14 yıllık bir müdâhele ve terörizm döngüsünde olacaklar fark edilmeliydi. Paris, bunu yapamadı.
Travmadaki bir halk, millî bir trajediye anlam vermeye çalışıyor. Cenâzelerin sayısı bunu gerektiriyor, fakat sayılar tek başına bunu yapamaz. 4 milyondan fazla insan bu soruya cevap vermek için sokağa dökülse de sorunun cevabı hâlâ verilmiş değil: 17 kişinin ölümü ki, 5’i rastgele seçilmişti, ne ile ilişkilidir?
Basın özgürlüğüyle mi? O hâlde Mısır, Bahreyn, Cezâyir, B.A.E.’nin orada ne işleri vardı? Birileri ne diye bir gazeteciyi 15 yıl ağır hapis cezâsına çarptıran Ürdün Kralı Abdullah’la kol kolaydı? Ya iktidarda olduğu süre zarfında, Sûriye’yi saymazsak, tüm ülke liderlerinden daha çok gazeteci öldüren Benyamin Netanyahu’ya ne demeli?
Fransa Cumhûriyetiyle mi? Ama saldırganlar Fransızdı. Paris uzaylılarca, mezar soyguncularınca ya da iş yerlerinde sâkince oturan Avrupalılara saldıran barbar Araplarca işgāl edilmedi. Saldırganlar, Fransa’da doğmuş ve orada eğitim görmüşlerdi. Aksansız Fransızca konuşuyorlardı. Birinin Arapçası ise oldukça bozuktu.
Medeniyetler çatışmasıyla mı? Charlie Hebdo karikatürcüleri, hicvetme ya da cumhûriyetçilerin dine küfretme hakları adına özgürlüğün sınırlarında devriye gezen laiklik savaşçıları değillerdi. Charlie Hebdo, okur kaybediyordu, tâki yayıncılıkta bir darbe yapıncaya kadar.
Çizimler komik değildi. Görünüş olarak da mantıken de çirkindiler. Yine de resimlerin, onları neşreden o ufak ve iflâsla boğuşan dergiden daha güçlü olduğu görüldü. Charlie Hebdo’yu hümanist köklerinden söküp bütünüyle başka bir eksene kaydırdılar. Charlie Hebdo, ikili bir zihnî modelin* afiş mankeni oluverdi. Bu modelde “Avrupaî değerler”, yozlaşmış bir İslâm dünyâsının karşısında yer alır ve onun yüzünden tehdit altındadır; cihatçılar ise en vahşî ve göze çarpan unsurlardır. Zâten Charlie Hebdo ve Marine Le Pen, aynı sonuca varmışlardı:
Onlara göre 1968’in solu, aşırı sağın elinde oyuncak olmuştu.
Târih, dünyâ liberal basınının çoğunun istediği gibi Paris’te Pazar günü başlamadı. Paris’teki görüntüler her nasılsa The Guardian’dan Natalie Nougarede’a 1944 yılındaki Nazilerden kurtulma olayını hatırlatmış; bu da Fransızların barbarlardan kurtarılmaları ile ilgili başka bir ikili zihnî model örneğidir. (Paul Webster’in bütün eserleri ki, Natalie Nougare’ın kendisinden çok daha seçkin eski bir meslektaşıdır, Mitterrand’ın geçmişini ve onun Vichy France hareketinde yer alışını ortaya çıkarması yüzünden The Guardian’ın hâfıza bankasından silinmiştir.)
Fransa’nın Ortadoğu’da bulunuş ve müdâheleleri bundan daha eskilere gider ve bu zâlim ve barbar sömürgeci mâzîden bir emâre, 1922 yılına âit bir pulda görülebilir: İnanılmaz bir şekilde, Faslı Müslümanların kesik başlarının bir duvarda dizilmesinin hâtırasını yaşatan bir pul…
Sömürgelerden geri çekilme, berâberinde ilişkilerin sonlanmasını getirmedi. Arap diktatörler, birçok görev îfâ ettiler fakat bunlardan en önemlisi Batı’nın vekâletini üstlenme ve serbest çalışan işkenceciler olmalarıydı, bu da Batılı istihbârat örgütlerine “inkâr edilebilir” bir kredi sağlıyordu. Tunus’ta işkenceler, İçişleri Bakanlığı’nın bodrumunda, Fransız büyükelçiliğinin hemen yanı başında yapılıyordu. Medenî Avrupalı ile barbar Araplar arasındaki bu keyifli düzenleme, Arap Baharı ile birlikte geçici olarak bozuldu ve Fransa, bunun farkına vararak dönemin Fransa Dışişleri Bakanı’nın ânî hamlesi ile Bin Ali’ye Fransız olağanüstü hâl polisinin ekipmanını ulaştırttı.
Hollande, üzücü bir şekilde, Arap diktatörlüğünün birkaç adım arkasında idi ve o diktatörlüklerin dışişleri bakanları Pazar günkü yürüyüşün iki ön safındaydılar. David Cameron, Barack Obama ve Angela Merkel, hâlâ Abdülfettah Sisi ile aynı plâtformda görünmenin uygunluğundan şüphe ediyorlar. Ama Hollande hiç şüphe etmiyor. Onu öğle yemeğine dâvet etti. Modern târihin en korkunç sivil kıyımını emreden bu adam için “bir iş ortağı” dedi. Aralarında düzinelerce gazetecinin de yer aldığı on binlerce siyâsî tutukluyu hâlâ gözaltında tutan Mısır’a yönelik “geçiş sürecinde” ifâdesini kullandı. Üstelik “yol harîtasına saygılı ve Mısır’a tam bir başarı sağlayacak bir geçiş süreci” ifâdesini…
Fransa, Hollande idâresinde, Amerika’nın Bush idâresinde olduğu gibi Ortadoğu’ya müdâhildir. Hollande’ın savunma bakanı Jean-Yves Le Drian, Libyâ’ya ikinci bir Batı müdâhelesine destek toplamak için girişimlerini aylardır sürdürüyor.
O, Nijer devlet başkanı Mahamadou Issoufou ile Niamey’de buluştuğunda şöyle demişti: “Libyâ, bugün kaos içindedir ve Nijer ile ötesinde Fransa’yı tehdit eden teröristler için bir çoğalma zeminidir. Biz, uluslararası toplumun Libyâ sorununu ele almayı garantilemesi zamanının geldiği düşüncesindeyiz.” Nitekim Fransız birlikleri güney sınırında toplanıyorlar.
Bu durumun bütün deli saçmalığını görebilen kişi bir Fransız sosyalisti değil, Charles de Gaulle ekolünden, 2003’teki Irak işgāline haklı olarak karşı çıkan ve böyle yaptığı için de Fransa’yı Amerika’da topyekûn bir hakārete mâruz bırakan Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin’dir.
O, Le Monde’da, bu gazetenin görünürdeki tek bilgece sözlerini yazdı:
“Batılı müdâheleler sistemlidir. Bunlar zâhiren farklı hırsların harekete geçirdiği birbirinden bağımsız operasyonlar olsa da tek bir sonucu temin etmiştir: Tanımlanması ve ele geçirilmesi zor cihatçı düşmanları ve bölgede devletlerin ve sivil halkların yıkıma uğramasını. Bütün bunları önceden haber veren kimi operasyonları artık biliyoruz: 2011’deki Libyâ operasyonu ve bunun içte yarattığı çökme, o zamandan bu yana, ülkeyi, Sahrâ Çölü coğrafyasında, sâhil kuşağında, özellikle de Boko Haram’ın vandal hâkimiyetini genişlettiği Nijerya’nın Kamerun ve Çad sınırlarında, bir terörist yuvasına dönüştürmüştür. Bu savaşlar, sürekli yeni savaşları besliyor, hem de her defasında daha da büyüyen ve kazanılması giderek imkânsız hâle gelen savaşları. Terörü aramızdan silme sözüyle onu daha da büyütüyorlar. Doğrusu dışarıda cihatçılık ve içeride terörizmle ancak Müslüman dünyânın krizlerine somut çözümler getirerek baş edebiliriz. Bu krizler aynı anda bölgesel, sosyal, siyâsî ve ekonomik iseler de biz hastalığın sâdece İslâmî semptomlarını fark ediyoruz. Savaş coşkusu bir tuzaktır. Bu, bizi, her geçen gün kontrolümüzün dışındaki bir savaşa çeken bir döngüdür. Demokratik değerlerimiz adına vazîfemiz savaş ruhuna karşı direnmektir. Fanatiklerin ümit edebilecekleri tek zafer, tam bir savaş hâlinde olduğumuza bizi inandırmaları ve kestirme yol diye bizi çıkmaz bir sokağa yöneltmeleridir.”
Eğer Fransa’nın Ortadoğu’yla paylaştığı bir târih varsa, genel bir coğrafî alan da vardır. Bunun, Uluslararası Göç Organizasyonu’nun (IOM) yayınladığı verilerden daha baskın bir hatırlatıcısı yoktur.
Şöyle ki, 2014,II. Dünyâ Savaşı’ndan bu yana, Sûriye, Libyâ ve Irak’taki savaşlar ve Arap dünyâsındaki istikrarsızlık yüzünden 16.7 milyon sığınmacı ile en büyük göç dalgasının görüldüğü yıl oldu. Bu sayının iki katı insan, Arap coğrafyasında kendi yerlerinden olmuştur ve onlardan 35.000’i Akdeniz’i geçmeye çalışarak hayatlarını tehlikeye sokmuş ve bu süreçte ölü sayısı 3.000’i aşmıştır.
Mültecî sorunu, Mısır’da da yabancı düşmanlığı güden bir çeşit milliyetçilikle ancak daha da kötüleşmiş ve darbeden önce hoş karşılanan 300.000 Sûriyeli için aleyhte gelişen bir seyir yaşanmıştır.
O hâlde Hollande’ın Pazar günü kol kola kenetlendiği adamlara dönelim. Onlar problemin çözümü müdürler? Acabâ Sisi, Kāhire’de İslâm’ın öğrenildiği kadim bir merkez olan El-Ezher şeyhlerine İslâm’ın dînî bir devrime ihtiyaç duyduğunu öğütleyen “yeni bir Martin Luther” midir? Yoksa fâsit yönetimini sürdürmek üzere her türlü araca tevessül eden bir despot mudur?
Zîrâ radikal İslâm için daha fazla asker sağlama yeteneğine sâhip kimseler, olsa olsa demokratik siyâsî İslâm’ı baskı altına alanlardır. Şâyet Sisi’ye izin verirsek o, Mısır’ı, Libyâ’nın, Yemen’in, Sûriye’nin ve Irak’ın içinde bulunduğu duruma düşürecektir. O zaman da binlerce değil, on binlerce IŞİD savaşçısı ile karşılaşacağız. Üstelik Avrupa’nın eşiğinde.
14 yıllık bir müdâhele ve terörizm döngüsünde olacaklara dâir jeton düşmeliydi. Paris, bunu yapamadı. Silâhlı saldırganlar, karikatürcüleri kovaladıktan sonra Yahûdîlerin peşine düştüler. Şimdi de sırada Müslümanlar var; okullarında, gösterilerde, sokaklarda ve câmîlerinde tâkip ediliyorlar. Bütün bu hiddet ve nefretin kendini bombalarla ifâde etmesi artık ân meselesidir. Metroda patlayacak bombalardan değil, Fransız jet uçaklarından düşecek bombalardan söz ediyorum.
Asırları bulan emperyal ve post emperyal askerî müdâheleler, iki türlü kurban yaratmıştır: İsimleri olanlar, mağlup askerler, infaz edilmiş esirler, Charlie Hebdo’nun editörler kurulu; öte yandan yalnızca sayıdan ibâret olanlar, milyonlarca Cezâyirli, Faslı, Iraklı, Sûriyeli, Mısırlı, Yemenli, Libyâlı ve Filistinli. Biri savunma özgürlüğü adındaki bir dâireye mensupken diğeri dış dünyânın kaos ve barbarlığına bağlıdır. Oysa hakīkatte hepimiz tek bir târihi ve tek bir coğrafyası olan tek bir dünyâda yaşıyoruz. Son 20 yıldır her türden askerî müdâhelelerde yer almış bir Avrupa, bu gerçeği fark etmek üzere olabilir.
----------------
David Hearst, Middle East Eye’ın yazı işleri müdürüdür. Öncesinde TheGuardian’da dış ilişkiler başyazarlığı, dış ilişkiler yardımcı editörlüğü, Avrupa editörlüğü, Moskova Bürosu şefliği, Avrupa ve İrlanda muhâbirliği gibi görevler üstlenmiştir. TheGuardian’a ise eğitim muhâbiri olarak çalıştığı Scotsman’dan geçmiştir.
* Medenî Avrupa’ya karşı barbar Müslümanlar. (Çevirenin notu)
Huffingtonpost.com / 13 Ocak 2015 / Çeviri: İlyas Sayım