Farklı gerekçeler ya da çıkarımlar sonucu olsa da, New York eylemi, hemen her kesim tarafından bir milad olarak kabul edildi. Tek başına mantıklı bir önerme olarak kabul edilebilse de, söze böyle başlayanların devamında izledikleri akıl yürütme süreci ve bunların çeşitliliği en azından Batılı kafanın "akılcılık" tarzı itibariyle eylem öncesine göre bir farklılık göstermiyor. Postmodern paradigmanın içinden çıktığı modern durumun temel yöneliminlerini aynen muhafaza ettiğinin de bir işareti.
İnsanlık tarihi özellikle büyük paradigmatik dönüşümler öncesinde kavramlar etrafında süren çatışmalara şahit olmuştur. Modernizm de geleneksel dünyanın kavramlarıyla yaptığı çatışmada kazandı. Ancak bu öyle bir zaferdi ki, rakibi yenmekle kalmadı aynı zamanda onu kendisine yabancılaşırdı. Bu yüzden postmodemizm yedeğine aldığı modern toplumlarda sistemi tıkayabilen imalat hatalarını temizlemek ve dünyanın modernize edilememiş kesimlerini de artık tıkanmış olan eski (modern) kanalları kullanmadan kuşatabilmek için ortaya çıkan bir proje.
Gelinen noktada gerçekliğin hakikatten koparılması, tarihin popüler kurgulanımı ve farklılığın anlamsızlaştırıldığı bir yerdeyiz. Bu yaşanan realite değiştiği için böyle değil elbette; insanlar kendi yarattıkları bir gücün, Batı hegemonyasının1 hastalıklı cezbesine kapıldıkları için böyle. ister "Avrupa merkezcilik" olarak, ister "Amerikan tarzı" olarak adlandırılsın, temel argümanlarını "Cahili bir Kültür" "Müstağni bir Birey" ve "Zalim-Taği bir İktidar" anlayışının oluşturduğu; bireyi ve devleti çoktan aşmış, bu saçağından beslenen ama onu aşkın bir oluşum ve dinsellik ifade bir dünya sistemi bu. Tarih boyunca birbirini doğuran bu ifsad döngüsü, yeryüzündeki etkisini totalitarize edemediği için hiçbir zaman mutlak iktidar olamadı. Cahili bir kültürü İbrahimi gelenek, Zalim bir devleti Salih insanlar topluluğu, Müstağni bireyi Adil liderler dengeleye geldiler. Bu postmodern sistemde ise yukarıda geçen hegemonyanın kendisini kısıtlayan tarih, coğrafya ve toplum zemininden kurtulduğu yani devlet sınırlarının, İbrahimi öğeleri barındıran insanlık değerlerinin ve kendini bir varoluşa nispet ederek anlamlandıran bireyin meşruyetini kaybettiği ve bu yüzden de çatışma zemininde sembolikleştiği şimdiye kadar olmadık ölçüde totaliter bir dünya ile karşı karşıyayız.
New York eylemi işte bu yeni dünyanın karakteristik özelliklerini bünyesinde barındırıyor. Bu yüzden eylemi yorumlarken de eski düşünme alışkanlıklarımızı (akletme değil) gözden geçirmemiz gerekiyor. Eylem hem sofistike bir organizasyonu ima etmesi, hem faillerinin tartışılabilirliği ve hem de seçilen hedeflerin sembolik karşılıkları bu eylemin öyküsünü içice geçmiş birçok kurgunun olduğu bir hipermetin'e dönüştürüyor. Eylem birçok farklı açıdan ve aynı kuvvette delillere dayanılarak izah edilebilmeye müsait. Amerika içinden sistem karşıtı bir grupça veya bizzat CIA tarafından kotarıldığını söyleyenler de MOSSAD'ın ya da Japon Kızıl Ordusu'nun parmağı olduğunu iddia edenler de, Vietnam gazilerinin Saddam Hüseyin'in, radikal bir Hristiyan tarikatının, Çeçenlerin hatta Sırplar'ın yaptığını düşünenleri de aynı fotoğraftaki farklı ayrıntılara bakarak ve aynı mantıki tutarlılıkla (!) bu kurgulamaları yapıyorlar, Postmodern de bu değil mi zaten? Birden fazla gerçeklik olabilir ve hepsi de aynı derecede geçerlidir!..
Batı hegemonyası, dönüştüremediği gerçeklikten (Baudrillard'ın dediği gibi) sanal bir gerçeklik oluşturdu ve bunu 'asıl'ın yerine geçirdi.
New York eyleminin bir hipermetin olarak okunması bizi farklı gerçeklikler galerisinde şaşkın şaşkın dolaşmak ve eylemin aktörleri üzerinde takılıp katmaktan kurtaracak, eyleme yol açan sürecin ve bu sürecin aktörlerinin görülebildiği bir düzleme taşıyacaktır.
Ya da şöyle söyleyelim: Büyücülerin yılanlarına Musa'nın asasını atmalıyız.
Bir Siyaset yapıcı: "American Style"
Eylemden sonraki ilk birkaç gün ABD'nin spontane tepkilerinin bir çözümlemesi, olayın sonuçları üzerinde konuşurken kullanabileceğimiz gerekli araçları sağlayabilir.
Bunu söylerken dayandığımız bir ön kabulümüz var tabii ki. O da Amerikan kamuoyunun yani sokaktaki Amerikalının toplumsal hafızası, kültürel arka planı ve yaşam tarzının bir bileşkesi olan Amerikan tarzının (American style), ABD'nin dünya siyasetine ilişkin taktiklerinin ve hatta stratejilerinin belirlenmesinde birinci derecede etkili olduğuna ilişkin argümanların güçlülüğü.2
Eylemin hemen ardından medya aracılığıyla tüm dünyaya ulaşan bu karşılıklı etkileşim ve bunun bir stratejik belirleyen haline dönüşmesini bazı zoomlar yaparak irdeleyelim.
-Saldırıdan sonra başkanın Amerikan halkına ve dünyaya yaptığı ilk konuşmanın tonu; eylemin yöneldiği masum Amerikalıların beyaz-siyah kadın erkek, yetişkin-çocuk, tekmili birden temsil edildiği, Başkanın kürsüden saldırının Amerikan halkına yönelik olduğunu vurguladığı sinematorafik düzenek. (Aynı fon kıyamet filmlerinde ya da bir uzaylı tehlikesine karşı da dünyayı temsil eder ve nedense uzaylılar hep Amerika'ya saldırır).
Saldırıdan sonra yapılan ikinci açıklama; Başkanın saldırının yöneldiği hedefi yorumlaması: "Hiç kimse Amerikan halkının yaşam tarzını değiştiremeyecek ve özgürlüklerini kısıtlayamayacaktır". İşte Amerikan style denen şeyin özü de bu aslında. Başkan Amerikan devletinin bölünmez bütünlüğünden sistemin yıkılmasından, açlık tehlikesinden, ya da Amerikan halkının yok edilmesi veya yurtlarından sürülmesi gibi bir tehlikeden bahsetmiyor. Çünkü bunlar bir Amerikalının aklından bile geçmez. Amerika için tehdit oluşturan, terör olarak algılanan şey onun yaşam tarzını değiştirebilecek; yani korkusuzca uçağa binmesini engelleyecek, sinirlerini yıpratacak, gününü mahvedecek, alışkanlıklarını mesela yüz bilmem kaçıncı katta parlement mavisi bir gökyüzü altına jazz eşliğinde Manhattan manzaralı bir yemek gibi masumca fantazilerini değiştirmek zorunda bırakacak herşey, ya da en büyük hamburgerleri yeme, en fazla ketçap tüketme, en ucuz benzini harcama en uzun basketbolcuları seyretme gibi özgürlüklerine yönelik tüm tehditler Amerikan halkına yönelik bir terörün kapsamı dahilindedir.
Bir başka sahne, Şerif yokluğunda haydutların saldırısına uğrayan kasabaya döner. Askeri helikopterden tek başına inen başkan kapısını açan asker John Waynevari bir selam çakar ve "tek başına" Beyaz Saray'a doğru ilerler. Bu tek lider tek irade imajının oluşturulabilmesi için çevrede hiçbir insanın olmadığı geniş bir alan seçilmiştir. (Teknik açıdan sabit kamerayla verilen böyle bir perspektif doğal olarak ortada duran tek canlıyı -ki bu bir eşek de olabilir- odak yapar). Başkan oynaması gereken mağrur ve kendinden emin lider imajını veremese de yaklaşık 50 metre süren kararlılık gösterisi dosta düşmana izletilir. Eski başkan Clinton ise dışarıdan takviye yapar: "Tüm Amerikan halkı olarak Başkan'ın yanındayız ve ona tam destek veriyoruz."
Bir hafta sonra Pentagon: Başkan ve yardımcıları askeri montlarda oluşan kostümleri içinde çocuklar gibi şendirler. Başkan beklenen açıklamasını yapar. Bu bir savaş ilanıdır ve Amerikan halkı orduya desteğe çağrılır. Başkan teröristleri yakalarsa çok fena yapacağını söyler. Amerikalıların üzüme ihtiyacı yoktur ve bağcılar aranmaktadır.
Two days later.. Şerif... pardon Başkan tartışmayı bitirir. Kamuoyu kıvama gelmiştir. Amerikan halkı dünya halklarına olayı nasıl görmeleri gerektiğini göstermiş ve Başkan tüm dünya halkları adına konuşur hale gelmiştir. Artık ayrı gayrı yoktur... Kurbanlar hepimizin canı. Başkan hepimizin başkanıdır. "Şimdi görüşme zamanı değil eylem zamanıdır" der. Tüm dünya sanki şu komutu duymuş gibidir "letsgo...".
Burada tamamen profesyonelce ve adeta bir belgesel titizliğiyle hazırlanmış bir imajinasyonla karşı karşıyayız.
Başkan tek adam, iktidarı kimseyle paylaşmayan hatta "Aklından bile geçirme" diyen mutlak liderdir. O Amerikan halkının ve Amerikan değerlerinin tümünün metafizik simgesidir. Yardımcılar, askerler, bürokratlar Başkanın bu tanrısal imajını zedelemeyecekleri yerlere serpiştirilirler. Başkan sıkça vurguladığı gibi iyilerle kötüler arasındaki savaşta ontolojik olarak iyilik kapsamındaki her şeyin -Amerikan halkı adına- yegane temsilcisidir. Bu evrensel misyonu ona Amerikan halkı vermiştir. Zaten bunu yapabilecek (haşa!) başka bir merci de olamaz. Bu durumun doğal bir sonuç olarak kötünün kim olduğu ve onunla savaşta uyulacak (uyulmayacak olarak da okunabilir) kuralları da yine o belirleyecektir. O 'ebedi adalet'i sağlayacak 'asil kartal'dır.
Bunları önümüzdeki günlerde Amerika'nın stratejisini de belirleyecek taktik açılımlar olarak okumak çok yanıltıcı olmasa gerek. ABD stratejistleri reel politik merkezli çalıştıkları için zaman zaman küçük balans ayarları yapsalar da (terörist saldırının savaş ilanına dönüştürülmesi. Haçlı savaşı gafının izole edilmesi, 'asil kartal'ın 'ebedi adalet'e çevrilmesi gibi) Amerikan tarzının, yani bu herşeyin büyük olduğu ülkenin güdük ve müstağni kimliğinin ABD ve dolayısıyla dünya siyasetini menfi yönde etkileyeceğini öngörebiliriz.
Post modern refleksler ve İslam'ın " öteki"leştirilmesi
Postmodern siyasetin devlet ve ideoloji üstü niteliği kendini üretebilmek için yoluna çıkan her şeyi bünyesine katmak ve unsuru haline dönüştürmek zorunluluğunu doğuruyor.
Büyük öğreti (meta narrative)lerin reddi, tüm kültür ve gerçeklerin postmodernizm tarafından yeniden tanımlanarak, şekillendirilerek, muhtevası bozularak karikatürize edilmesi, birer tüketim nesnesi derekesine indirilerek çoğulculuk maskelemesi ardından yok edilmeleri çoktandır deşifre olan bir "gerçek". Bu otantikliğin yok edildiği 'yerel'in ve farklı'nın "öteki"leştirilerek kataloglara hapsedildiği bir süreç. Dinlerin rehabilitasyona, kültürlerin turizme, farklılıkların portföye çevrilmesi bu çok dinamik, esnek ve değişken atmosferde gerçekleşiyor. Günümüz dünya siyasetinin zemininde bunu görebilmek önemli...
Batı hegemonyası her şeyi, merkezde kendisinin olduğu bir dünya perspektifinde yeniden düzenliyor. Hiçbir doğrunun diğerine üstünlüğü olmadığı iddiası tüm doğru sahiplerinin iddialarının anlamsız ve boşuna olduğu sonucuna kadar götürülüyor.
Bahsettiğimiz bu sarmalın önündeki en büyük engel ise İslam dünyası. Gerek bünyesinde barındırdığı kültürel ve otantik çeşitlilikler, gerekse dünya siyasetinden ayrıştırılmayan yapısı dolayısıyla can sıktığı bir "gerçek".
Bu yüzden denilebilir ki, New York eyleminin failleri kim olursa olsun, neticelerinden belki de en önemlisi. Hegemonik Batılı paradigmanın bu simulasyonu İslam'ı ötekileştirmek için bir koz olarak kullanmaya yeltenmesidir.
Olayın tüm İslam dünyasında yol açtığı şok ve aceleyle yapılan beyanatlar ilk elde batılı söyleme çok büyük bir imkan verdi.
Terörün ne olduğu, tanımı, şiddetin meşruluğu-gayrimeşruluğu ya da çerçevesinin sınırlarına ilişkin insanlık tarihinde yapılan olumlu tartışmalara ve İslam'ın fitne ile kıtal arasındaki çok net mukayesesine rağmen ya da tüm bunlar es geçilerek, batının yaptığı kavramsal ötekileştirme çerçevesine hapsolundu. İkinci aşamada ise Batı özelde Amerika "razı olduğu İslamı" tanımlayarak, kategorize ederek çevredeki tüm İslami yorumlardan farklı, bir maneviyat seçeneğine dönüştürdü. İslam'ı ötekileştirdi. Terörü kınayan, ABD'li ölülerin ardından fatiha okuyan(!) Amerikan Style'ın bir parçası olduğunu ispat etmeye çalışan müslüman avam ve (maalesef) havass bu operasyonu tahkim ettiler. ABD'nin yaptığı ve İslam dünyasının(!) onayladığı tanım, adeta ilerde aksine tutumları mahkum etmede kullanılacak bir Nass'a dönüştürüldü.
"Yeni Dünya Düzeni" bir deneme daha...
NATO'nun kuruluş anlaşmasının 5. maddesinin ilk kez ABD için yürürlüğe konulması reel-politik açısından yeni bir dönemin başladığının bir diğer göstergesi. 90 sonrası kutuplaşması tüm dünya ülkelerinin politikalarını senkronice edebilecekleri hukuki ve siyasal kurumların aşınmasını doğurdu. NATO'nun yeni rolü Avrupa Güvenlik Savunma Konseyi'nin bir alternatif misyon olarak nerde durduğu, yeni güvenlik, konseptinin aktörleri ve tehdit algılamalarındaki değişmeler gibi birçok belirsizlik, BM ve doğal sonucu olarak Güvenlik Konseyi'nin hassas dengeler gözeten temkinli siyaseti ile giderilmeye çalışıldı.
Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu gibi sıcak çatışma bölgelerinin birer dünya sorunu şeklinde algılanıp çözülememesi kimin ne kazanacağının çok da belli olmadığı bu belirsiz ortamda gözden kaçırıldı, yok farz edildi.
ABD'nin zaman zaman yaptığı inisiyatif olarak liderliğini dayatma teşebbüsleri diğer hegemonik güçler tarafından dengelendi. Hepsi geleneksel hakimiyet alanları üzerindeki tasallutlarını daha çok ekonomik anlamda pekiştirerek, birbirlerini kolladılar adeta. Bu belirsizlik Batı sömürgesi durumundaki diğer halklar açısından bir anlamda hareket imkanı da sağlıyordu. Şimdilerde sıkça zikredildiği gibi kimi için terörist olarak algılananlar başkaları için özgürlük savaşçısı olarak lanse edilebiliyordu. Gene bu dönemde İslam dünyasına yönelik Batı politikası genelde bir soru etrafında döndü "İslam demokrasiyle bağdaşabilir mi?" Türkiye ve Cezayir örneği bu sorunun cevabının Batı açısından bulunduğunu gösteriyor.
New York eyleminin ABD'ye ve Batı'ya yönelik bir "savaş" olarak tanımlanması ve NATO'nun (yani Avrupa'nın) bu tanımı onaylaması "soğuk savaş sonrası yeni düşman İslam" önermesinin etrafındaki tutukluğun kalktığını gösteriyor. Batı artık Yeni Dünya Düzeninin kaidesini oluşturmanın zamanı geldiğini düşünüyor olmalı.
Muhtemelen yeni tehdit algılamasının içeriğini, terör tanımı üzerine yapılacak egemenler arası müzakereler belirleyecek. Ancak kesin olan bir şey; Özgürlük Savaşçısı - Terörist ayrımının ortadan kaldırılması gerektiği söyleminden anlaşıldığı üzere, ötekine hiçbir meşru müdafaa hakkı dahi tanımayan, ulusal sınırların ötesinde (rağmen) bireye -terörist olmasından şüphelenilen herkese- müdahale hakkını kendinde gören zulmün ve ifsadın totaliterleştiği bir dünyaya uyandığımızdır.
Global 28 Şubat ve Sınama, Arınma, Islah
Geçimini İslami kesim tarifleri vererek sağlayan Türkiyeli bir gayri müslim gazeteci New York eylemi sonrası dönemi çok yerinde bir "spotla" tanımladı "Global 28 Şubat".
Gerçekten eylemden sonraki ilk birkaç gün dünyanın hemen hemen bütün müslüman liderlerinin hiç gereği yokken (ki bu ayrıca tartışılır) gocundukları izlenimi veren "terörle İslam bağdaşmaz" makamından sadalannı duyduk. Bu maalesef sık sık tekrarlamak zorunda kaldığımız yanlış bir soruya doğru cevap bulmaya çalışmak gibi düşünsel bir zaaftan kaynaklanıyor. Bu sorunsalın en önemli parçasını ümmetin ilkesel heterojenliği oluşturuyor şüphesiz. En temel meselelerde Kitab'ın hükmünün; mezhebi, cemaati, bölgesel yorumlarla perdelendiğini ve maalesef kendi aralarında anlaşamayan müslümanların egemenlerin dayattığı yorumlar üzerinde hemen mutabık kaldıklarını görüyoruz. Allah(c)'ın şerefli kitabı ve izzetli peygamberine bundan daha büyük bir hakaret düşünülebilir mi? Bu kalpleri ve beyinleri çürüten nasıl bir zillettir ki ümmeti ateşin kenarına kadar getirmiş!
Türkiyeli müslümanlar yıllarca kendilerine bırakılan gettoların içinde hoca efendilerin, şeyhlerin, abilerin, külliyatların savunuculuğunu yaptılar, birbirlerine karşı ve ehlinden olduklarını söyledikleri Kitab'ın muhkem Nassları üzerinde bile birleşemediler. Zira çoğunun gündemine Kitap hiç girmedi. Bu kapalı yapılar içerde ve dışarıda, üyelerine ve başkalarına her zaman farklı bir dil kullandılar ve bunun yarattığı kimlik dejenerasyonu, kişilik bozuklukları şeklinde nüksetti. Böylece ahlakı yalnız belden aşağı olarak algılayan, toplum nezdinde güvenilir olmaktan uzak insan tipleri ortaya çıktı. 28 Şubat işte bu cemaatlerin etraflarına ördükleri duvarları yıktı ve içerde olanla dışarı yansıyan arasındaki derin uçurum, bu kitle üzerinde sığınmacılık ve teslimiyete yol açtı. Bu bir musibetti şüphesiz, ancak orta vadede vahyi ve sadece Rasul'ün yorumunu önceleyen müslümanların açık, net ve dürüst şahitlikleri kaldı geride.
New York eylemi sonrası İslam dünyasına baktığımızda da benzer yönelimlerin işaretlerini alıyoruz. Ve başka bir benzerlik de müslüman liderlerle kitle arasındaki tavır farklılığı. Bu belki de İslam dünyasındaki liderlikler üzerinde olumlu bir tartışma süreci başlatabilir. Ve yine muhtemelen müslümanlar mukaddes birer emanet gibi sakladıkları yorumlarını, tüm dünya önünde tartışmak zorunda kalacak ve muttakiler mutlaka muhkem nassın tevil edilemeyen, sapasağlam ipine sarılacaklardır.
Batı hegemonyasının insan yapısı tüm gerçeklikleri anlamsızlaştırdığı bir dünyada "münzel" bir hakikatin rehberliğinde müslümanlar insanlığın tek şansıdır. Allah (c) müminlerle beraberdir.
Ve Tanrı Amerika'yı korusun; zira buna ihtiyaçları var.
1) Hegemonya kavramını Gramsci'nin oluşturduğu içerikle kullanıyoruz.
2) Yetkin bir çalışma için bkz. Amerika ve Siyasal İslam, Anka Yay.