlenmektedir? Allah'ın en büyük tağut olarak nitelediği ve hem dünya, hem ahiret azabına çarptırdığını belirttiği4 Firavn'ın Allah'ı en iyi bilen ve mü'min olarak ölen bir insan diye müslümanlara sunmanın İslam'la bağdaşan yanı neresidir? Muhammed'in Allah'ın nuru ve ruhu olduğu, yüce Allah'ın çamurdan yarattığını belirttiği Hz. Adem başta olmak üzere bütün yaratıkların Muhammed'in ruhundan veya nurundan yaratıldığı, onun her surete girme özelliği bulunduğu, Adem yaratılmadan önce Muhammed'in peygamber olduğu inançları acaba hangi dinin inançlarıdır.
Düşünmenin Alanı
Şöyle bir soru akla gelebilir; İslam düşünmenin önüne set mi çekiyor? Niçin insanlara istedikleri gibi düşünme hürriyeti tanımıyoruz? Niçin aklın her şey hakkında hüküm vermesine meydan vermiyoruz?
Şüphesiz İslam, düşünmenin önüne set çekmemektedir. Aksine, insanların kendi yapılarından başlamak üzere bütün evrenin yapısını düşünmeleri, olaylardan ve geçmiş ümmetlerden ibret alarak Allah'a kulluk yapmaları gerektiğini söylemektedir. Üstelik düşünmenin bir ibadet olduğunu da belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim, yerin ve göklerin yapısını, gece ile gündüzün birbirini izlemesini, varlıkların yaratılış hikmetini düşünmemizi emretmektedir. Düşünmenin önüne set çekmek bir yana, İslam düşünmeyen, aklını kullanmayan, kavramayan, ibret almayan ve taklit yolunu seçen insanları hayvanlara benzetmekte, hatta onlardan daha aşağı olduğunu belirtmektedir. İslam, aklın her türlü mitoloji, yanlış inançlar, gelenekler ve baskılardan kurtulması için gereken her şeyi söylemektedir.
İslam'ın istediği, aklın sadece bilgi üretebileceği alanın içinde kullanılmasıdır. Aklın doğru bilgi üretemeyeceği, zan ve tahminin ötesine geçemeyeceği gayb âlemi dediğimiz alanda kullanılmasını hem akla haksızlık saymakta, hem de bilgi ifade etmeyen zanlarla dünya ve ahiret hayatı hakkında ahkâm kesmenin doğru olmayacağını söylemektedir. Mesela, ilk yaratıkların yaratılışı hakkında vahyin insanlara söyledikleri dışında, acaba aklın söyleyeceği şeyler zan ve tahminden öteye geçebilir mi? Ruhun yapısı hakkında bugüne kadar akıl, vahyin söyledikleri dışında insanlığa tahminden başka ne söyleyebilmiştir? Kıyametin ne zaman kopacağı hakkında söylenecek şeyler uydurmadan öteye geçebilir mi? Onun için Kur'an-ı Kerim zanna dayanarak hüküm vermenin doğru bir şey olmadığını belirtmektedir.
"Onlar ancak zanna uyarlar. Halbuki zan hiç bir şekilde hakkın yerini tutmaz"5. "Onlar ancak zanna uyuyor ve sadece tahminde bulunuyorlar"6. "Onlar sadece zanna ve nefislerin heveslerine uyuyorlar"7. "Karanlığa taş atar gibi, 'mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir, derler. Yahut beştir, altıncıları köpekleridir, derler. Yahut yedidir, sekizincileri köpekleridir, derler. De ki, onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez"8. Bunun için onlar hakkında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma"9
Son ayette görüldüğü gibi, insanlık dünyasında meydana gelen ve tanık olan kimi insanların dışında kimsenin bilmediği bir olayın kahramanlarının sayısını, vahiy bildirmediği için, salt akılla bilmenin mümkün olmadığı anlatılmaktadır. Onun için Kur'an, bunların sayısı hakkında ortaya atılacak bütün düşüncelerin zandan öteye geçmeyeceği ve zannın da kesin bilgi ifade etmediğini söylemektedir. Gayb denilen ve bizim akıl yahut duygularımızla kavrayamayacağımız bütün konular için aynı ölçü geçerlidir.
İnsanların istedikleri gibi düşünmeleri konusuna gelince; şüphesiz İslam gerek somut maddi alem, gerekse fizikötesi alemle ilgili kesin bilgiler getirmiş, ölçüler koymuştur. Bunlar dinin kesin hükümleridir. İnsanların mü'min olabilmeleri için getirilen bu bilgilere inanmaları ve aksini söylememeleri gerekir. Aksi halde İslam'ın söylediklerini kabul etmeyenler safında sayılırlar.
İslam'ın getirdiği bu hükümler veya bilgiler düşünmenin veya söylemenin şartı değil, mü'min olma veya mü'min kalabilmenin şartıdır. Mü'minler, vahyin verdiği bilgiler çerçevesinde istedikleri kadar düşünür ve akıl yürütürler. İslam'ın bunu yasaklaması bir yana, emretmesi söz konusudur. Ancak dinin tahrif edilip bozulmaması, başka bir deyişle, insanların sapıtmaması için bu çerçeveye bağlı kalmak gerekir.
Ama İslam'ın söylediklerine inanmayan ve mü'min kalma endişesi taşımayan insanlar istedikleri gibi düşünür ve akıllarının estiği gibi hükümler verebilirler. Çünkü İslam'ın bağlayıcılığı, ancak ona inananlar içindir. İnanmayan insanlara mutlaka benim söylediğim şekilde düşüneceksiniz, aksini söyleme hürriyetine sahip değilsiniz diye bir şey söylenemez.
İslam, prensiplerine aykırı şeyler söyledikleri taktirde insanların dinin belirlediği çerçevenin dışına çıkacaklarını, kısaca Allah'ın ayetlerini yalanlamış olacaklarını ifade etmektedir. Bu da gayba inanmama olarak sayılmaktadır. Onun için Allah'a imandan sonra gayba iman ilkesi gelmektedir.
Bu kural çerçevesinde tasavvufun bazı tezlerine bakalım; Allah'ın şu veya bu varlık şeklinde göründüğü yahut varlıkların Allah'ın görünümleri olduğu, bir ölçüde uluhiyet taşıdıkları, Allah'dan başka varlıkların görülmemesi gerektiği, yaratılan ilk varlığın Muhammed olduğu, Muhammed'in Allah'ın nurundan yaratıldığı ve bütün varlıkların Muhammed'den meydana geldiği, Muhammed'in insan-ı kâmil olduğu ve insan-ı kâmilin Allah'ın isim ve sıfatlarına sahip olduğu, cehennemin kafirlere zevk vereceği yahut bir zaman sonra yok olacağı, hangi din ve inançtan olursa olsun insanların eninde sonunda Allah'a kavuşup saadete erecekleri, evreni ricâlu'l-gayb denilen gizli güçlerin yönettiği, birilerinin hatemu'l-evliya olduğu gibi daha pek çok konuda acaba vahyin hükmü böyle midir? Bu şeylerin vahiyden bir dayanağı var mıdır? Yoksa "Allah onların doğru olduğuna dair hiç bir delil indirmemiştir"10 dediği ve dinin söylediklerine aykırı delilsiz ve dayanaksız şeyler midir?
Böyle gaybi konularda vahiy bize bilgi vermemişse, kafamızdan söyleyeceklerimiz zan ve tahminden ibaret olmaz mı? Vahyin verdiği bilgilere bağlı kalmadan, salt akıl yürütme yahut düşünme ile ahkâm keserek vahyin ilkelerine aykırı düşen kişilerin vardıkları bu şeylerin sonuçlarına katlanmaları gerekmez mi? Şüphesiz bu kural, gayb konularında söylenen şeyler için geçerli olduğu gibi, dinin maddi hayatla ilgili koyduğu hükümleri tanımayanlar için de geçerlidir.
Vahiy, Allah'ın yarattıklarına benzemekten, eş ve çocuk edinmekten, doğmak ve doğurmaktan, benzer ve denginin bulunmasından, kendisinin uyuklama ve uyku tutmasından münezzeh olduğunu, inanmayanların kâfir olup cehenneme gidecekleri ve cehennemde azap göreceklerini, maddi veya manevi herhangi bir şeyi Allah'a ortak koşmanın şirk olduğu ve şirki bağışlamayacağını söylediği halde, buna aykırı şeyler söyleyen insanların, haklarında dinin belirlediği hükümlere muhatap olmaya itiraz etmeye hakları var mıdır? Dinin böyle düşünen veya inanan kişiler hakkında verdiği hükmü ifade edenlere kızmaya yahut onlardan nefret etmeye kimsenin hakkı olmamalıdır.
Ahmet Öğke'nin değerlendirmelerine gelince:
Tasavvufun Temel Kuralları
a- Hemen belirteyim ki, sevgili Öğke henüz turfa bir sufi görünmektedir. Ya tasavvuf kültürünü henüz iyice tanımamaktadır, yahut gençliğin verdiği bir heyecanla hak-batıl karışımı olan tasavvufun savunuculuğunu yapmaktadır. Kur'an ve sahih sünnet gözlüğü ile baktığı zaman acaba tasavvufun vahdet-i vücud, vahdet-i şühud11, hakikat-i muhammediye, insan-ı kâmil, hatemu'l-evliya, ricâlu'l-gayb, insanların gaybı bilmesi, uzlet ve halvet hayatı, dünyada züğürtlüğü terviç etme12, evlenmeme, egemen güçlerin yönetimlerine boyun eğme veya onlarla dirsek teması yapma13, ölülerden yardım isteme, rabıta ve müzikli danslı zikir ayinleri, keramet diye meydanlarda ve televizyon ekranlarında sergilenen şarlatanlıklar gibi uygulamalara gönül huzuru ile İslam diyebilir mi? Nasları yamultmadan, taklit yolunu tercih etmeden ve kimilerini memnun etmek için Allah'ın dinini tevil etmeden bu şeylerden birinin Rasulullah'ın ve ashabınının hayatında bulunduğunu acaba söyleyebilir mi? Tevil ve tahriflere gitmeden gönül huzuru içinde söyleyebileceğini sanmıyorum.
Terimlerin Çarpıtılması
b- Her İlim dalının kendine mahsus terimleri olduğu bir gerçektir. Buna kimsenin itirazı yoktur. Ancak bu terimlerin içeriğinin İslam inançlarına aykırı olmaması gerekir. Mesela, fıkıhta akid terimi vardır. Bunu herkes kabul eder. Ama yapılan, akid, akdin şartlarına uygun değilse, akid adı onu meşru yapmaz.
Tasavvufun terimleri de böyledir. Mesela insan-ı kâmil terimini ele alalım. İnsan-ı kâmil'den maksat, İslam'ın öngördüğü ideal mü'min ise, buna kimsenin bir diyeceği olmaz. Ama bu terim altında insan-ı kâmil kabul edilen Hz. Muhammed'in yaratılan ilk varlık olarak Allah'dan meydana geldiği ve bütün varlıkların onun nurundan veya hakikatinden yaratıldığı anlayışı anlatılırsa, elbette bunu kabul etmek mümkün değildir. Aynı şekilde, Kur'an ve Sünnet Adem'in yaratılan ilk insan olarak topraktan yaratıldığını belirtmesine rağmen, yaratılan ilk insanın Muhammed olduğu ve topraktan değil, Allah'ın nurundan yaratıldığı anlatılırsa, elbette kabul edilemez.
Vahdet-i vücud terimi de bu şekildedir. Allah'ın yarattığı evrende hiç bir çatlağın ve düzensizliğin bulunmadığı anlamında kullanılırsa, buna kimsenin itirazı olmaz. Nitekim yüce Allah, "Gökleri yedi kat yaratan odur. Rahman'ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak bulabilir misin? Gözünü tekrar tekrar çevir bak, ama göz umduğunu bulamayıp yorgun ve bitkin düşer"14 buyurmaktadır.
Ama varlıklar Allah'ın görünümleridir, yahut Allah varlıkların kendisidir şeklinde İslam inancına aykırı bir içerik taşırsa, elbette bunu hiç bir müslüman kabul etmez. Tasavvufçu bir müfessir olan Alauddin Simnani, Füsûsu'l-Hikem kitabını şerheden ve vahdet-i vücudu savunan çağdaşı Kaşani'ye yazdığı mektupta bunun küfür olduğunu şöyle belirtmektedir;
"Fütuhatı tahşiye ederken şu teşbihe başladım: Subhane men ezhara'l-eşyae fehuve aynuha: O zâtı teşbih ederim ki, eşyayı izhar etti, kendisi eşyanın aynıdır. Kenara yazdım ki: Allah gerçeği söylemekten utanmaz. Sen birinin "Şeyhin fazlası şeyhin aynıdır" dediğini işitsen elbette ona hoş davranmaz, kızarsın değil mi? O halde akıllı bir kimsenin bu hezeyanı Allah'a nisbet etmesi nasıl caiz olur? Allah'a nasuh tevbesiyle tevbe et ki, bu korkunç tehlikeden kurtulasın. Bundan Dehriler, Tabiatçılar, Yunanlılar, Şekmaniler bile uzak dururlar"15.
Vahdet-i vücud felsefesinin İslam'a aykırı olduğunu ve yabancı kültürlerden alındığını anlamamak için ya insanın tevhidden haberinin olmaması, yahut tasavvuf sevgisinin gözlerini bürümüş olması gerekir. Vahdet-i vücud felsefesinin İslam'a aykırı olduğunu bugüne kadar sayısız âlim belirtmiştir. Bir örnek olarak İbn Arabi'nin felsefesi konusunda uzman olan Dr. Ebu'l-Ala Afifi'nin söylediklerini belirtmek isterim16.
Rabıta kavramı da aynı şekildedir. Rabıtadan maksat, mü'minlerin Allah'a bağlı olmaları, dine sarılmaları ve aralarında kenetlenmeleri şeklinde bir anlam ise, hiç bir kimse buna itiraz etmez. Ama rabıta, ibadet esnasında şeyhin siluetini göz önünde canlandırmak ve onunla trans halinde olmak şeklinde olursa, bunun da İslam'a uygun olduğunu hiç bir müslüman söylememelidir.
Rabıtanın niçin yapıldığını isterseniz Kur'an ve Sûnnet'e göre Tasavvuf kitabının yazarından dinleyelim:
"Her an Allah'ı karşısında görüyor-muşsun gibi yaşamak, hemen hemen imkansızdır. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Mekandan münezzehdir17. O halde onun (Allah'ın) yerini alacak ve konsantrasyonumuzu muhafazada bize rehberlik edecek müşahhas bir obje18 lazımdır. Tasavvufa bu obje şeyhin, yani Allah'ın en mükemmel tecellisi19 olan insan-ı kâmilin20 suretidir. Allah'ın en mükemmel tecellisi ve onun tasarruflarına iştirak halinde olan21 insan-ı kâmil'in yüzünü göz önünde tutmak, kainatın ruhu22 ile temas halinde olmak mânâsı taşır ki, işte bu zikr-i daim dediğimiz sürekli birliğin en ileri mertebesidir. Zira mürşid bir silsile ile peygamberimize, o da Allah'a bağlı olduklarından şeyhin suretine sığınmak23, yani kendini onda kaybetmek, Allah'a bağlanmaktır"24.
Şimdi rabıta teriminin bu anlamını Allah'a ve ahiret gününe inanan hangi müslüman savunabilir? Tasavvuf üzerine titredikleri kadar, kendi menfaatleri açısından Allah'ın dini üzerinde de titremeleri gereken insanlar acaba rabıtanın bu anlamını ve şeklini nasıl savunabileceklerdir?
Okumayı Küçümseme
c- Başka din ve kültürlerden bir takım şeylerin alınması normal bir şeydir. Ancak bu şeylerin İslam prensiplerine aykırı olmaması gerekir. Nitekim cahiliyye anlayış ve geleneklerinden alınanlar ya İslam'a aykırı olmayanlar, yahut İslam'a uygun içerik kazandırılanlardır. Ehl-i Kitap'dan alınan şeyler de bu şekildedir.
Tasavvufun aldıklarına baktığımızda ise, bunların çoğunun İslam inançlarına aykırı olduğunu görüyoruz. Hulul ve ittihad anlayışları, insan-ı kâmil, hatemu'l-evliya, ricâlu'l-gayb, büyük ölçüde şeyh-mürid anlayışı, rabıta, ölülerin ruhlarından yardım isteme, uzlet ve halvet hayatı, dünyadan ve maldan nefret etme anlayışı, menkıbe kitaplarının dolup taştığı uçtu-kaçtı keramet anlayışı vb. Bu ve başka konularda İslam'ın motifleri yabancı kültürlerle doldurulmuş ve insanlara İslam olarak sunulmuştur.
Değilse, Kur'an ve sahih sünnetin neresinde vahdet-i vücud, gavs ve kutuplar, rabıta ve tevessüller, hatemu'l-evliya anlayışı, şeyhin beşer üstü konumu ve müridin aşağılık durumu, hayattan, evlenmekten, maldan, ilim tahsilinden nefret etme, inziva hayatı yaşama ve istisnalar dışında, her devirde egemen güçlerden yana olma vardır?25
İslam'ın mü'minlere ilk emri okumak iken, tasavvufçuların en âlimi sayılan Gazali'nin şu sözleri acaba İslam'ın doğru yolu mudur, yoksa Yeni Eflatunculuğun uzantısı İşrak felsefesi midir?
"Bil ki, tasavvuf ehlinin meyli öğrenme ile elde edilen ilimlere değil, ilham ilimleri nedir. Onun İçin ilim tahsil etmeye, yazarların yazdıklarını okumaya, görüşleri ve gösterilen delilleri araştırmaya gayret etmemişlerdir. Aksine yolun mücahede yapmak, kötü sıfatları yok etmek, bütün ilişkileri kesmek ve himmet künhü ile Allah'a yönelmekten geçtiğini söylemişlerdir.
Nebilere ve velilere bu (bilgilenme) işi; öğrenme, okuma ve kitaplar yazmakla değil, dünyaya karşı zâhidlik, dünya ilişkilerinden ilgiyi kesme, meşguliyetlerini kalpten çıkarma ve himmet künhü ile Allah'a yönelmekle olur. Kim Allah için olursa, Allah da onun olur.
Bunun yolunun şöyle olduğunu söylemişlerdir: Dünya ile bütün ilişkileri kesmek, kalbi onlardan boşaltmak, aileden, maldan, çocuktan, vatandan, ilimden, velayet ve makamdan kalbi boşaltmak. Mürid öyle bir duruma gelir ki, kalbinde her şeyin varlığı ile yokluğu eşit olur. Sonra kendi başına bir zaviyeye çekilir. Sadece farz ve sünnetlerle yetinir. Kalbi bomboş ve himmetini toplamış olarak oturur. Kuran okuyarak, bir tefsir düşünerek, hadis veya başka bir şey yazarak himmetini dağıtmaz. Aklına Allah'dan başka bir şeyin gelmemesi için çalışır..."26
Okuma, yazma ve öğrenme yolu dışında bilgilenmenin yolunu Gazali bizler (!) gibi anlayışı zayıf müslümanlara şöyle anlatmaktadır:
"Bil'ki kalbin acaipliklerini duyular kavrayamaz. Çünkü kalbin kendisi de duyunun idraki dışındadır. Kalpte âlemin hakikat ve sureti bazen duyulardan, bazen de Levh-i Mahfuz'dan yansıyabilir. Tıpkı gözde güneşin suretinin bazen güneşe bakmakla, bazen de güneşi yansıtan suya bakmakla görünmesi gibi.
Kişi ile Levh-i Mahfuz arasındaki perde ne kadar kalkarsa, o kadar kalpte eşyayı görür ve itim fışkırır. Böylece duyular yolu İle almaya ihtiyacı kalmaz. Tıpkı yerin dibinden suyun fışkırması gibi. Hissedilen (duyularla algılanan) şeylere ne kadar yönelirse, Levh-i Mahfuz'u okumaktan o kadar engellenmiş olur. Tıpkı nehirlere dolan suyun yerden fışkırmasının engellenmesi gibi. Yine, güneşin suretini yansıtan suya bakan kişinin güneşin kendisine bakmamış olması gibi (...).
O halde evliya ve enbiyanın bilgileri ile ulema ve hukemânın bilgileri arasındaki fark şudur: evliya ve enbiyanın bilgileri melekût âlemine açılan kalbin içinden gelirken, bilginlerin bilgileri madde âlemine açılan duyular kapısından gelir. Kalp dünyasının acaiplikleri ve gayb ile şehadet âlemleri arasında gidip gelmesini muamele âleminde tam kavramak mümkün değildir.
Alimler bilgilerin kendisini kalbe doldurmak için çalışırken, sofiler sadece kalplerin temizliği, arındırılması, berraklaştırılıp cilalanması için çalışırlar.
Gazali'nin bilgileri kazanma yolu olarak İslam âlemine önerdiği yol budur. Okuyup yazma ve öğrenme yerine, halvet ve mücahede ile kalbi parlatarak cilalama ve parlak zemin üzerinde bilgilerin levh-i mahfuz'dan yansımasını sağlama yolu. Bir taraftan bunlar anlatılırken, diğer taraftan müellif, tasavvufçuların her birinin şu kadar yıl ilim tahsil ettiğini anlatır. Gazali, ömrünün tamamına yakınını okuma ve okutmakla geçirmiştir. Merak ediyoruz, acaba bu işrak felsefesi asırlardır İslam âlemine zarardan başka ne kazandırmıştır?
Doğru, Hor Yerde Doğrudur
d- Oryantalistlerden etkilenme meselesine gelince; hemen belirtelim ki, hikmet mü'minin yitik malıdır, onu nerede bulursa kendisi almaya daha lâyıktır28. Hikmetin doğuda veya batıda olması bir şeyi değiştirmez. Söyleyenin kendisi değil, söylenen şeyin doğru olup olmaması önemlidir. Mesela, yukarıdan beri Gazali'nin düşüncelerini eleştiriyoruz, ama aynı zamanda onun muhtelif İslami disiplinlere dair güzel eserleri de vardır Mesela batini tevillere karşı güzel sözlerini beğeniyor ve kullanıyoruz. Aynı şekilde Gazali'nin kitaplarında çok değerli bilgilerin bulunduğunu da söylüyoruz. Bu durum bütün insanlar için söz konusudur.
Oryantalistler de aynı şekildedir. Güzel bir şey söylemişlerse, elbette ondan faydalanır ve kullanılır. Nitekim bugün İslam âleminde ilim erbabının elinde bulunan İslami kaynakların önemli bir kısmını, hangi maksatla olursa olsun, oryantalistler tahkik ederek yayınlamışlardır. Bu kaynakları sofisinden radikaline kadar mûslûmanlar yeri geldiğinde kullanmaktadır. Yazdıkları kitaplar ve makaleler de aynı şekilde olup, müslüman aydınlar tarafından kullanılmakta ve doğrularından yararlanılmaktadır. Tasavvufu eleştirenlerin oryantalistlerin etkisinde kaldıklarını söyleyerek gerçekleri görmezlikten gelmenin bir yararı yoktur. Bir doğruyu oryantalist söyleyebildiği kadar bizler de söyleyebilmeliyiz. Yanlış olan bir şeyi oryantalist görebildiği kadar bizler de görmeli, emri bi'l-maruf ve nehyi ani'l-münker görevimizi yapmalıyız.
Şüphesiz oryantalistlerin büyük bir kısmının İslam'ın ve müslümanların dostu olmadığını biliyoruz. Bunların başında da, İslam kültürünün yumuşak karnı gördükleri için olsa gerek, en fazla tasavvufla ilgilenen Massignon, Goldziher, Nicholson gibileri gelmektedir. Kitabımda bunlardan yapılan referans üç-beşi geçmez. Fazla olsa bile, benim için bir şey değişmez.
Şu bir gerçektir ki, İslam'ın amansız düşmanı oryantalistlerin söylediklerinin İslam ve müslümanlar için Hallaç, İbn Arabi ve benzerlerinin söyledikleri kadar tehlike oluşturmamaktadır. Çünkü oryantalistler küfür dünyalarından kendi inançları adına konuşurken, Hallaç, İbn Arabi gibileri İslam adına konuşmakta, İslam toplumunun seçkinleri olarak seslenmekte ve zirve müslümanlar olarak insanların karşısında çıkmaktadırlar. Kısaca sayılan bu insanlar sûret-i haktan görünerek İslam anlayışında en büyük tahribatı yapmaktadırlar. Ayrıca, oryantalistlerin söylediklerini müslümanlar arasında pazarlayanların sayısı bir avuç iken, diğerlerinin pazarlayıcıları oldukça fazladır.
Çok yadırgadığım bir durum vardır. O da, vahdet-i vücud hakikat-ı muhammediye, insan-ı kâmil, hulul gibi anlayışların İslam dışı olduğunu azılı İslam düşmanı oryantalistler kavradığı halde, Allah'ın yakınları ve dostları olduklarını iddia eden sûfilerin bir türlü kavramamasıdır. Özellikle felsefi tasavvufun İslam dışı kaynaklara dayandığını oryantalistler gördüğü halde, kalp gözleri açık evliyaullah olduklarını söyleyen tasavvufçuların bunu görmemesidir.
Sembol ve Mecaz Aldatmacası
e- Yukarıda da belirtildiği gibi, her bilim dalının kendine mahsus terimleri ve mecazi kullanımları vardır. Bunu herkes kabul ediyor. Tasavvufun da kendine mahsus kullandığı terimler ve mecazi ifadeler bulunmaktadır. Sakıncalı olan taraf bunun varlığı değil, bu terim ve mecaz ifadelerin İslam dışı içeriklerle doldurulmuş olmasıdır. Tasvip edilmeyen şey budur.
Hemen belirtelim ki, bu terimlerin bir kısmı İslam'ın tasvip ettiği terimler de değildir. Mesela meyhane edebiyatından aşk, şarap, sekr (sarhoşluk), kadeh, saki, rindan, raks, sema vb. İslam bunları ve benzerlerini hep olumsuz siyakta kullanmış ve sahiplerini yermiştir. Kuşeyri'nin Risalesi29 de dahil olmak üzere ahval, makamat ve menakıb kitaplarının tümünde bu kelimeler kullanılmaktadır.
Tasavvufun terimlerinin sırlar ve mecaz olduğu da doğru değildir. Mesela İbn Arabi'nin şu sözlerinde acaba ne gibi bir sır veya bir sembol bulunmaktadır?: "Arif, Allah'ı her şeyde görendir, belki her şeyin kendisi olarak görendir" "Putperestler arif billahdır", "Cehennem artık sahiplerine ceza değil, tatlı olacaktır", "Allah her şeydir ve neye ibadet edilirse, Allah 'a ibadet edilmiş olur", "Her şey Allah olduğu için kulların Allah'tan başka taptıkları bütün şeyler de aslında Allah'tır. Bu ayrımı kullar uydurmuştur"30, "Hayal âleminde Allah'ı gördüm ve bütün söylediklerim ondandır"31, "Rüyada Rasulullah'ı gördüm ve Fusûsu'l-Hikem kitabını yazmamı emretti"32, "Size söylediklerimiz O'ndan bizedir. Bizim size verdiklerimiz, bizden sizedir'"33.
"İbn Arabi, Kur'an ile onun Tanrı ehli dilinden tefsiri arasında bir fark görmemektedir. Nasıl Kur'an Allah'ın sözü olduğu için önünden ve sonundan onu hükümsüz kılacak bir şey gelmezse, hakikat adamlarının tefsirlerini hükümsüz kılacak bir şey gelmeyecektir. Çünkü o tefsirler, onların kalplerine Allah'tan doğmuştur.
Allah bazı kullarına bizzat ilhamı ile öğretmiştir. "Nefse ve onu düzenleyene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun" buyurmuştur. Kitabın aslı nasıl Allah'tan peygamberlerinin kalplerine indirilmişse, mânâsı da öyle bazı mü'minlerin kalplerine indirilmiştir. Böylece aslı gibi şerhi de Allah tarafından indirilmiş olur"34
Acaba Abdulkerim el-Cili'nin şu sözlerinde ne gibi semboller ve mecazlar vardır?
"İki âlemde de mülk benimdir, ikisinde de benden başkasını görmedim ki, iyiliğini umayım, yahut kendisinden korkayım".
Benden öncesini de görmedim ki, onun şanına yetişeyim, sonrasını da görmedim ki, mânâsını geçeyim.
Kemal çeşitlerinin hepsine sahibim, ben küllün celâlinin cemâliyim. Ben ondan başkası değilim.
Gördüğün ne kadar maden, bitki, hayvan, seciyyeleriyle insan... İşte onların tümü benim, hepsi benim görünüşümdür. Hakikatinde tecelli eden o değil, benim"35.
"Allah bu dinlerde isim ve sıfatlarının hakikatlerini izhar etti. Bu dinlerin hepsinde zâtı ile tecelli etti. Bütün zümreler ona ibadet ettiler. Kafirler onun zâtına ibadet ettiler. Çünkü yüce Allah bütün âlemin varlığının hakikatidir. Kafirler de o varlığın cümlesinden olup, Allah onların hakikati olduğu için (başka) rablerinin olmasını inkar ettiler. Çünkü Allah onların hakikatidir"36
Allah mutlak rab olup, kendisinin rabbi yoktur. Zatları iktiza ettiği için ona ibadet ettiler ki, Allah zatlarının aynısıdır. Onlardan putlara tapanlar da, hulul ve karışma olmaksızın, kemâliyle varlığın her ferdinin zerrelerinde bulunan Allah'a tapmış oldular. Allah putperestlerin taptığı o putların hakikati olmuştur. Putlara ibadet edenler ancak Allah'a ibadet etmişlerdir.
Bu ibadet için Allah onların niyet ve bilgilerine muhtaç değildir. (Onların bunu bilerek ve niyet ederek yapıp yapmamaları önemli değildir). Uzun müddet bu gizli kalsa bile, gerçekleşmekte olduğu gibi, mutlaka açığa çıkacaktır. Nefislerinde Hakka uymalarının sırrı budur. Çünkü kalpleri hayrın bu işte olduğunu kendilerine söylemiştir. Böylece inançları bu işin hakikati üzerine kurulmuştur. Zaten Allah, kulunun kendisini zannettiği gibidir. Nitekim Rasulullah "Müftüler sana fetva verseler bile, sen kalbine danış" demiştir37.
"Allah, Muhammed'in nefsini zatından yarattı. Allah'ın zatı iki zıddı taşımaktadır. Daha önce açıklandığı gibi, yüce melekleri Muhammed'in cemal, nur ve hidayet sıfatlarından yarattı. İblis ve tâbilerini de Muhammed'in celâl, karanlık ve dalâlet sıfatlarından yarattı. İblis'in adı Azazil idi. Yaratıklar yaratılmadan önce, Allah'a şu kadar bin sene ibadet etmişti. Allah ona "Ey Azazil! Benden başkasına ibadet etme" demişti. Allah Adem'i yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emredince, İblis ne yapacağını şaşırdı. Adem'e secde edecek olursa, Allah'tan başkasına ibadet etmiş olacağını sandı. Oysa, Allah'ın emriyle secde eden kişinin Allah'a secde etmiş olacağını bilmedi"38.
"Görmüyor musun, Muhammed, eş-Şibli39 suretinde görününce, Şibli yanındaki öğrencisine "Şehadet ederim ki, ben Allah'ın rasulüyüm" dedi. Öğrenci keşf sahibi olduğu için Muhammedi tanıdı ve Şibli'ye "Senin Allah'ın rasulü olduğuna şehadet ederim" dedi. Bu inkar edilmez bir şeydir"40.
"Cehennem ehli cehennemden öyle bir lezzet alırlar ki, savaşmak için yaratılmış olan kişilerin savaş ve çarpışmadan duydukları lezzete benzer. İnsanlardan öylelerini gördük ki, acı çektiklerini bildikleri halde savaş ve çarpışmadan lezzet duymaktadırlar. Ancak nefiste saklı bulunan rubûbiyet onları buna sevk etmektedir.
Cehennem ehli, uyuz olmuş kişinin kaşınırken aldığı zevk gibi cehennemden zevk alırlar. Uyuz kişi vücudunu kaşırken kendini tırmalamasına rağmen, nasıl bundan zevk alıyorsa, cehennem ehli de öyle bir zevk almaktadır..."41.
Allah için söyler misiniz, bu ifadelerde ne gibi sembol veya mecaz vardır? Bu ifadeleri ilkokul öğrencisi ile üniversite profesörü okuduğunda acaba farklı şeyler mi, yoksa aynı şeyler mi anlar?
Diğer taraftan, tasavvuf din ise, dinin en can alıcı konuları böyle mecaz ve sembollerle mi anlatılır? Yoksa bu tasavvuf dini yalnızca tasavvufçulara gelmiş ve ancak onların anlayabildiği bir şey midir?
Tasavvuf ve Bilimsellik
f- Öğke'nin ısmarlama suçlamalarından biri de, "Tasavvuf ve İslam" kitabının bilimsel araştırma metodundan uzak olması iddiasıdır. Doğrusu, bunu okurken, "Dinime dahleden bari müselman olsa" sözünü hatırlamamak elde değil. Bir kere dünyanın bütün meslek mensuplarının metod ve bilimsel araştırmadan söz etmeye hakkı olsa da, tasavvufu savunanların bundan söz etmeye hakları olmamalıdır. Çünkü Allah'ın ayetlerini işaretler ve batını yollarla zevklerine göre tevil ederek anlamlarını saptıran, hadisleri bilinen sened yolu ile değil, keşf ve ilhamla aldığını iddia eden, yukarıda Gazali'den verdiğimiz örnekte olduğu gibi, bilinen bilgi edinme yolları yerine halvet ve riyazatla kalbi arındırıp, levh-i mahfuz'dan bilgi aldığını söyleyen, özellikle menkıbe kitapları olmak üzere kitapları akıl ve nakil dışı her türlü hurafe ve uçtu-kaçtılarla dolu bulunan tasavvufçuların bilimsel araştırma metodlarından hiç mi hiç söz etmeye haklan olmamalıdır. Zaten tasavvufçular, bu işin söz değil, hal ve zevk olduğunu söylemiyorlar mı? Zevk ve halden ibaret olan bir şeyde hangi bilimsel metottan söz edilebilir.
Kitabın ilk baskısı olduğu için gerek tertip, gerekse tashih bakımından bir takım hataların bulunması mümkündür. İki yerde Hallaç ve benzerleri yerine İbn Arabi ve benzerlerinin yazılması gibi. Bunların düzeltilmesi için uyaran müslümanlardan Allah razı olsun.
(Devamı Gelecek Sayıda)
Dipnotlar:
1- Zuhruf, 22.
2- Nisan 1996, sayı 41, Ondan önce de öğrencilerimizden Y. Doğan Kaplan tarafından öğrencilerin çıkardıkları Yürüyüş dergisinde hem kitabı tanıtan, hem de yer yer eleştiren bir yazı yayınlanmıştır. (Yürüyüş, sayı 2, s. 40-41, Güz 1995).
3- Ricâlu'l-Gayb'la ilgili bütün hadisler uydurmadır. Bunu görmek için tasavvufçuların aralarında göstermeye çalıştıkları İbn Teymiye'nin Mecmuu'l-Fetava, 11/433-444 kitabına baksınlar Dâru Alemi'l-Kütüb, Riyad, 1991.
4- "Bunun üzerine Allah onu dünya ve ahi-ret azabına uğrattı" (Naziat, 25). Bilindiği gibi İbn Arabi, Firavn'ın arif billah ve mü'min olarak öldüğünü anlatmak için "Risâletun fi İmanı Fir'avn" adında bir kitap yazmış, Ali el-Kari de "Firra (Ferra)'l-Avn Min Muddet İmani Fir'avn" adında karşı bir kitap yazmıştır. Hicri 1294 tarihinde yayınlanan risaleler içindedir.
5- Necm, 28.
6- Enam, 116; Yunus, 66
7- Necm, 23.
8- Allah'tan başka onların sayısını bilen az kimseden maksat, onların çağdaşı olup sayılarını bilen kişilerdir. Yoksa keşf ve tahmin yürüterek sayılarını birilerinin bileceğini ifade etmez.
9- Kehf, 22.
10- Al-i İmran, 1151; Araf, 33-71; Yusuf, 40; Hac, 71; Necm, 23.
11- Vahdet-i şühûd ile vahdet-i vücud arasında bir farkın bulunmadığına dair bakınız Doç. Dr. Hüsamettin Erdem, 'Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi', Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.
12- Tasavvufçuların fakirliği zenginliğe tercih ettiğini görmek isteyenler, Gazali'nin İhya kitabından "Zenginliğin Yerilmesi ve Fakirliğin Övülmesi" bölümüne bakabilirler. Zaten kitaplarında da kendilerini "Fakirler" adıyla anarlar. Gerçi tasavvufun hayat ve felsefesini savunan günümüz sofilerinin zühd ve fakirlikle bir ilgisi yok gibidir. Çoğunun toplumda lüks ve müreffeh bir hayat sürdüğünü kendileri de biliyorlar.
13- Sevgili Öğke'nin eleştirisini yayınladığı derginin başyazarı şeyh efendini kendisi, İslam'ı savunanlar ile batılı savunanlar arasında tercih anlamına gelen seçimde tarafsız olduğunu itiraf etmektedir-(Yeni Şafak, 13 Kasım 1995). Diğer tasavvufçu kimi cemaatların da anti İslam bir politika izleyen siyasilere nasıl yakın bir politika izlediklerini hepimiz görüyoruz.
14- Mülk, 3-4.
15- Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, 274. dipnot. Vahdet-i vücud inancının İslam'a yabancı olduğunu Ferid Kam şöyle belirtmektedir: "Vahdet-i vücud Hint ve Yunan felsefelerinin Arapça'ya çevrilmesi ve müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslam tasavvufuna geçmiştir. İslam'ın öz malı değildir" İşari Tefsir Okulu, 272.
16- Muhyiddin İbn Arabi'nin Tasavvuf Felsefesi, Ter. Mehmet Dağ, AÜİF Yayınları, Min Eyne İsteka İbn Arabi Felsefetehu's-Sufiyye, Kahiıe Ün. Ed. Fak. Dergisi Mayıs 1933. Vahdet-i vücud felsefesinin İslam'a aykırı olduğunu söyleyenler olduğu gibi, uygun olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak bir şeyin doğru olup olmaması, taraftar veya muhaliflerinin azlığı yahut çokluğu ile sabit olmaz. Mesela, Rasulullah davetinin başında yalnız iken, müşrikler çoktu. Bu çokluk Rasulullah'ın çağrısının yanlış ve müşriklerin inançlarının doğru olması demek değildir. Nitekim yüce Allah "yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar" (Enam, 115) buyurarak gerçeklerin belirlenmesinde taraftarların azlık veya çokluğunun ölçü olmadığını belirtmektedir. Ölçü, söz konusu şeyin vahyin söylediklerine uygun olup olmamasıdır.
17- Kur'an yüce Allah'ın arşın üstünde olduğunu söylerken, mekandan münezzeh olduğu inancı, acaba nereden kaynaklanmaktadır?
18- Allah'ı temsil eden bir put.
19- Allah'ın göründüğü veya Allah'ı gösteren en mükemmel varlık.
20- Tasavvufçuların kimisi insan-ı kâmilin Hz. Muhammed olduğunu söylerken, kimisi de şeyhin kendisi olduğunu söylemektedir.
21- Mü'minler de tasarruflarında Allah'ın şeriki (ortağı)nın bulunmadığına inanırlar. Çünkü Kur'an "O'nun hiçbir ortağı yoktur. Böyle emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim" (Enam, 163) demektedir.
22- Kainatın ruhu inancı, panteizmden başka ne olabilir.
23- Halbuki yüce Allah bize "Sadece sana ibadet eder ve sadece senden yardım isteriz" dememizi, yani sadece ona .sığınmamız gerektiğini öğretmektedir.
24- Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf, 265, İstanbul 1989, Adab kitabında da rabıtanın tarifi şöyledir: "Müşahede makamına vasıl olmak, sıfat-ı zâtiyenin hakikatine ermiş bir şeyh-i kâmile rapt-ı kalb edip, ondan ayrı yerde de olsa, suretini hayal ederek onunla manen, ruhen irtibat kurmaktır", Muhammed b. Abdullah Hani, 215, ter: Ali Hüsrevoğlu, İstanbul 1980. Halid Bağdadi'nin kitabında da rabıta şöyle tarif edilmektedir: "İlahi ve zati sıfatlarla muttasıf, müşahede mertebesine ermiş kâmil bir şeyhe kalbi bağlayıp huzur ve gıyabında o şeyhi sureti, sireti ve özellikle rûhaniyetini hayalen kendisiyle birlikte farz ederek, yanındayken takındığı tavrı gıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir". Mevlana Halid, Risale fi Hakki'r-Rabıta, 238'den naklen Dilaver Selvi ve arkadaşları. Rabıta ve Tevessül, 5, Ümran, İstanbul 1994.
25- Öğke'nin eleştirisini yayınladığı derginin başyazarı şeyh efendi, İslam'ı sevenler ve savunanlar ile İslam şeriatına karşı olup, İslam dışı sistemden yana olduklarını açıkça ilan edenler arasında bîr bakıma tercih anlamına gelen seçimde tarafsız olduğunu ilan etmektedir. Bkz. Yeni Şafak, 13 Kasım 1995. Yine istisnalar dışında, Türkiye'deki tarikat çevrelerinin genellikle egemen güçlerin yanında yer aldığını sağır sultan bile duymuştur.
26- Gazali, İhya, 3/18, el-Halebi, Kahire, 1939
27- Gazali, İhya, 3/21, el-Halebi, Kahire, 1939
28- Bu ifade Tirmizi ve İbn Mace'de çok zayıf bir hadis olarak geçmektedir.
29- Bakınız, Kuşeyri, Risale, 1/220, Zevk ve Şurb bölümü gibi.
30- İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, Afifi Önsözü, 1/32,33,42.
31- İbn Arabi, Fususu'l-Hikem, Afifi Önsözü, 1/47,48, 56.
32- İbn Arabi, a.g.e., 1/47.
33- İbn Arabi, a.g.e., 1/166.
34- Doç. Dr. Süleyman Ateş, İşari Tefsir Okulu, 180, el-Futuhatu'l-Mekkiyye, 1/363-365'den naklen.
35- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil, 1/19; el-Matbaatu'l-Ezheriyye el-Mısrıyye, 1316 h
36- Yani, kendi şartları Allah'ın kendisi olduğu için, ayrıca bir rabbin olmasını kabul etmediler.
37- Abdulkerim el-Cili, el-İnsanu'l-Kâmil, 2/76.
38- el-Cili, a.g.e., 1/38.
39- eş-Şibli, tasavvufun meşhurlarından biridir.
40- el-Cili, a.g.e., 2/46.
41- el-Cili, a.g.e., 2/33.